Yeryüzünde insanlık başlangıcından beri en eski ve süreklilik arz eden olgularından birisi göç adını verdiğimiz kitlesel hareketliliktir. Güvenlik, iklim, beslenme gibi temel kaygıların neticesi olarak genelde doğudan batıya ve güneyden kuzeye doğru bir yönelim içerisinde gerçekleşen göç dalgaları, yeryüzünde sürekli bir kitlesel hareketliliğin de kaynağını oluşturmuştur.
Eski dünya kıtaları diye adlandırılan Asya-Avrupa-Afrika’nın birbirine en yakın düştüğü bölge olan Anadolu, bu konumunun neticesi olarak tarihin en eski zamanlarından beri göç adını verdiğimiz kıtalar arası nüfus hareketliliğinin de odak noktası olmuştur.
Bu nüfus hareketliliği, zaman zaman transit geçişler şeklinde gerçekleşirken, genel olarak da yaşam alanı arzusuyla kalıcı göçlere tanıklık etmiştir. Her ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin, değişmeyen en mühim gerçek, göçün tarihî süreç içerisindeki sürekliliğidir.
Anadolu, genellikle dış göç alırken, zaman içerisinde dış göçler de vermiş ve bu yatay nüfus hareketlilikleri bu coğrafyanın tarihî-sosyolojisinin değişmez hakikati olmuştur. Neticede birçok yönden farklı karakterler arz eden göç sosyolojisi, Anadolu’nun tarihi-kültürel zenginliğinin de en mühim amili olmuştur.
Aslında geçmişten günümüze dünyanın tamamı göç dalgalarının etkisi altında olmakla birlikte, yoğunluk her yerde aynı olmamıştır. Kıtalar arası geçirgenliğin müsait olduğu yerler, göç yoğunluğunun da sıklet merkezleridir. İşte bu sebeple Anadolu göç yoğunluğunda dünyanın sayılı merkezlerinden birisi olmuştur.
Gün itibarıyla Suriye üzerinden gelen kitlesel muhaceret, göç zincirinin en yeni halkasıdır ve tarihi seyri içerisinde değerlendirdiğimizde muhtemelen son göç dalgası da olmayacaktır. Zamanın şartları icabı, nitelikleri bakımından farklılık arz eden göçleri durdurmak veya gerisin geri döndürmek mümkün olmadığı gibi, yön değiştirtmek de oldukça zor olmaktadır. Çünkü göçü meydana getiren sebeplerin oluşturmuş olduğu basınç, kitlelerin tazyikini de artırmaktadır. Bu sebeple göçü meydana getiren faktörler ortadan kaldırılmadığı müddetçe, önüne geçmek te mümkün olmamaktadır.
Meselâ 4. Asrın son çeyreğinde İtil (Volga) Nehrini batıya doğru geçen Hunların baskısı; Doğu Avrupa’da yaşayan toplulukların, bu yoğun ve güçlü dalgaya dayanamaması sonucu batıya doğru hareketlenmesine ve birbirlerini domino etkisiyle sürükleyerek meşhur Kavimler Göçünün oluşmasına sebep olmuştu. Tüm kıtayı etkisi altına alan Kavimler Göçüne ise Roma Düzeninin direnci yeterli gelmemiş ve Roma için sonun başlangıcı olmuştu.
Anadolu ölçeğinden baktığımızda ilk kitlesel göç dalgası, geldikten bir müddet sonra bu topraklarda yerlileşerek devletleşen Hititlerdi. Muhtemelen Kafkaslar üzerinden geldikten bir müddet sonra Orta Anadolu merkezli ilk siyasi düzeni kurup, 10 asra yakın coğrafyayla kader ortaklığı yaptılar.
MÖ 1200’lerde Balkanlar üzerinde Anadolu’ya yönelen ve “Ege Göçleri” diye anılan büyük kitlesel kavim girişleri ise, bu coğrafyanın düzenini yerle yeksân eden ilk yıkıcı göç dalgasıdır. Modern çağların sınır kontrol imkânlarının olmadığı dönemlerde zaten göç dalgalarını engelleyecek bir savunma hattının da oluşması imkânsızdı.
