Site icon Teketek Haber

MEDİNE’YE KİLİSE PROJESİNİN ARDINDAKİ SİNSİ PLAN

İslâm’ın kalbi hiç şüphe yok ki Haremeyn adı verilen Mekke-Medine şehirleridir. Allah ve Resulü tarafından dokunulmaz kılındığı için bu isimle anılan bu iki belde İslâm’ın buralarda hâkim olmasından itibaren hiçbir vakit gayrimüslim idaresine girmemiştir. Türklerin Müslüman olması ve Selçuklulardan itibaren bölgeye siyasi ağırlıklarını koymalarıyla beraber Haremeyn’i koruma ve kollama düşüncesi daha bir hassaslıkla ele alınır olmuştur.

Yavuz Sultan Selim’le birlikte Arabistan’ın Osmanlı hâkimiyetine girmesi, Mekke-Medine ile ilgili olarak sultanların unvanlarında da daha bir hürmet-şinâs değişikliğe yol açmıştır. Yavuz’a kadar sultanlar Haremeyn’in “Hâkim’ül-Haremeyn’iş-Şerifeyn”i iken, bu andan itibaren “Hâdim’ül-Haremeyn’iş-Şerifeyn”idirler. Son ana kadar bölgenin hizmetini en büyük şeref addeden Osmanlılar; “Mukaddes Emanetler”in Mısır’dakilerini İslâm Dünyası’nın en güvenli kalesi olan İstanbul’a taşırken, son kısmını da 1.Cihân Harbi’nin sonlarına doğru İngiliz destekli Şerif Hüseyin ve bedevilerinin eline geçmemesi için hürmetle İstanbul’a göndermeyi başarmışlardı. Cihân Harbi’nden mağlup olarak ayrılan Osmanlı’nın Medine Muhafızı Fahreddin Paşa, Hz. Peygamberin (sav) şehrini son ana kadar teslim etmemiş; Ocak-1919’da İstanbul’un kesin emri üzerine Hz. Peygamberin (sav) manevi huzurunda izin ricasıyla şehri Araplara teslim ederek çekilmişti. Medine-i Münevvere halkının gitmeyin ricaları arasında, hem kendisi ve askerlerinin, hem de Medinelilerin gözyaşları içerinde Türk askeri bölgeden çekilmişti. Osmanlı’nın son çekildiği toprak Hz. Peygamberin (sav) mübarek şehri Medine-i Münevvere olmuştu.

Bu kısa girizgâhtan sonra Peygamber Efendimizin (sav) yaşadığı ve vefat ettiği Haremeyn topraklarında gerçekleştirilmek istenen korkunç bir projenin gündemde gereği gibi değerlendirilmeden dikkatlerden kaçtığını da hatırlatarak, mevzuya girelim.

Geçtiğimiz yıl içerisinde Arap dünyasında İngilizler eliyle oluşturulmuş proje Vehhabîlik Mezhebinin proje kabile-uydu devleti Suudi Arabistan’ın Veliahd Prensi M. bin Selman (Kaşıkçı cinayetinin baş şüphelisi), ABD’ye ilginç ve görkemli bir seyahat gerçekleştirdi. Seyahat esnasında Amerikan derin devletinin çok önemli belirli isimleri ve yönetimiyle bir dizi görüşme ve anlaşmalar gerçekleştiren veliahdın, bu diplomasisi bölge için derin kararların alındığının da işaretlerini taşıyordu. Bunlar içerisinde “ne alâka?” denilebilecek ilginç bir karar da basına deklâre edildi. Neydi bu karar? Hz. Peygamberin “harem” şehri Medine’ye bir kilise inşa edilmesi kararıydı bu. Hiçbir Hristiyan’ın yaşamadığı ve Haremeyn adı verilen Mekke-Medine’ye gayrimüslim girememesi ilkesi çok iyi bilinmesine rağmen böyle bir kararın arkasında hangi cesaret ve niyet yatmaktadır?

