Site icon Teketek Haber

Dünyanın varlığı ve yokluğu eşit olmak

Biri sâlikin nazarında fâni, buğzedilen, leş gibi kokmuş, hakir, büyüleyici, fitneci, hileci ve mezmûm olan bu dünyanın varlığı ile yokluğu eşit olmalıdır.

Bu dünya ahiretin küçük bir tarlası olarak yaratılmıştır. Peki, öyleyse, sana dünyaya meyletmen yakışır mı? Zaten dünya beka ve safa yurdu değil ki. Eğer ahiret ehlinden olmak istersen, dünya sana haramdır. Hele hele ehlüllah zümresinden olmayı istersen, sana dünya da ahirette de haramdır. Her ikisin de haram olduğu Kur’an ve hadisin delaletiyle sabittir. Bununla beraber, eğer helalinden alıp infak mahalline harcadıysan, elinde dünyalık bulunması sana zarar vermez. Aksi halde, dünyalıklar seni helak eden şerre dönüşür.

Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Dünyaya dalmadıkları, sultanla haşir neşir olmadıkları sürece, âlimler Resullerin eminidirler. Ama âlimler dünyaya dalarsa, dininizi onlardan koruyunuz.”[1]

Eserde şöyle vârid oldu: Dünyalıklarından azalan şeylere aldırış etmedikleri müddetçe, “La ilahe illallah” kelimesi, kullarından Allah’ın gazabını defetmeye devam eder. Fakat bu seviyede değillerse, “La ilahe illallah” deseler bile, Allah “Yalan söylüyorsunuz. Sözünüze sadakat göstermiyorsunuz.” diye karşılık verir.

Sehl bin Abdullah şöyle söyler: “Akıl için kullanılan bin isim vardır. Bunların her biri için de kullanılan bin isim vardır. Bütün isimlerin birincisi ise, terk-i terki’d-dünyadır.”

Denir ki, “Dünyada zühd ismiyle isimlendirilen kişi, övülen bin isimle isimlenir. Dünyada rağbet ismi ile isimlendirilen kişi ise, mezmûm bin isimle isimlenir.”

Seriyyü’s-Sakatî şöyle söyler: “Zühd dünyadaki her şeyi terk edebilmektir; malı, makamı, insanlar arasında mevki sevdası, övülme ve methedilme sevgisi gibi bütün hazları terk edebilmektir.” Sona erdi

Meşârık‘da uzun, hayret verici ve sâliklere faydalı bir hadis var. Bu hadisi her ihlaslı mümin, ilmiyle amel eden âlim, sâdık talip istifade etsin diye bu risaleye yazmak istedim.

Ebu Hureyre (r.a) rivayetine göre, Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: Benî İsrail içerisinde biri abraş (cilt hastası), biri kel, biri de kör olmak üzere üç kişi vardı. Allah Teâlâ bunları imtihan etmek istedi, bir melek gönderdi. Melek önce abraş olana gelip, “En çok neyi seversin?” diye sordu. Abraş “Güzel bir ten rengi, pürüzsüz bir cilt ve insanların bende kusur gördüğü şeylerin gitmesini.” dedi. Melek eliyle mesh etti, bütün kusurları gitti, güzel bir ten rengi, pürüzsüz bir cilt verdi. Melek tekrar “En çok hangi malı seversin?” diye sorduğunda, adam “Deve” dedi. Hâmile bir deve verildi. Melek “Allah bu malı sana bereketli kılsın.” diye dua etti.

Melek daha sonra kel olana gelip “En çok neyi seversin?” diye sordu. Kel “Güzel bir saç ve insanların bende kusur gördüğü şeylerin gitmesi.” dedi. Ona da güzel bir saç verildi. Melek tekrar “En çok hangi malı seversin?” diye sorduğunda, adam “İnek” dedi. Hâmile bir inek verildi.

Melek en sonunda kör olana gelip “En çok neyi seversin?” diye sordu. Kör “Allah’ın bana gözümü iade edip insanları görebilmem.” dedi. Melek eliyle gözünü mesh etti, Allah tekrar görür hale getirdi. Melek “En çok hangi malı seversin?” diye sorduğunda, adam “Koyun.” dedi. Doğurgan bir koyun verildi.

Deve ve inek üredi de üredi, koyun da doğurdu da doğurdu. Birinin vadi dolusu devesi, diğerinin vadi dolusu ineği, öbürünü vadi dolusu koyunu oldu.

Bir müddet sonra melek önceki şekil ve heyetinde yeniden abraş olan adama uğradı. Melek “Ben miskin, fakir bir adamım. Yolculuğumda çaresiz kaldım. Bugün önce Allah, sonra senden başka çarem yok. Sana güzel ten, pürüzsüz cilt ve mal veren Allah aşkına, n’olur yolculuğumda maksadıma kavuşayım.” dedi. Adam “Çok hak var, çok.” dedi. Melek “Sanki ben seni tanıyor gibiyim. Sen abraş biri değil miydin? İnsanlar seni hor görmüyor muydu? Fakir biriyken Allah sana bol bol vermedi mi?” dedi. Adam “Bu mallar bana atadan, dededen miras kaldı, miras.” dedi. Melek “Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline geri çevirsin.” diye karşılık verdi.

Sonra melek kel olan adama uğradı. Abraşa dediklerinin aynısını ona da söyledi. Kel de abraşın verdiği cevapların aynısı verdi. Melek ona da “Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline geri çevirsin.” dedi.