Yaşam alanı kaygısıyla gerçekleşen ve bir sel gibi önüne geleni tahrip edip giden bu hareketlilik Hitit Medeniyetinin sonunu getirirken, göçerlerin Anadolu’da kalan kısımları sonraki asırlarda yerlileşecek ve diğer yerlilerle karışarak kurulacak yeni düzenlerin de temelini oluşturacaklardır. (Frig, Lidya gibi)
Oğuz Türklerinin yerleşme arzusuyla bölgeye yöneldiği 11. Asra kadar, Anadolu’ya dışarıdan gelen kitlesel hareketleri; göç kapsamında değil, egemenlik kurma eğilimindeki planlı askeri hareketler olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır. Kimmer, Pers, İskender, Roma saldırıları bu kapsamdadır. Ancak bununla birlikte Anadolu’ya; kitlesel ve yıkıcı olmayan ekonomik, siyasi, dinî sebeplerle gerçekleşen göç hareketleri de eksik olmamıştır.
Coğrafyayı her şeyiyle değişikliğe uğratarak, bambaşka bir çehreye büründüren ve bu halini günümüze kadar taşımayı başarabilen göç hareketi ise, 11. Asırdan itibaren çok büyük kitlelerle gerçekleşen ve kalıcı olan Türk göçleridir. Malazgirt’le birlikte, kalıcı ve birkaç asırlık bir süreklilikle devam edecek olan Müslüman Oğuz Türklerinin bu göçü; Anadolu’da bir yıkıma yol açmadığı gibi; tersine bir etkiyle bölgenin canlanıp, bayındır hâle gelmesine ve Müslüman Türk Medeniyetinin en diri ve etkili merkezi olmasına yol açacaktır.
Anadolu içlerine doğru gerçekleşen ve bizimle eş zamanlı diyebileceğimiz diğer bir göç hareketi ise; daha çok Güney Kafkasya-Batı İran dolaylarında yaşamakta olan Ermenilerin zorunlu göçüdür. Bizans idaresi; bu dönemde Ermenileri, Türk ilerleyişine bir kalkan olarak düşünmüş ve Güney Kafkaslar bölgesinden alarak, ağırlıklı olarak Orta ve Güney Anadolu’ya (Sivas-Maraş-Adana) yerleştirmek üzere zorunlu göçe tabi tutmuştu.
- Asrın başlarından itibaren dünyayı kasıp kavuran Moğol İstilâsı; Anadolu’da yıkıcı bir etki oluştururken, diğer taraftan Orta Asya’dan gelen yeni göç dalgalarıyla Anadolu’da Türk yoğunluğunu iyice artırmış ve Anadolu-Balkanlar merkezli süper bir dünya gücü olan Osmanlı’nın nüfus temelinin oluşumuna dolaylı yönden katkıda bulunmuştur.
Moğol İstilasının atlatılmasından itibaren, İslam Dünyasındaki toparlanma eğilimi kitlesel göç hareketlerini de durağanlaştırmıştır. Bu dönemde Anadolu’dan sistemli ve bilinçli bir dış göç sosyolojisiyle karşılaşıyoruz. İlki, Rumeli’nin fethi sürecinde Balkanlar’a götürülerek iskân edilen Türkmen nüfusudur ki; Tuna Nehri’nin güneyine düşen bu alanda oluşan ciddi sayıdaki bu yerleşik Türk nüfusu, imparatorluğun Rumeli ayağını oluşturmuştur. Evlâd-ı Fatihan diye de anılan bu nüfus Balkanlar’da 5 asırlık Osmanlı hâkimiyetinin de dayanağı olmuştur.
Anadolu’daki ikinci tersine göç ise Şii Safevi Şeyhlerinin (Cüneyd-Haydar-İsmail) propagandaları ile Sünnilikten Şiiliğe geçen Türkmenlerin, Şah İsmail’in daveti ile Güney Azerbaycan-İran bölgesine yaptıkları kitlesel ve mezhebi karakterli göç dalgasıdır. Bu süreç oldukça sıkıntılı ve yıkıcı geçmiş olup, Anadolu’nun en çalkantılı yıllarıdır. Neticede bu durumun oluşturduğu kargaşa ve iç çatışma muazzam bir enerji kaybı olarak, Avrupa yönündeki Türk ilerleyiş hızının da yavaşlama ve zayıflamasında temel etkenlerden biri olmuştur.