Burada niyet okuması yapma gereği zaruret arz etmektedir. Medine’de bir kiliseye niçin ihtiyaç duyulmaktadır? Suud yönetiminin emir eri pozisyonundan öte bir rollerinin olmadığı aşikâr olduğu için, asıl olarak sorgulanması gereken ABD’nin niyetidir. İlk bakışta akla gelen, bölgede bir Hristiyan nüfus ve nüfuz bölgesi olarak İslâm’ın kalbinde söz sahibi olma arzusu olduğu söylenebilir. Makyaj böyle bir mantık olarak görülmekle birlikte; perdenin ardında çok daha farklı ve çılgınca bir planın tarihî derinliği mevcuttur. Batı dünyasının perde ardındaki hedefinin yarım kalmış bir projesini tamamlama planı olduğu da akla gelmektedir.

Bu proje daha önce bir kere denenmiş ve engellenmiş, ikinci kere ise proje aşamasında kalmış olan Hz. Peygamber’in (sav) mübarek na’şını çalarak Vatikan’a kaçırma teşebbüsüdür. İşin kolayına kaçarak komplo teorisi diye nitelendirilecek olsa bile unutulmamalıdır ki; bugün ABD başta olmak üzere Batı dünyası ve onun müttefiklerinin korkunç komplo teori ve planlarıyla hayallerini dünyaya hâkim kılmaya çalışan bir elit tarafından yönetildiği ve yönlendirildiği bir gerçektir. Bugün Siyonist Yahudilerin ve Evanjelik (Yahudileşmiş Hristiyanlar) Hristiyanların lider kadrosu ve onları takip eden koroları bütün büyük projelerini Ortadoğu İslâm dünyası üzerine haritalandırmışlardır. Bölgenin bu kadar girift sorunlar ve çatışmalarla, işgallerle ve bölünmüşlüklerle atomize edilip, yutulmaya hazır yumuşak lokmalar haline getirilmesi her halde tesadüf olmasa gerektir.

Büyük iskender’den beri (MÖ 4.yy.) Batı’nın Doğu’ya tüm müdahaleleri kurulu düzeni alt üst ederken sonu gelmez çatışmaların, huzursuzlukların ve bölünmüşlüklerin de kaynağını teşkil etmişti. İslâm’ın bölgede kurmuş olduğu düzenden sonra Batı’nın ilk müdahalesi Haçlı Seferleriyle gerçekleşirken; Hristiyanlar geçici Kudüs hâkimiyetleri sırasında Pagan Mısır’ın ve Yahudi Talmutçuluğunun gizemli büyü ve ezotorik sırlarına da vakıf olarak yeni bir evrilme sürecine adım attılar. Kudüs, Antakya, Urfa, Yafa, Akka gibi yerlerde bölgesel hâkimiyet kuran Hristiyan dünyası belki de bu başarılarının verdiği cesaretle bu yıllarda Hz. Peygamberin (sav) mübarek cenazesini kaçırma planını devreye soktu.

İslam Tarihi kaynaklarının bir kısmında (Muhammed b. Salih ed-Dımaşkî gibi) ve Evliya Çelebi Seyahatnâmesinde bahsedilen garip olayın kahramanı Musul Atabeyi Mahmud Nureddin Zengî’dir (1118-1174). Oğuzların Avşar boyundan olan “Emir’ül Adil” lakaplı Nureddin Zengi Haçlılarla yaptığı uzun soluklu ve başarılı mücadeleler, Urfa’yı Haçlılardan alışı, Kudüs’ün fethine giden sürecin hazırlayıcısı, Mısır’a askeri kuvvetlerin başında gönderdiği Şirkuh ve onun yeğeni Selahaddin-i Eyyubî vasıtasıyla Şiî Fatımî Devletîne son vermesi, hayır eserleri, kurdurduğu rasathâne, fıkıh ve hadis ilminde âlim derecesinde derinleşmesi, adaleti, takvası ve zühdü gibi özellikleriyle tanınmış olup, İslam Tarihinin en büyük kahramanlarındandır. Hatta meşhur tarihçi ve müfessir İbn’ül Esir onu Hulefâ-i Raşidîn ve Ömer ibni Abdulaziz’den sonra gelmiş en büyük İslam devlet başkanı olarak tanımlar.

