Site icon Teketek Haber

CENNETE DAİR

Babamın, kâğıt bulamadığı için okuyamadığı günlerin acısını, en kesif şekilde çıkardığı vakitlerdi. Bu acıyı; belki farkında olarak, belki de geçmişin onda bıraktığı izlerin kendi kendinin tedavisi niteliğinde herhangi bir bilince uğramadan tabii seyrinin gereği olarak; geçmişten, kâğıt paradan, yokluktan, varlıktan ve hatta kim bilebilir bazen de kâğıdın bizzat kendisinden öcünü alarak çıkartıyordu. Üstelik kâğıda karşılık kâğıt aldığı halde. Fakat görüldüğü üzere o, burasına hiç takılmıyordu ki bu alış verişten daima memnundu. Bütün ısrarlarımıza rağmen bu işi bırakmıyordu, bırakmayacaktı da. Hangi yara iyileşmekten vazgeçmiş ki? Fakat iyileşmekte görülen bir yara daha ağır bir yaraya sebep olabilir mi? Benim hayatım iyileştiği sanılan, iyi olduğu sanılan yaraların bende daha da derinleşerek adeta kangrene dönüşmesinin öyküsünden oluşuyordu.
Evet, ben herhangi bir uzuvda meydana gelen yahut aşktan, ayrılıktan dolayı gönülde meydana gelmiş bir yaradan öte, bir milletin yarasıyım. Birbirlerini anlama gereği duymayan, birbirlerinin hislerine saygı ile eğilmeyen, nefeslerini hissedecek kadar yakın olup, onu hızlandıran veyahut yavaşlatan saikleri bilmeyen bir milletin; umut eden, korkan, düşünen, susan, konuşan bir yarası. Bütün bir milletin hastalıklarından oluşan, bu hastalıkların farkında olmakla birlikte onların bir bütün şeklinde yeni bir terkibi olması dolayısı ile tedavisi mümkün görünmeyen bir yara.
Babam, kâğıt topladığı vakitlerin birinde, üstelik işini kendi mahallemizde icra ederken keşfettiği bir ayakkabıyı evimize getirmesi ile ilk vurucu darbe hiç insaf etmeden kalbime inmişti.
Öz muhitimizde bulunduğunu bilmeden giydiğim bu ayakkabının, mahallemizin tek ilkokulunda onun öz sahibi ile karşılaşabileceğimin düşünülmemesinin yanı sıra, o ayakkabının sahibinin de diğer bütün ortak arkadaşlarımızın içindeyken, ikimizin de ortak arkadaşı olan Ali’nin artık daha fazla dayanamayıp;
—Dünyada o ayakkabıdan bir sende mi var ?
İhtarının etkisi ile, ilminin mağrurluğunu iliklerine kadar yaşayan bir bilim adamı gibi ayağımdaki ayakkabı ile çöpe bırakılan ayakkabının arasındaki benzerliklerin delilini sayıp dökmeye müsaade bulamadan;
— O ayakkabı benimdi, biz çöpe attık, sözünün bütün bir kâinatta yankılanıp bana geri dönmesi itimalinin bir çocuğun en güzel çağlarında vücuda gelmesi bunun bir kanıtı olmayabilir.
Fakat ayakkabının sahibi olan arkadaşımın ailesinin o ayakkabıyı, sonradan öğrendiğim üzere, çöpün içine değil de ihtiyaç sahiplerinin alması için yanına koymasındaki düşünceyle, şimdi biz bu ayakkabıyı buraya koyarsak büyük olasılıkla bu ayakkabıyı bu mahallenin sakinlerinden oğlumuz ile aynı yaşta oğlu olabilecek biri alacak ve eski ayakkabıların yeni sahibi ile eski sahibi olan oğlumuz karşılaşınca ihtimal bir maraz çıkacak düşüncesi bir araya gelmeyip Oskarlık bir filmin sahnesi gibi hayatıma perdelenişi bunun bir kanıtı değil mi?
Elbette ki bu ve buna benzer yaşadıklarımdan ötürü ne babamı, ne o arkadaşımı ne de diğer insanları suçluyorum. Tek suçlunun makineyi yapay zekâ seviyesine yükseltirken hiç gereği yokken insanı da makine seviyesine indirenler olduğunu bildiğim halde onları nasıl suçlardım ki ?
Erzakların bize geldiği günden bir kaç gün evvel, yani hocamız meseleyi ilk açtığı zaman bu hadiseyi paylaştığım annem, benim meseleyi duyduğum ilk anki hislerin kuşatması altında ve onlarla giriştiği mukavemette zorlandığı yüzünden okunurken;
—Keşke kabul etmeseydin, dedi.