Anadolu coğrafyasının, günümüze kadar sürecek olan kitlesel göçlerin yönelim merkezi olmasının başlangıcı ise son 2,5 asrın hareketliliğidir. Askeri ve teknik anlamda iyice güçlenen Avrupa karşısında eski gücünü muhafaza edemeyen Osmanlı’nın, artık kendi topraklarını bile koruyamadığı bir sürece girilmiştir. İşte bu süreçte ilk elden çıkan Müslüman toprakları da kuzey yönlü olmuştur. Kuzeyde Rus yayılmasının durdurulamaması neticesinde birer ikişer elden çıkan topraklar, kuzey-güney doğrultulu kitlesel göçlerin de kaynağı oldu.
Altınordu bakiyeleri olan Kazan, Kasım, Astırhan (Ejderhan) gibi hanlıkları ele geçiren Rusların, 1770’den itibaren Kırım’ı istila etmeleriyle beraber katliamlardan kaçan insanların, Anadolu’ya göç akışı da durdurulamaz hale gelir.
18.yy.’ın son çeyreğinden itibaren Karadeniz üzerinden gelen Tatarları, yüz yıl geçmeden Kafkasya’dan gelen Çeçen, Çerkez göçleri takip edecektir. Anadolu’nun birçok yerine yerleştirilen bu insanlar için yeni vatanları bu topraklar olurken, geride bıraktıkları ve sayıları yüzbinleri bulan soydaşları için Karadeniz’in soğuk ve karanlık suları mezar olmuştur. Karadeniz; 18.yy. sonlarından itibaren Anadolu’ya can atmaya çalışan sayısız Tatar, Çeçen, Çerkez, Dağıstanlı vs. Müslümanın kayık ve gemilerinin ya fırtınalarda battığı, ya da Rus gemilerince batırılarak şehîd edildiği bir Müslüman Kabristanına dönüşmüştür.
Çevreden merkeze doğru gerçekleşen bu daralma sadece kuzey yönlü olmamış, 20. Asrın başlarındaki Balkan Harbi felaketiyle 5 asırlık yurtlarını kaybeden ve soykırıma tabi tutulan yüz binlerce Balkan Muhaciri 1912 sonlarından itibaren Anadolu’ya can atmıştır.
Osmanlı’nın yıkılma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma sürecinde Anadolu’daki Müslüman nüfusu bu muhaceretlerle artarken, gayrimüslim nüfusunun da büyük bölümü tersine göçle bu toprakları terk etmiştir. Tehcir, Nüfus Mübâdelesi ve Hristiyan ülkelere yerleşme düşüncesiyle gerçekleşen bu Rum ve Ermeni göçlerini, 1948’de İsrail’in kurulmasından sonra Filistin bölgesine gerçekleşen Türkiye Yahudilerinin göçü izlemiştir. Bu son grup; 15. yy. sonlarında 2.Bayezıd devrinde, İspanyol katliamından Türk Denizcileri tarafından kurtarılarak başta İstanbul, Selanik, Edirne ve İzmir’e yerleştirilen Sefared Yahudilerinin devamıydı.
Cumhuriyet döneminde, Anadolu’ya muhaceret kapısı, nüfus mübadelesiyle Yunanistan’dan Türkiye’ye göçen Türklerle açılırken; sonraki yıllarda Stalin zulmünden Türkiye’ye gelmeyi başaran Ahıska Türkleri yeni muhacirler olur.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, yıkılan Avrupa’nın iş gücüne ihtiyaç duymasıyla bu sefer de, Anadolu’dan Avrupa’ya işçi göçleri büyük bir sosyo-ekonomik göç dalgası oldu. Ancak bu dalga, tarih boyu yapılan tüm iç ve dış göçlerin aksine geride bıraktığı ülkeyle bağlarını koparmayan ve geri dönüşü mümkün olan bir hareketlilik oldu.
Soğuk savaş yıllarının en mühim göç dalgası ise asimilasyona tabi tutulan ve Naim Süleymanoğlu ile özdeşleşen Bulgaristan Türklerinin gelişi oldu. Bu dönem ayrıca, Afganistan’ın SSCB Rusya’sı tarafından işgaliyle başlayan Sovyet-Afgan Savaşı’nın yıkımından hicret etmek zorunda kalan sayısız Afganlının göçüne şahitlik etti. Az bir miktarı Türkiye’ye gelen bu Afganlar genel olarak Hatay vilayetimiz dâhilinde iskân edildiler.