Bir kısım kaynakların tarihini 1162 yılı olarak verdiği olay, Mahmud Nureddin Zengi’nin gördüğü bir rüya ile başlar. Bir gece rüyasında Hz. Peygamberi (sav) gören sultana, nebi aleyhisselam yüzleri belirgin iki kişiyi göstererek “beni bunlardan kurtar” buyurur. Aynı gece rüya birkaç kez gösterilir ve rüya tabirinde ilim sahibi olan bir musahibiyle istişare yaptıktan sonra Medine’ye gitmeye karar verir. Netice’de yanına aldığı bir askeri birlik ve hediyelerle Şam’dan 16 günde Medine’ye vasıl olur. Mescid-i Nebi’de namaz kılıp, vazifelerini yaptıktan sonra Medine ahalisinin mescide gelmesini, sadaka ve hediyeler dağıtacağını bildirir. Gelenlere hediyeleri bizzat eliyle dağıtıp her gelenin yüzüne dikkatlice bakmasına rağmen rüyada gösterilen kişilerin gelenler arasında olmadığını görür. Medine yöneticisine gelmeyen başka kimse olup olmadığını sorduğunda, Endülüs’ten gelen ve mescidin güney tarafındaki evde sürekli ibadet eden iki derviş olduğunu, onları rahatsız etmemek için çağırmadıkları cevabını alınca onların da getirilmesini emreder. Neticede gelen o son iki şahıs kendisine rüyada gösterilen iki kişidir.

Şahısları tutuklattıran sultan kaldıkları eve giderek inceleme yaptırır. Yer döşemesi kaldırıldığına uzunca bir tünelle karşılaşılır ve tünelin ucunun Hz. Peygamberin (sav) mübarek kabrine çıktığı ve kabr-i şerife çok az bir mesafenin kaldığı dehşetle tespit edilir. Şahısların üst baş aramasında sünnetsiz oldukları tespit edilir ve sorgulamalarında; Vatikan’dan Papa tarafından görevlendirilen iki Hristiyan olduklarını ve görevlerinin Hz. Peygamberin (sav) mübarek na’şını Vatikan’a kaçırmak olduğunu, tünelden çıkardıkları toprakları geceleri Cennet’ül Bâkî Kabristanına ziyaret bahanesiyle gidip oraya serptiklerini itiraf ederler. Sorgulama sonrası Vatikan casuslarını idam ettiren sultan kabr-i şerifin dört yanına oldukça derin hendekler kazdırıp, hendeklerin içerisine bakır ve kalay döktürerek ulaşılmaz hale getirir. Ayrıca kabr-i şerifin üstteki sanduka bölümünü de ayrıca kalın demir parmaklıklarla ördürerek koruma altına aldırır.

Papalığın neticesiz kalan bu girişiminden yaklaşık 3,5 asır sonra benzer bir plan muhtemelen yine Vatikan bağlantılı olarak Portekiz tarafından hayata geçirilmeye çalışılır. 16.yy. başlarından itibaren okyanuslarda önemli bir sömürgeci güç olarak yükselen Portekiz Sömürge İmparatorluğu’nun ana faaliyet sahasını Hint Okyanusu kıyıları oluşturacaktır. Basra Körfezi’nde Hürmüz Boğazına yerleşen Portekiz, Kızıldeniz’in girişi olan Bâb’ül-Mendeb (Aden bölgesi) Boğazına da hâkim olarak tarihi Baharat Ticaret yolunu kapatmayı ve buradaki deniz ticaretini büyük oranda Hint-Atlas Okyanusu güzergâhına taşımayı başarır.

Bununla da yetinmeyen Portekiz donanma gemileri Bâb’ül-Mendeb vasıtasıyla Kızıldeniz’e girip çıkmakta, Cidde sahillerini tehdit etmektedir. Cidde sahilleri ise Mekke ve Medine’nin bir adım ötesinde bulunuyordu. Bölgede Portekiz’le mücadele etmesi gereken Mısır-Memlûk Devleti’nin ise ciddi bir donanma gücünün olmayışı Portekiz’le mücadelede etkisiz kalınmasına yol açmaktadır.