Daha sonra melek önceki şekil ve heyetinde kör olan adama uğradı. Melek “Ben miskin, fakir bir adamım. Yolculuğumda çaresiz kaldım. Bugün önce Allah, sonra senden başka çarem yok. Sana gözünü geri iade eden ve koyun veren Allah aşkına, n’olur yolculuğumda maksadıma kavuşayım.” dedi. Adam “Evet, ben kör birisiydim, Allah gözlerimi geri verdi. Haydi, sen de, istediğini al, istediğini bırak. Vallahi, bugün sana hiçbir sıkıntı çıkarmayacağım. Zaten bunları Allah için elimde tutuyorum.” dedi. Melek “Malına sahip ol. Ama siz, hepiniz imtihan oldunuz. Allah senden razı olsun, ama diğer iki arkadaşına lanet olsun.”[2] dedi.

Şârih şöyle söyler: “Bu hadis, esasen nimetlere mazhar olduğunu söylemeyen kişinin en şiddetli cezayı hak edeceğine, veliyy-i nimetine şükredenin ise en büyük ikramlara mazhar olacağına işaret eder.”

Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Kişinin ailesi, malı, canı, çocuğu, komşusuyla ilgili maruz kaldığı fitnelere oruç, namaz, sadaka, iyiliği emretmesi ve kötülüğü nehyetmesi kefaret olur.”[3]

Şârih şöyle söyler: Yani, kişi bu hususlarda imtihanlara maruz kalır. Bütün bunların haklarının ödenip ödenmediği sorulur. Bazen bu hususlardaki kusurları sebebiyle günahlar hâsıl olur. O zaman iyiliklerle kefaret edilmesi, ödenmesi gerekir. Tıpkı Allah Teâlâ’nın اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّپَاتِ “İyilikler kötülükleri giderir, telafi eder.”[4] buyurması misali.

Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Hanginize vârisin malı kendi malından daha sevimlidir.” Sahabiler, “Ey Allah’ın Resulü! Elbette istisnasız herkese kendi malı, varisinin malından daha sevimlidir.” dediler. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Kendi malı takdim ettikleri, vârisin mâlı ise tehir ettikleridir.”

Şârih şöyle söyler: “Yani, kendine fayda sağlayan mal, ölmeden önce takdim ettikleri, sadaka verdikleri, infak ettikleridir. Vârisinin malı ise tehir ettikleridir. Sözün özü vârisin istifade ettikleri, kendisinin ise hesaba çekildikleridir.”

Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Yanında vasiyeti olmaksızın üç gece geçirmesi, Müslümana bir kişiye yakışmaz.”[5]

Şârih şöyle söyler: “Yani, yanında vasiyeti yazılı bir şekilde gecelerini geçirir. Çünkü ölümün ne zaman geleceğini bilemez.”

Peygamberimiz (s.a.v) Ebu Hureyre’ye şöyle tavsiyede bulunur: Ey Ebu Hureyre! Sen insanların dehşete düştükleri zaman endişeye bile kapılmayan, insanların Cehennemden kurtuluşu talep ettiği zaman bile, korku nedir bilmeyen topluluğun yolunda ol. Ebu Hureyre, “Ey Allah’ın Resulü, kim onlar? Anlat ki, özelliklerinden bahset ki, ben de onları tanıyabileyim.” diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.v) “Ahir zamanda ümmetimden bir topluluk kıyamet günü haşir olurlar, nebiler de haşir olurlar. İnsanlar onlara baktıklarında hallerini görmelerinden dolayı, onları enbiya zannederler. Ama ben onları tanırım. Ümmetim, ümmetim, derim. İşte o zaman insanlar onların peygamber olmadığını anlarlar. Onlar yıldırım gibi, rüzgar gibi geçip giderler, nurlarından Cennet ehlinin gözleri kamaşır.” Ebu Hureyre, “Ey Allah’ın Resulü, amellerinin aynısını bana da emret ki, onlara yetişebileyim.” dedi. Peygamberimiz (s.a.v), “Ey Ebu Hureyre, bu topluluk zor bir yola girdiler, nebilerin derecesine erdiler, Allah doyurduktan sonra açlığı, giydirdikten sonra çıplaklığı, kana kana sularını içirdikten sonra susuzluğu tercih ettiler. Onlara ne mutlu. Allah katındakileri umarak bütün bunları terk ettiler. Hesabını düşünerek helali bile bıraktılar. Bedenleriyle dünyaya eşlik etseler bile, dünyalık bir şeyle meşgul olmadılar. Nebiler ve melekler Rablerine itaatlerine gıpta ettiler. Onlara ne mutlu, onlara ne mutlu. Allah’tan benimle onları buluşturmasını çok isterim.” Sonra Peygamberimiz (s.a.v) onlara olan özleminden dolayı ağladı. Akabinde şöyle buyurdu: “Allah yeryüzü halkına azap etmek istediği zaman, onlara bakar bakmaz, azabını geri çevirir. Ey Ebu Hureyre! Onların yolunu tut. Onların yoluna muhalefet edenler ise, hesabın şiddetinde bitkin düşerler.”[6] Bu bilgiler Şeyh Muhiddin’in el-Mevizetü’l-hasene kitabında bulunur.

[1] Zebidî, I, 138; Hindî, X, 183.

[2] Buhârî, Enbiyâ, 51; Müslim, Zühd, 10.

[3] Buhârî, Mevâkît, 4; Fiten, 17; Müslim, İman, 231.

[4] Hûd, 11/l14.

[5] Nesaî, Vesayâ, 1; Ahmed bin Hanbel, II, 4, 34.

[6] Hindî, III, 728.

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version