Yine aynı dönemin şartları içerisinde Anadolu’ya can atan Kırgız Türklerinden oluşan bir topluluğun Van bölgesine istihdam edildiğini görüyoruz. Çin zulmünden kaçabilerek Türkiye’ye can atan Uygurların ise mevcudu oldukça sınırlı kalmaktadır.
Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan ve ABD’nin deyimiyle “Yeni Dünya Düzeni” diye adlandırılan büyük kargaşa dönemi ise; özellikle İslâm Dünyasını derin bir kaos, iç çatışma ve işgal sürecine sokmuştur. 30 yıldır devam eden bu dönem, İslâm ülkelerinde genel bir göç hareketliliği doğurmuştur.
Batı Dünyası nazarında, yeryüzünde en değersiz nesnenin Müslüman kanı olduğu ve nice nesillerinin ülke ve medeniyetleriyle birlikte yok edilme sürecine sokulduğu İslâm ülkeleri; merkez-kaç kuvvet merkezi olarak, belki de Kavimler Göçünden beri görülen en büyük göç dalgalarını Anadolu ve Akdeniz üzerinden Avrupa’ya yöneltmiştir.
İslam ülkelerinin başta enerji olmak üzere muazzam yeraltı kaynakları, emperyalist Batılılar için Müslümanlara bırakılmayacak kadar değerlidir. Bu sebeple kontrol edilebilir halde tutulması gereken bu ülkelerin sürekli bir kaos, çatışma ve işgalle perişan edilmesi gerekmektedir. Arakan’dan Afganistan’a, Irak-Suriye’den Kuzey Afrika’ya kadar uzanan hat üzerinde yaşanan yıkımların neticesi olan ve insanca yaşama imkânı elde etmekten başka düşüncesi olmayan modern çağın göçerleri; kaybedecek bir şeylerinin kalmaması dolayısıyla en tehlikeli riskleri göze almaktadırlar.
Dünün Karadeniz’inin yerini bugünün Akdeniz’i almıştır. Mülteciler, yaşadıkları tüm korkunç anılarını ve yoksulluklarını beraberlerinde taşıyarak Batının sınırlarını zorlamaktadırlar. Çok boyutlu ve asimetrik tanımlamalar gerektiren bu modern göçlerin dünya ölçeğindeki sosyo-politik sonuçlarının, gerçek anlamda göçerlerin çocuk ve torunları döneminde; yani yarım asırlık süreçten sonra anlaşılmaya başlayacağı da ortadadır.
Bu süreçte Anadolu coğrafyası hem transit, hem de uzun soluklu göçleri karşılamak durumunda kalmaktadır. Saddam Hüseyin döneminde gerçekleşen Kuzey Irak Kürtlerinin göçü, bu yeni dönemin ilk kitlesel hareketi olurken; Bosna ve Çeçenistan savaşları, Afganistan’ın ABD tarafından işgali ve nihayet Suriye iç savaşının getirdiği büyük ölçekteki göçler, Türkiye’nin güncel meselelerinden birisi olan mülteci problemini de kaçınılmaz kılmıştır.
Hiçbir devlet, kurulu düzenini tehdit edecek ve birçok sosyo-ekonomik problemi beraberinde getirecek düzenli veya düzensiz göç dalgalarıyla karşılaşmayı hoş karşılamaz. Çünkü göç dalgası başta ekonomi ve güvenlik olmak üzere, öngörülemeyen sorunların da kaynağıyla gelir. Fakat, ülkeler kara sınırları göç dalgalarına yakın olduğu nispette de bu hakikati göğüslemekle karşı karşıya kalmaktadırlar.
Burada ülkeler iki tercihten birini seçmek durumundadır. Ya sınırlarını kesin bir şekilde kapatıp, mültecileri sınırlara yaklaştırmayarak, “ne hâliniz varsa görün” şeklindeki duyarsız bir anlayışla göz göre göre felaket ve ölüme terk etmektir ki; bu tutumu Avrupa ülkelerinde yakinen görmekteyiz. Bu onların zaten Roma’dan beri devam eden anlayışlarının bir devamı niteliğindedir. Bugün yeryüzündeki insanca yaşam ve hayatta kalma mücadelesinin neticesi olan göç hareketlerinin kaynağı zaten Batı Dünyasının ta kendisidir.