2.Bayezıd idaresindeki Osmanlı ise Memlûklerle Çukurova-Maraş bölgesi hâkimiyeti için çatışma ve rekabet içerisinde olmasına rağmen, Portekizlilere karşı gemi yapım malzemesi, kereste, donanma malzemesi ve mahîr denizciler göndererek çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. Hatta Memlûk Sultanı bu malzeme ve desteğin bedelini ödemek istemişse de, 2.Bayezıd bu işin İslâm’ın müşterek davası olduğunu belirterek reddetmişti. Bu Osmanlı denizcilerinin bir kısmının Hindistan Gücerat Sultanlığı hizmetine girerek (Melik Ayaz Bey ve Doğan bey gibi) Portekizlilerle Hint sularında da mücadele verdiği bir dönem yaşanıyordu.

Bu durum Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışına kadar böyle devam etti gitti. Portekiz Hint Amirali Alfonso Albuqerk, Cidde sahillerine asker çıkararak Mekke ve Medine’yi basıp, Hz. Peygamberin (sav) mübarek kabrini ele geçirme ve bunu İslâm dünyasına karşı bir koz olarak kullanma planını hayata geçiremeden 1515’de öldü (bk. Rönesans Avrupası-Halil İnalcık s.135). Ancak böyle bir planın Albuqerk’in şahsi bir girişimi olmadığı Mahmud Nureddin Zengi dönemi hadisesi de göz önüne alındığında aşikârdır. Portekiz-Vatikan işbirliğinin uygulayıcısı konumunda olan Hint Amiralinin ölümünden sonraki halefinin görevi devralması kaçınılmazdır. Ancak Albuqerk’in ölümünün hemen ertesi yılı Yavuz Sultan Selim Han’ın güneye inerek Memlûk ülkesini fethetmesi şartları Portekiz aleyhine değiştirecektir.

1514-Çaldıran Savaşı ile ağır darbe vurduğu Şah İsmail’in işini ikinci bir seferle bitirmeye kararlı olan Yavuz’un İran meselesini erteleyerek, 1516’da neticesi çok riskli Mısır-Memlûk Seferine çıkmasında ana etken Portekiz tehdidinin oluşturduğu tehlikenin büyüklüğüdür. Zaten bir yıl önce (1515) Dulkadırlı Hükümetine son verip, Maraş-Elbistan havalisini Osmanlı idaresine alarak Mısır’a giden yolu açması onun niyetini belirginleştiren gelişmelerdendi. Neticede Mısır ve hinterlandını (tüm Kızıldeniz sahilleri) almasıyla Portekiz’le mücadeleyi direk yapma imkânı elde eden Sultan, ilk iş olarak Süveyş Kaptanlığını kurmuş ve Portekiz’i Kızıldeniz’den atarak Bâb’ül-Mendeb Boğazı ile Aden’i Osmanlı egemenliğine alma sürecini de başlatmıştır. Kendi ömrü kifâyet etmese de, oğlu Kanuni’nin ilk yıllarında Süveyş Kaptanı Selman Reis tarafından Portekizliler Kızıldeniz’den tamamen atıldılar (1523). Böylece Cidde Limanı üzerindeki -dolayısıyla Mekke-Medine üzerindeki- Portekiz tehdidi de ortadan kaldırılmış ve Papalığın bu planı da uygulamaya konulmadan engellenmiş oldu.