Elbette bunu yapılan iyiliği yok etmek istercesine değil de, bu yardımdan sonra sınıftaki vaziyetimden dolayı dile getirmişti. Hem bütün ısrarlarına rağmen, o meş’um ayakkabıyı bir defa giyip okuldan döndüğüm gün bir daha kimsenin giymemesini istercesine makasla parçalamamdan okulda bir şeyler olduğunu hissetmiş, “Artık bana eski ayakkabı getirmeyin!” diyerek olayı bir daha anmayı bile istemediğimi haykırmamış mıydım? Aslında erzaka ihtiyacımız olduğunu o da bilmiyor değildi.
Fakat dediğim gibi ana yüreği işte, arkadaşlarımın yanında mahcup olmamı görmeye dayanamazdı. Şöyle bir durdu, gözleri ile yaşanacak, yaşanabilecek olayları düşündü. Bana bir cevap vermesi gerektiğini biliyordu. Terazisinde ağır gelen, yapılan iyiliği heba etmeme kütlesinin cihetinde cevap vererek, bu iyiliği kabul etmişti. Etmek zorunda kalmıştı. Benim gibi yapmıştı. Daha doğrusu ben onun gibi yapmıştım. Zaten yıllarca kendim olamayışımın sebebi bir başkası gibi düşünmek değil miydi?
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde görünenin aksine bu düşüncenin o kadar da kötü olmadığını hayat tecrübelerim ile öğrenmiştim. Fakat bütün düşünceler gibi bu düşünce de kendi başına o kadar eksikti ki yüceliğin ufkunda aşağılık bir konumdan öteye gidemiyordu. Oysa herkes bir başkasını düşünse, daha özel tabirle muhatabının hislerine önem verse, düşünce fikre dönüşümünü tamamlayacak ve iade-i itibarla yüceliğin tahtına oturacaktı. Muhakkak ki zemini kaybetmiş bu sebeple de boşlukta asılı kalan bir düşünceye fikir denilemezdi. Ben de o zamanlar karşımdakinin düşüncesiyle hareket etmeyi bir refleks hâline getirdiğimden ötürüdür ki düşünceme bir alt yapı oluşturamıyor yahut var olan alt yapıyı, kullanılmadığı için tozlanan herhangi bir eşyanın asıl renklerinin görülmemesi gibi, göremiyordum.
O yaşlarımda kalbimin yahut kafamın içinde var olanları tam anlamı ile hatırlayamadığım gibi şimdi buradan bakınca koca bir boşluğun içinde bu boşluğu kabullenmişçesine kütlemin götürdüğü yere daha doğrusu nerenin çekim kuvveti daha fazla ise oraya yöneldiğimi görüyorum. Bir de perdeler arkasına mahpus ufak tefek bir his, bir fikrin cenin şekli. Ne kadar da cılız!
Cebimde ne kadar olduğundan emin değilim ama ihtimal ki bir tost bir ayran alacak kadar param var. Yabancısı olduğum bir mekânın yabancısı olmanın gereği ile en arka sırada kalmış daha doğrusu en arka sıraya itildiğimden derse geç kalmıştım. Fevri olarak sınıfa doğru hareket ederken bir yandan da tostuma karşı meydana gelecek saygısızlığın telafisi ve içinde bulunduğum mecburiyeti ona anlatmak adına bir kaç ufak ısırıkla özür diliyordum. Sınıfın kapısını vurduktan hemen sonra açıp içeri girdiğimde sıcacık tostun elimde bıraktığı hissi unutturan tebessümü ile tostumdan sonra onun da gönlünü almama fırsat vermeden;
—Dışarıda ye de gel!, diyerek, hem tostumun hem de benim gönlümü aldı.
Sınıfın kapısı kendi irademle bir mekâna kapanıyor. Buna müsavi iradem dışında başka bir kapı içimden mahcubiyetin sahasına açılıp bende aceleci bir hal ile vücut bulurken bir yandan da tost, ayran ikilisinin damağımda bıraktığı hazzın çehremde oluşturduğu tezahüre ek olarak onun sınıfa sunduğu dünyaya sağır ve bihaber vaziyete bürünüyordum. Ve az önce vuku bulan hadisenin ve bihaberliliğimin yüzümdeki yansıması ile derse girdim. Derse ve derste yaşadıklarıma dair pek bir şey hatırlamayışımı herhangi bir anormalliğin zuhura gelmemesine bağlıyorum. Fakat dersin sonunda onun beni yanına hususi olarak çağırdığını ve bana sınıfça bir karar alındığını ve her ay sınıftan bir aileye, sınıfın topladığı erzaklardan yardım yapılacağını ve ilk ayın yardımının bana yapılacağını söylediğini çok iyi hatırlıyorum.