Vahşi sömürgeci anlayışları ülkelerin harap olmasının bizatihi sebebidir. Kendi ormanlarını ve doğal çevresini büyük bir hassasiyetle koruyan Batı; bir taraftan Amazon Ormanlarını yağma ederken, diğer yandan kendilerine uzak denizlerdeki zayıf ülkelerin kıyılarını sanayi atıklarının, kimyasal ve biyolojik çöplerinin bırakılma alanları olarak kullanmaktadır. Perişan ettikleri ülkelerin insanlarına ise daha da acımasız davranmaktadırlar.
Eski adı Zaire olan Ruanda’da Fransızların bir kabileyi nasıl silahlandırarak, diğer bir kabileyi imhâ ettirdikleri bilgisi, daha hafızalarda canlı olan bir soykırımdır. Bu sebeple mültecileri kıyılarındaki ağzına kadar insan dolu teknelerde aç susuz bekletmekten rahatsızlık duymazken, Akdeniz’de kameralardan uzak sularda nice zavallının bot ve teknelerini batırma vahşetine de imza atmaktadırlar. Bunlardan ancak “Aylan Bebek” misâli, kıyılara vuran cansız bedenlerle haberdar olunabilmektedir.
İkinci tutum ise “bir insanı yaşatan, bütün insanlığı yaşatmış gibidir” düstûrunun neticesi olan mazluma ve zorda kalmışa el uzatma anlayışıdır. İşte bu, meselenin insanî ve vicdâni boyutudur. Yeryüzünde bu hassaslığa sahip olan tek anlayış İslâm inancıdır. Türkiye’nin tarihten beri bu anlayışın merkezi olması, Anadolu’yu insanlığın tek umut adası haline getirmiştir.
İnsanî değerlerini her zaman reel-politik kaygılarının önünde tutan Türkiye, mülteci problemlerinde ekonomik ve sosyal bedeller ödemeyi göze alarak, bu ilkeli duruşunu devam ettirmeyi vicdanî bir sorumluluk olarak görmektedir. Bu sebeple göçerler için de Türkiye cazip bir göç güzergâhıdır. İşin boyutunu bu derece büyüten en önemli coğrafi sebep ise ülkemizin konumunun, istikrârsızlaştırılmış bölgelerin hemen sınırında bulunmasıdır. İstikrarsızlık sadece göç olgusuna sebebiyet vermemekte, ciddi güvenlik sorunlarını da doğurmaktadır.
Bugün Türkiye, tüm zorluklarına ve içerden dışardan karşı karşıya kaldığı reaksiyoner tutumlara rağmen mülteciler için en güvenli liman olma özelliğini devam ettiriyor ve tarihi misyonu icabı da devam ettirecektir. Yıllardan beri sayıları 3,6 milyonu bulan Suriyeli mülteci ülkemizde misafir edilirken; barınma ve iaşeden, beslenme ve sağlığa, eğitimden diğer konulara varıncaya kadar insanca yaşam şartları temin edilmeye çalışılıyor. Nihai hedef ise, bu insanların güvenli hâle getirilecek topraklarına yeniden yerleşmesini sağlamaktır.
1000 yıldır birlikte yaşadığımız ve tarihimizin birlikte şekillendiği bu coğrafyanın amiral gemisi olan Türkiye’nin, doğal uzantılarına sırt çevirmesi kendi varlığı ile çelişmesi ve inkârı anlamına gelir. Bosna’dan Kafkaslara, Kırım’dan Umman ve Somali’ye, Cezayir’den Orta Asya’ya uzanan hinterland ilgisiz kalacağımız bir coğrafya değildir. Oralarda meydana gelen bir gelişme nasıl herkesten ziyade Türkiye’yi ilgilendiriyor ve etkiliyorsa, Türkiye’de meydana gelen bir gelişme de o diyarların kaderini belirliyor. Yani bize ne Suriye’den, Filistin’den, Afganistan’dan, Doğu Türkistan’dan, Afrika’dan diyebilme lüksümüzün olmadığı gibi, o bölgeler de, bize ne Türkiye’den diyebilecek durumda değiller.
