Zala SIĞIRCI
Sabah yüzüne şıp şıp düşen damlalarla uyandı. Akşamdan yaktığı sobanın ısısı çinko tavanda yoğunlaşıyor, gece soğuyan hava ile kendini bırakıyordu her sabah. Uyanmak istemiyor fakat damlalar uyandırmakta ısrar ediyordu. Kalktı, üzerine yün ceketini giydi. İlk olarak sobanın külünü boşalttı. Sobayı yakmak üzere odunların bulunduğu yere yöneldi. Gece yağmur yağmış, yakacakların bir kısmı ıslanmıştı. İçlerinden kuru olanlarını seçti. Zor da olsa odanın tam ortasında bulunan sobasını yaktı.
Bu oda iki katlı evin çatı katıydı. Odada demirden eski bir yatak, büfeden bozma bir kitaplık, plastik yuvarlak bir masa, plastik sandalye, bezden bir gardrop, sandığın üzerinde pamuktan yapılmış yatak, yorgan ve yastık vardı. Ayrıca bütün yazlık ve kışlık kıyafetleri, sınav için gerekli bütün kitapları, küçük bir radyosu….. Kısacası yiyecek ve içecek dışındaki kendine ait tüm eşyalar bu odadaydı.
Sabah erkenden sobasını yakar, alt katta ailesinin yanında yemeğini yer, odasına çıkar, sınav için geç saatlere kadar ders çalışırdı. Böyle bir yeri tercih etmesinin tek sebebi, sessiz bir ortama ihtiyaç duymasıydı. Buna rağmen çoğu zaman burada bile çalışması bölünüyordu. Azimli, sabırlı ve disiplinliydi. Saatinde çalışmaya başlar, çalışmasının bölünmemesi için bütün işleri ayarlardı.
O gün bir şeyler atıştırdıktan sonra, yaktığı sobanın yanına masa ve sandalyesini çekerek çalışmasına başladı. Bir müddet sonra hızlı bir yağmur bastırdı. Dersi bırakıp yağmurun çatıdaki sesini dinledi biraz. Derken yağmur çatının su alan yerlerinden içeriye akmaya başladı. Ortada serili olan kilimi ıslanmaması için topladı. Kısa sürede odanın içinden küçük bir dere geçmeye başladı. Neyse ki yağmur suyu kapı altında açtığı delikten dışarı çıkıyordu. Dışarıda ıslanan odunlardan birkaç tane içeri alıp sobanın üstünde kuruttu. Masasını sobanın yanına daha da yaklaştırdı. Bu doğal şartlardan hiçbir zaman şikâyetçi olmamıştı.
Ocak ayının ortalarıydı. Her zamanki gibi akşama kadar ders çalışmıştı. Yorgunluktan üzerine ağır bir uyku çöktü. Gözleri kendiliğinden kapanıyordu. Dayanamadı yatağın üzerine bedenini attı ve uyudu. Bir saat uyumuştu ki telefon sesiyle uyandı. Ailesi köye gitmişti. En alt katta kız kardeşi oturuyordu. Arayan kız kardeşiydi.
–Yemeğe gelmeyecek misin?
–Tamam. Geliyorum, dedikten sonra telefonu kapattı.
Yatağından kalktı, oda ılıktı. Sobanın kapağını açıp duruma baktı. Kırmızı közden başka bir şey yoktu. Saat akşam altıya yaklaşıyordu. Yemekten sonra da ders çalışacağı için sobanın içine büyük bir odun parçası attı. Kolay tutuşması için de ne bulduysa tıktı sobanın içine. Hâlâ uykusu vardı.
Telefonunu masanın üstüne koydu, odanın kapısını çekip kız kardeşinin yanına indi. Kurulmuş bir sofra ile karşılaşacağını sanıyordu. İçeri girdiğinde ortada ne hazırlanmış bir sofra ne de ocak üstünde pişmiş bir yemek vardı. Koltuğun bir köşesine sersem bir şekilde oturdu. Birazdan yemek gelir atıştırır, hemen derse başlarım diye düşünüyordu. Fakat ortada yemeğe yönelik hiçbir eylem yoktu. Biraz sinirlenir gibi:
– Beni bunun için mi çağırdın? diyerek ablasına çıkıştı. Ablası:
–Ee, ne var ki! Hazırlarız hemen bir şeyler, dedi.
Ablasını biliyordu. Her zamanki haliydi. Bir şeyler yapmak için vakti de olsa hep birileri gerekirdi. Aşırı üşengeçti. En çok da olduğu yerde uzanıp iki parmağının arasına aldığı sakızı yuvarlarken geri kalanını emmeyi severdi. Eşi de kendisinden geri kalmazdı. Birbirlerini yadırgamaz görünürlerdi.
