Peygamberimiz (s.a.v) kırk yaşına ulaşınca, resul olarak gönderildi, vahiy geldi. Ramazan ayının on sekizinci günü pazartesiydi. Vahiy ilk önce sâdık rüya şeklinde başladı. Peygamberimizin (s.a.v) gördüğü rüyalar, sabah aydınlığı kadar netti. Akabinde halvet (yalnızlık) sevimli gelmeye başladı. Hıra mağarasında halvete çekildi, pekçok gece orada ibadet etti. Azığını götürürdü. Vahiy meleği de, Hıra dağındaki mağarada geldi.
Büyük bir zat şöyle söyler: “Peygamberimiz (s.a.v) nübüvvetten önce kırk sene Allah Teâlâ’ya tâatte hep gayret gösterdi. Gece uyanıklığı uzayınca, kalbinde Allah iştiyakı ağır bastı. Artık hep hüzünlü, sürekli tefekkür halindeydi. Amcası Hamza (r.a) kız kardeşi Âtike’ye (r.a), ‘Muhammedü’l-Emin’e n’oldu? Beti benzi soldu, hep düşünceli görüyorum.’ demişti. Akabinde, ‘Bir kederin, bir hastalığın varsa, bize söyle.’ demiş, ama cevap alamamışlardı. Hatta ‘Bize açılamadı, ama belki dostu Hz. Ebu Bekir’e (r.a) sırrını söyler’ diye düşünmüşlerdi. Hz. Ebu Bekir halini sorunca, ‘Ey Ebu Bekir! Kalp ıstıraplı, nefis yanmış kavrulmuş. Sükûnetim nasıl alındı, yüzüm nasıl sarardı farkında bile değilim.’ Peşine tekrar Hıra mağarasına doğru yöneldi. Yüzünü toprağa sürdü, hıçkıra hıçkıra ağladı, Allah’a dua dua yalvardı. O esnada gökyüzünün bütün melekleri, güzel gözlü huriler hep birlikte şöyle çığlık attılar. ‘Müştak bir kulun iniltilerini duyuyoruz, aman Allah’ım aman.’ Allah Teâlâ hemen Cebrail’e (a.s) ‘Git habibime, selâmı söyle’ diye vahyetti. Cebrail (a.s) derhal geldi, daha semadayken çığlık kopardı. Peygamberimiz (s.a.v) beyaz elbiseli, yeri-semayı, bütün ufku kaplayan bir şahıs gördü. ‘Oku’ dediğinde, Peygamberimiz ‘Ben okuma bilmem’” buyurdu. Kısa keselim, kıssa meşhur.
Zünnûn Mısrî şöyle söyler: “İhlasa halvetten daha iyi götüren bir şey bilmiyorum. Halveti seven, ihlâs sütunlarına tutunmuş, sıdk rükünlerinden birine yapışmıştır.”
Şeyh Şiblî (r.h) tavsiyesini almak isteyen bir adama şöyle söyler: “Vahdete devam et, toplumdan ismini sil, ölene kadar hep duvara yönel, yani halvette kal.”
Yahya bin Muâz şöyle söyler. “Vahdet sıddîklerin arzusudur. Bazı insanların içinden halvet sesi dalga dalga yayılır, nefis de bu sese kapılır gider. İşte bu en tammı, en mükemmeli, istidat kemalinin en belirgin göstergesidir.”
Şeyh Muhyiddin (k.s) şöyle söyler: “Halktan uzaklaştığında, tevhîdin ve imanın artar. Kendinden uzaklaştığında da yakînin güçlenir. Ey ruhani zevklerin, ibadetlerin esîri, ey makamların, keşiflerin esîri! Sen aldanmışsın. Sen Allah’ı bırakmış, kendinle meşgul olmuşsun. Heyhat, kendini bırakıp Allah’la meşgul olmak nerede! Hâlbuki O hazır ve nâzırdır. Dünyada, ahirette nerede olursan ol, O hep seninledir.”
Yine o şöyle söyler: “Bedeni çarşılarda olsa bile, kalbiyle uzlette olan niceleri var. Maalesef tam tersi, bedeni uzlette bile olsa, kalbi çarşılarda olan niceleri de var. Bazıları insanların kendine vereceği şerden korktukları için uzlete çekilirler, bazıları da kendi nefsi hakkında kötü düşünerek kendisinin insanlara vereceği şerden korktukları için uzlete çekilirler. Elbette birinciye göre ikincisi daha yüce bir düşüncedir. Bazıları ise Allah Teâlâ ile sohbeti tercih ettikleri için uzlete çekilirler. Bunlar toplulukta da olsa yine uzleti gerçekleştirirler. İşte bunlar hakkıyla ricâlullah olanlardır. Uzletin en yücesi, Sûfiyenin maruf halveti olan uzletteki uzlettir. Uzleti devamlı yapmaya imkân bulamayan kişi, en azından her yıl bir süre uzlet yapsın. Kâmil bir şeyhi olmayan kişi, halvete girmekten sakınsın.”