Balkan ve 1.Dünya Savaşlarıyla diz çöktürülüp, tarihten geçici olarak çekilmek zorunda bırakılan Türk Milletinin; doğal hinterlandıyla ilâ-nihâye bağlarını koparması ve ilgisiz kalmasını beklemek, bu milletin ve devletin misyonunu tamamladığını düşünmektir. Son bir asrını, toparlanma ve güçlenme süreci olarak geçiren Türkiye’nin; Bosna Savaşıyla beraber etrafındaki soydaş ve dindaşlarına el uzatarak, bağlarını güçlendirmeye çalışması, potansiyelini yeniden harekete geçirdiği anlamına gelmektedir. Aslında bu durumun ilk somut eylemini 1974-Kıbrıs Barış Harekâtında görmüştük.
Ancak, kesintisiz bir şekilde etrafıyla ilgilenmeye başlayıp, sahipsiz bırakmama sürecine giriş ise Soğuk Savaş sonrasında başlamıştır. Bosna, Kosova, Bulgaristan Türkleri, Batı Trakya, Kafkasya, Kuzey Afrika, Azerbaycan, Filistin, Irak, Suriye, Somali, Katar gibi bölgelerde ve bunlarla iltisaklı denizlerde faaliyet göstererek, uluslararası anlamda etkinliğini artırması, Türkiye’nin tarihî misyonuna güçlü bir şekilde geri dönüyor olması anlamına gelmektedir.
Bugün Türkiye, yeryüzündeki göç ve mülteci dalgalarına samimi anlamda çözüm bulmaya gayret eden tek ülke konumundadır. Tarihin hiçbir döneminde sömürgeci bir anlayışta olmamış ve sömürgeci güçlerle her daim mücadele içerisinde olmuş Türkiye’nin bu durumu, aslında genetik kodlarının bir neticesidir. Yani herkes kendinden bekleneni yapmaktadır.
Netice olarak; göçü tersine döndürüp, taşları yerine oturtmanın yegâne yolu göç veren toprakların yeniden yaşanabilir ve güvenli hale getirilmesinden geçmektedir. Mültecilere kapılarını kapatarak, göz göre göre imhâ edilmeleri kolaycılığına sapmayan Türkiye, bugün yeryüzündeki hâkim müesses şeytanî düzene karşı yok edilememiş insanlık vicdanının mücadelesini vermektedir.
Batı dünyasından, olmayan insaflarını beklemek mazlumların sayısını ve feryatlarını artırmaktan başka işe yaramayacaktır. Askeri yönden dışa bağımlılıktan kurtulmadan güçlü olunamayacağını çok iyi bilen Türkiye, savunma sanayiinde kendi göbeğini kendi kesmektedir. Bir yandan kendi kendine yetebilme anlayışı içinde savunma teknolojilerini geliştirirken, diğer yandan diplomatik adımları ihmâl etmemektedir. Tüm tehdit ve baskılara rağmen çok yönlü diplomasi ayağıyla uluslararası alanda haklılığının mücadelesini veren ülkemiz, sınırlarında gerçekleştirdiği askeri hareketlerle de güvenli bölgeler meydana getirip, mülteci göçerlerin vatanlarına dönüş yapmalarını sağlamaya çalışmaktadır.
Bu itibarla ülkemizin Kuzey Suriye’de; Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarından sonra üçüncü aşama olarak gerçekleştirmeye başladığı BARIŞ PINARI Harekâtının başarıya ulaşması; başta terör tehdidinin bitirilmesi olmak üzere, güvenlik kaygılarımızın giderilmesi, bölgenin daha da bölünmemesi ve Suriyeli mültecilerin vatanlarına dönüşlerinin kapısının açılması hususunda hayati derecede önem taşımaktadır. Bölgenin huzurlu geleceğinin tek teminatının Türkiye’nin güçlü ve etkin olmasından geçmekte olduğu ortadadır.
Tarihin en ağır imtihanlarından birini yaşamakta olduğumuz bu zaman diliminde Mevla’mızdan duamız; Barış Pınarı Harekâtında, Batılı Haçlılarca teçhiz edilmiş taşeron terör örgütünün kahraman ordumuz tarafından hezimete uğratılarak, muzaffer olması ve planlanan hedeflere ulaşılarak, Suriyeli mültecilerin kendi topraklarında yeni bir başlangıç yapmalarını sağlayacak adımların atılmasıdır.