Babam öleli kırk yıl olmuştu. Yaşasaydı, şimdi doksan yaşına girmiş olacaktı. O, öldü- ğünde yirmisinde bir delikanlıydım. Ne tez geçmişti yıllar… Şu anda ben de onun öldüğü yaştayım. Zaman, acıları nasıl silermiş meğer! Bunca yıllar geçip gittiği halde kimi kez babamı karşımda görmüş gibi olurum. Böyle anlarda bir boşluktur sarar beni.
İlkyazın çiftetelli oynadığı bir gündü. Çocuğundan yaşlısına dek insanlarla doluydu kaldırımlar. Kalabalığın arasından geçip gidiyordum. Çoğu kişilerin yüzleri gülümsemezdi. O anda yanımdan geçen sarı saçlı bir çocuğun yüzündeki şenliği tüm insanlara dağıtmak geçti içimden.
Meyan şerbeti satan birinin yanından geçtim. Ulucami önündeki geniş alana ulaştım birazdan. O sırada karşımdan gelen birini babama benzettim. Adamın yüzü, saçı, burnu, kaşları tıpkı babamınki gibiydi. Hem sevinç hem de şaşkınlık içindeydim.
Adam, yanımdan geçti. Bense onun görüntüsünde babamı biraz daha yaşamak is- tiyordum. Bir çekim gücüne kapılmıştım. Adamı izlemeye başladım. Kırk yıl önce ölen babam sanki karşımdaydı. Bir bakıma yürüyüşü de babamınkine benziyordu. Ama arka cephedeki benzerlik doyurmadı beni. Adam ilerledi ben de ilerledim. Aramızda pek az bir uzaklık vardı. Derken, adam kaldırımın kıyısında mısır patlatan bir satıcının yanına uğrayarak: “Bana bir paket mısır verir misin?” dedi. Sesi de babamınkini andırıyordu.
Adam, gene ilerledi. O, nereye gidiyorsa ben de oraya gidiyordum. Adam, bu kez büfeden bir gazete aldı, gene yürüdü. Ardından bir türlü ayrılamıyordum. Biraz daha ilerledikten sonra Uzunoluk’taki bir kahveye girdi. Varıp bir masanın başına oturdu. Bir çay istedi, gazeteyi çıkardı, okumaya başladı. Ben de onun karşısına düşen bir masaya oturdum. Bütün ilgimle bakıyordum ona. O ise kendini izlediğimin farkında değildi. Bir ara yanına giderek: “Siz, babama ne kadar benziyorsunuz,” diye seslenmeyi düşündüm; fakat yapamadım.
Adama, gizli gizli bakıyordum. Arada bir gözleri gazeteden ayrılarak benden yana kayıyordu. O bana doğru baktıkça ben de gözlerimi yandaki masalara döndürüyordum. Onu, oturduğu masada bir saate yakın gözledim. O an da babam ölmemiş gibiydi.
Adam, bir sigara yaktı. Bazı sıkıntıların olduğu yüzünden belliydi. Okuduğu gazeteyi katlayarak ceketinin cebine koydu. Aldığı patlamış mısırlardan yemeye başladı. Bazen düşünür gibi, bezen gülümser gibiydi. Oradan ayrılmakla ayrılmamak arasında kararsız- dı. Cebinden bir kalem, bir kâğıt çıkardı. Kâğıda bazı notlar yazdı. Derin derin düşündü. Alın damarları büyümüştü. Bir ara yüzünü karşısındaki duvara döndürdü, dalgınlaştı. Ne düşünüyordu kim bilir. Anlayabildiğime göre bir sıkıntısı vardı adamın. Bir çay daha istedi, bir sigara daha yaktı.
Evet, babam sanki karşımdaydı. Onu biraz daha görebilmek için orada bekliyordum. Kahve, sigara dumanı içindeydi. Nikotin kokusu masaların örtülerine dek sinmişti. Yaş- lısından gencine dek değişik görüntülü insanlarla doluydu kahve. Ellerinde iskambil kâ- ğıtları, oyun oynuyorlardı. Çevresindekileri göremeyecek kadar dalıp gitmişlerdi. Çaycı, elindeki tepsiyle masadan masaya gidip geliyordu. Birbirine karışan sesler arasında garip bir dünya yaşanıyordu bu kahvede. Kimi kez kavgaya dönüşüyordu sesler, kimi kez kah- kahalara. O sırada saçı sakalı birbirine karışmış olan bir yaşlı dilenci giriyordu içeriye. “Allah rızası için,” diyordu, “Allah rızası için bir sadaka!”
Babama benzettiğim adam ayağa kalktı, çaycıya borcunu ödedi, dışarı çıktı. Adam gidiyordu, bense izliyordum onu. Aramızda beş altı adımlık bir uzaklık vardı. Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Boynu inceydi, kulakları büyükçeydi, başının arkasındaki saçları- nın çoğu dökülmüştü. Adam, bu yönleriyle de çoğunlukla benziyordu babama.
O gün, o adamı evine dek izledim. Evini öğrenmiştim. Bundan böyle onu kolayca görebilirdim. Bunu da yaptım. Bazı günler evinin önünde bekledim onu. Evinden çıkar çıkmaz ardına düştüm. O nereye gittiyse ben de oraya gittim. O nerede oturduysa ben de orada oturdum. Kendisini izlediğimi bildirmemek için bütün dikkatimi kullandım. Gözleri benden yana devrilince gözlerimi ondan ayırıyordum.
Ona her bakışta babamın dış görüntüsüyle karşı karşıya geliyordum. Ufak tefek ben- zemeyen yanları olsa da onları atıyordum bir kenara. Bir gün yine düştüm o adamın ardına. Adam, gene o kahveye girdi. Bir masanın başına oturdu. Ben de onun karşısına düşen masanın yanındaki sandalyeye oturdum. Gizli gizli izliyordum onu. Derken adam işin farkında oldu. Yüzünün rengi değişti. Gözlerini bana devirdi: “Ne o hemşerim, ne- den bakıyorsun bana öyle, yoksa birine mi benzettin?” diye seslendi. Bir ara durdum öyle. Konuşmakla konuşmamak arasında kararsızlık geçirdim. Sonra da: “Kusura bakma amca,” dedim, “seni tıpkı kırk yıl önce ölen babama benzetmiştim de… Bu yüzden hep seni görmek istedim. Seni görünce sanki babamı görmüş gibi oluyorum,” dedim.
Adam, tatlı tatlı gülümsedi. Bir eliyle yanındaki sandalyeyi göstererek: “Şöyle buyuru- nuz, konuşalım, tanışalım,” dedi.
Yerimden kalktım, adamın gösterdiği sandalyeye oturdum. Önce biraz utanır gibi oldum; ama sonra açıldım. Adam, cana yakın, yaşam deneyimlerinden geçmiş, hoşgörülü biriydi. Çaylarımızı içiyorduk. Sohbetimiz koyulaşmaya başlamıştı. Adam, benim bu davranışımı hoş karşılamıştı. Oradan ayrılırken, bir elini omzuma koydu: “Ben her gün bu kahveye gelirim. Beni ne zaman görmek istersen yanıma gelebilirsin, “ dedi.