Bir şeyler hazırlamak için mutfağa doğru yürüdü. Mutfak kapısından daha girmemişti ki yukarıdan bir patlama sesi duyuldu. Odasına birisinin girdiğini düşünüp korkarken karşı komşu:
–Eviniz yanıyor! diye bağırdı.
Ayağına ayakkabı bile giymeden koşarak merdivenleri bir solukta çıktı. Gördüğü manzara karşısında dondu kaldı. Yangının bu kadar büyük olabileceğini hiç düşünmemişti. O küçük odanın iki penceresi ve kapısı alev kusuyordu. Orada derme çatma bir oda yanmıyor adeta koca bir ejderha alev püskürüyordu. Etrafında kendisiyle beraber herkes alevlere kitlenmiş öylece kalakalmışlardı. Alevler yandaki evi de sarmaya başlayınca o an şoktan çıktı. Etrafına yalvarırcasına haykırdı:
–Ne olur bir şeyler yapın. Su getirin! Söndürelim şu yangını. Komşular harekete geçtiler. Birisi evinin musluğuna hortum bağlayarak yukarıya uzattı. Fakat hortumun suyu yangının büyüklüğü karşısında çöle düşen bir damla gibi kalıyordu. Genç, odanın içinde yananları düşündükçe hıçkırarak ağlamaya başladı. Belki bir şeyler kurtarırım düşüncesiyle kendini alevlerin içine atmak için hamle yapıyor fakat yanındakiler iki kolundan tutarak engelliyorlardı. Etraf hayli kalabalıktı. Gören, duyan herkes gelmişti. Polisi, ambulansı, itfaiyesi hepsi oradaydı. İtfaiyeciler yangını söndürmeye uğraşırken komşular genç kızı sakinleştirmeye çalışıyorlardı:
–Cana geleceğine mala gelsin.
–Yerine yenileri gelir.
–Yarın daha iyilerini alırsın.
–………….
Annesi geldi. Onu sararak kucağına bastı:
–Yavrum, kuzum, sana bir şey olmadı ya, canın sağolsun.
–…………..
Yangın gece saat ona doğru söndürülmüş, itfaiye, polis , ambulans, komşular, kimse kalmamıştı. Ağlamaktan yorgun düşmüştü. Bir an önce sabah olsun istiyordu. Belki bazı şeyler yanmadan söndürülmüştü. Gece uyuyamadı. Sabahın erken vaktinde herkes uyurken yangın enkazı olan odasını görmek için yukarı çıktı. Her taraf simsiyahtı.
Belki, o çok sevdiği saten kurdeleli ayakkabısı yanmamıştı. Belki, parasını zorluklarla biriktirip aldığı deri çizmesi zarar görmemişti. Belki, avukat cübbesini andıran, dışı siyah, içi kırmızı montu yanmamıştı. Belki, rengârenk elbiselerine bir şey olmamıştı. Belki,belki,belki..
Simsiyah olmuş odadan içeri girdi. Bir ayna parçası buldu. Aynayı yüzüne tuttu. Korktu. Göz kapakları alttan ve üstten olabildiğince şişmişti. Göz bebeği ince bir çizgiden görünüyordu.
Ayakkabılarını koyduğu yere baktı. Ne hikmetse kundurasının en çok sevdiği kısmı, saten kurdelesi kalmıştı küçük bir parçanın üstünde, çizmesinin ise sadece topuğu. Sandığın üstünde bir kısmı yanmış yatakların ortasına sakladığı sigarasını çıkardı. Paketin dışı biraz ıslaktı. İçinden kuru olanından bir tane çıkarıp yaktı. Gardırobun demirleri ayaktaydı hâlâ. Yine belki, dedi. Yazlıklarını özenle koyduğu valize baktı. Kenarları yanmıştı. İçini açtı. Kıyafetlerini tek tek çıkarttı
Hepsi kenarlarından yanmıştı. Yanmayan tek bir şey vardı. O da kıyafetlerin tam ortasına sakladığı, babasının artık kullanamadığı şapkasıydı onu yaşatan. Hiçbir şey kalmamıştı geriye bunlardan başka. Büyük ihtimalle soba içine sıkıştırılan parçalardan hava alamamış, hava deliğinden dışa çıkan alev parçası masanın örtüsünü tutuşturmuş, böylece yangın başlamış ve masanın üstündeki telefon da patlayarak yangının etrafa sıçramasını sağlamıştı. Ama yangının gerçek nedeni hiçbir zaman bulunamamıştı.Sevgili komşuları yardım amacıyla yıllardır giymedikleri ama atmaya da kıyamadıkları eski kıyafetleri getirmişlerdi. Burunları havaya kalkmış ayakkabılar, vatkalı gömlekler, uzun ve geniş pantolonlar hiç bir işine yaramamıştı. Gidenlerin yerine ne daha iyisi ne de daha yenisi gelmişti. Taa ki yıllar sonrasına kadar.