O an aklıma, maddi sıkıntılarım yüzünden derste, benimle ilgili konuşulduğu ve yardımların bana özel yapılacağı, olmadı en fazla benimle beraber bir iki kişiye daha yardım yapılsa da asıl aktörün şahsımın olduğu sahne düşerken, hocamızın bu iyiliğini reddetmenin onda ruhi anlamda oluşabilecek kırılganlığın “Bu devirde kimseye iyilik etmeyeceksin.” fikirsizliğine dökülmemesi için bir şey demedim. Yani bu teklifi kabul ettim.
Bir gün bir insan gelir ve bir fiil işler ki bu o güne kadar şahit olunmuş bütün filleri aciz bırakarak dokunduğu ne varsa hepsini saf saf harekete geçirir. Önceki bütün hareketlerden farklıdır. Çünkü bu hareket diğerleri gibi serkeş bir refleksten öte ihtişam ve intizamın evladı olan bir fikrî alt yapıya sahiptir. İşte o zaman her şey ama her şey tepe taklak olur.
Muhammed hem köylümüz hem sınıf arkadaşım hem de komşumuzdur. Erzakları, bir öğle vakti meşhur yokuştan aşağı istikamette beraberce bizim eve taşırken “Acaba bu yardımlar kime yapılacak?” dediğinde, anladım ki ortak noktalarımızın bir hayli fazla olduğu kişinin, yardımın bana yapılacağından haberi yoktu. Lakin nasıl haberi olmazdı? Acaba o gün okula gelmemiş miydi? Ama o da erzak yardımında bulunmuştu. Muhakkak daha sonra da olsa erzakların kime gideceğini duyması gerekirdi. Acaba biri yardımın mahiyetini kavramış bir şekilde yardımın kime olacağını ona söylememiş miydi? Pascal’ın kendi adı ile anılan meşhur üçgeni misali birbiri ardına artan ve genişleyen suallerden kurtulmanın tek yolu vardı elbette.
—Sen o gün derste değil miydin?, dedim.
Doğal olarak,
—Hangi derste?, cevabı gelince, erzakları yere koyup,
—Hocanın yardım yapılacağını söylediği derste, diyerek karşılık verdim. Fakat Muhammed’den;
—Hoca yardımın kime yapılacağını söylemedi ki, cevabının doğal afetleri aşan beklenmezliği ile henüz afallamışken, devam edip;
—Peki sen o gün derste değil miydin?, sualine verilecek, verilmesi gereken cevabı, şaşkına uğramış beynimin kıvrımlarında aradığım sırada,
—Doğru ya! Sen o gün geç gelmiştin, demesi ile beynime tekrar kan akışı sağlanmıştı ki, erzakları yerden kaldırıp bütün bir olayı yeniden tanımlamaya çalışmamla beraber bu yeni tanımın doğrultusunda hocamızın da derste söylediği gibi bizim evin yardım yapılacaklara yardımların toplandığı bir nevi üs olarak kullanılması hakikatinde de birleştiğimizde, neredeyse eve ulaşmak üzereydik. Ertesi günler yardımın kime yapılacağının muammasına bütün sınıfın sahip olduğuna dair birçok olay yaşadım.
Hakikati öğrendiğim günün gecesinde bu cennetten geldiğine kani olduğum kadının yaptığı yüceliği nefes nefese anneme anlatınca; onunla tanışmak istediğini, bir öğle yemeğine davet etmemizin gerektiğini söylemesinin ardından, benim bir şey söylememe gerek kalmadan, o, dünyamıza nazil olduğu yerin icabı bütün sınıftakilerin evlerine gideceğini duyurmuştu bile. Ve sanırsam bu sefer ilk olarak bizim evimizi şereflendirdiği gibi gidebildiği bütün evleri ziyaret etti.
Bu yaşananların ardından, tam dokuz yıl sonra, Muhammed ile yaptığımız hasbıhalde dokuz yıl önceki konuyu bir puzzle şeklinde açtığımda, yardımların bize yapıldığı hakikatini açıklayana kadar Muhammed’in bundan haberi yoktu.
Ve artık iyice anlıyordum ki; hocamız bize erzaktan öte fikir vermişti…

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version