Ve geldik günümüze… İslâm âlemi paramparça… İslâm âleminin dünyanın her hangi bir yerindeki Müslüman topluluğa yapılan asimilasyon ve soykırıma engel olabilecek ne birliği, ne de kudreti mevcut değil. Batı ve müttefikleri güç dengesi bakımından İslâm Dünyası’na karşı kıyaslanamayacak derecede açık ara ileride… İslâm’ın kalbine oturtulmuş kukla Vehhabî Devleti ABD ve Batılı güçlerin emir eri… Batılılar İslâm âleminin kalbine en yakın mevzilere askeri yığınaklarla konuşlanmış durumdalar (Filistin, Suriye, Irak, Mısır, Doğu Akdeniz, Basra Körfezi, Umman Denizi vs.). Bölgede mezhep (Şünnî-Şiî) savaşları ve ırk temelli ayrılıkçı çatışmaları (Türk-Kürt, Arap-Kürt, İran-Kürt) çıkarak, İslâm âleminin kendi kendini bitiren bir savaş ortamıyla gücünün tükenmesini sağlamaya çalışıyorlar. İslâm âleminin tek ve hakiki ümidi Türkiye yüz yıl sonra ağır bedeller ödemeye devam ederek ayağa kalkma mücadelesi veriyor.

Vatikan’ın yaklaşık 9 asırlık planının yeniden yürürlüğe konması için en müsait zaman… İşte tam burada Medine’ye Kilise projesi anlam kazanıyor. Bu proje Hz. Peygamberin (sav) mübarek na’şını kaçırma planlarının son aşaması mı? Çünkü Medine’ye yapılacak bir kilisenin rahibinden zangocuna, temizlikçisinden tedarikçisine, şoföründen ziyaretçisine varıncaya kadar binlerce Hristiyan buraya doluşacak. Tabi bunların tamamının CIA ajanı özel görevliler olacağını düşünmemek imkânsız… Zaten İslâm Dünyasının tepkisinden çekindiği için yıllardır Hz. Peygamberin (sav) kabrini yıkmaya cesaret edemeyen kabristan düşmanı Vehhabî Suudlar için de bu proje bir nimet olacak.

Hicaz bölgesi için Batılılarca yeni bir özel planlama yapıldığı ve bu planlamaya ait haritaların varlığı bugün bilinen bir gerçek. Türkiye’nin bölgesel güvenlik ve ittifak çabaları içerisinde Kızıldeniz’de Sevakin Adasında, Basra Körfezi’nde Katar’da ve Kızıldeniz’in hemen güneyinde Somali’de askeri üs bölgeleri kurup; tabir-i caizse bir “Türk Üçgeni” oluşturarak Jeo-politik ve Jeo-stratejik adımları atmasının altında yatan birçok sebebin yanı sıra, Mekke-Medine’ye doğu-batı-güney eksenli bir deniz yolu müdahalesine engel olma kaygısının da yattığı pekâlâ ifade edilebilir. Binlerce yıllık Türk Devlet aklının ve geleneğinin böyle bir tehdidi algılayamayacağını düşünmek imkânsızdır.

Hâsıl-ı kelâm; Hz. Peygamber’i (sav) hayatında düşmanlarının eline bırakmayan rabbimizin onun mübarek na’şını da koruyacağı konusunda endişemiz yoktur. Lakin her nesil kendi imtihanını verir. Geçmişte Mahmud Nureddin Zengi ve Yavuz Sultan Selim örneğinde olduğu gibi ecdâd bu konuda imtihanlarını başarı ile verdi. Şimdi; Mescid-i Aksâ’nın yıkılarak Süleyman Mabedi’nin inşa edilmeye çalışıldığı bir dönemde, şeytanî aklın Mekke-Medine-Kudüs üçlüsünde provakatif ve tahripkâr planlarını aynı anda hayata geçirmeye çalıştıklarında neler olabilir? İslâm Dünyasını felç ederek korkunç bir kaosa sürükleme ve neticede top yekûn ve tüm kuvvetleriyle Müslümanların üzerine çöküp, nihâi hedeflerine doğru adım atma niyetlerini kestirmemek mümkün değildir. Zaten yüz yılı aşkındır Batı kaynaklı operasyonlara karşı tavır geliştirmeye çalışan edilgen pozisyonumuz böyle bir durumu karşılamaya müsait mi? Bu sorunun cevabını vermek güç olduğu gibi, iş kuvveden fiile çıktığında durumumuz ne olacak?

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version