Şehy Ömer Suhreverdî (k.s) şöyle söyler: “Bazıları halvet ve erbâin usûlünde fahiş hata yaptılar, dejenere ettiler, Şeytana yol verdiler, gurura kapıldılar. Halvetin hakkını ihlâsla yerine getirme hususunda sağlam bir temelden yoksun halvete girdiler. Sadece meşayih ve Sûfiyenin halvetleri olduğunu, halvetlerinde olağanüstü haller zuhur edip acâip-garâip şeyler keşif olunduğunu duydular. Sırf bu sebeple halvete girdiler. Bu, bir hastalık kaynağı, mutlak sapıklıktır. Bazıları da dinin selâmeti, nefsin hallerini araştırma, Allah’a ihlaslı amel etmek için halveti tercih ettiler.”
Şeyh Muhammed bin Hâmid (Somuncu Baba) şöyle söyler: Bir adam Ebu Bekir Verrâk’ı ziyarete geldi. ‘Bana tavsiyede bulun.’ dediğinde, ‘Dünya ve ahiret hayrını halvette ve kıllette buldum. Dünya ve ahiret şerlerini ise, ihtilat ve kesrette buldum.’ cevabını verir.
Bir topluluk fitneye duçar oldular. Çünkü şartlarına riayet etmeksizin halvete girdiler. Rasgele bir zikre yöneldiler. Uzletle kendilerini halktan korudular. Ruhban, Brahman ve felsefecilerin yaptığı gibi, havasla uğraşmayı yasakladılar.
Yalnızlık ve himmeti toplamanın bâtın temizliğinde mutlak tesiri vardır. Şer’î adabına uygun ve Peygamberimize (s.a.v) ittibadaki sadakatle olursa, kalbin aydınlanmasını, dünyada zühdü, zikrin tadını almayı, namaz, Kur’an tilâveti ve benzeri hususlarda Allah’a ihlâsla muamelede bulunma sonucunu doğurur. Aksine şer’i adabına uygun olmayan ve Peygamberimize ittibasız olursa, nefiste saflık sonucunu doğurur. Bu da felsefe ve dehriyyunun –Allah rezil rüsva etsin- önemsedikleri riyazi ilimleri öğrenmeye yardım eder. Bu ilimden Hıristiyan ve Brahmanların faydalanmalarında elbette mani yoktur. Ama halvetin amacı kesinlikle bu değildir. Aksine halvetin amacı istikamettir. Ehlüllahdan biri şöyle söyler: ‘Hak senden istikâmet ister, sen ise keramet bekliyorsun.’
Şer’i adabına uygun olmadan yapan kişiye açılan şeyler, hep Allah’tan uzaklaşmayı, gururu, ahmaklığı, insanlara tepeden bakmayı artırır. Sonuçta İslam bağını boynundan çıkarır. Artık hadleri de, ahkâmı da, haramı da, helali de inkâr eder. İbadetlerden maksadın sadece zikrullah olduğunu iddia eder, Peygamberimize (s.a.v) uymayı bırakır. Sonuçta aşama aşama ilhada ve zındıklığa kadar gider. Sapıklıktan Allah’a sığınırız.” Sühreverdi’nin sözü sona erdi.
Ey Allah yolunun yolcusu!
Bil ki, sana evlâ ve lâyık olan kâmil bir şeyhe sâhip olup sana halveti emrederse, halvete girmendir. Çünkü halvette usulüne riayet etmen şartıyla, hakikat sırrına ulaşmak isteyen kişi için pek çok hayır ve büyük tesir vardır.
Halvetin en büyük şartı, tek bir kişi bile olsa cemaatle namaz kılmaktır. Cemaatle namazı terk etmenin uğursuzluğu sebebiyle, halvete girenlerin çoğunun aklı bulanır, inancı sarsılır.
Eğer bir şeyh bulamazsan, halvete girme, insanlara fazla karışma, dini ve dünyevi zaruretler hariç onlardan ayrıl. Zaten zaruretler mahzurları mubah kılar. Herkes fıtratına göre davranır. Ameller niyetlere göredir.
Ehlüllah tarikinde en büyük esas şunlardır; 1) Nefsi terbiyeye gayret göstermek, 2) Sâdık niyet. Bundan dolayı, bu tâifeye “en-niyyeteyn” (iki niyet) denir. Sadece hüsn-i niyetle hareket ederler. Çoğu kullar amellerde mübalâğa eder, kendilerini zorlar ve yorarlar. Hâlbuki Allah amellerini kabul bile etmez. Üstelik bozuk niyetleri sebebiyle, gazap eder. Esasen nefis sâlikin bineğidir. Rıfkla, mubah hakkını ifa ederek binersen, amacına ulaşırsın. Aksi takdirde amacına ulaşamazsın. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Nefsin bineğindir. Ona yumuşak davran.”
Peygamberimizin (s.a.v) ümmetine kemal-i şefkat, rahmet, re’fetinden dolayı, ruhsatları ve amelde orta yolu emredip şöyle buyurdu: “İslam’da ruhbanlık yoktur.”[1] Sâlih sûfîler ise daha fazla gayret gösterdiler, hatta ifrat bile ettiler. Peygamberimiz (s.a.v) böyle kişileri methederken “Ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in Nebîleri gibidir.”[2] buyurur.
“Peki, neden bu zatlar Peygamberimizin (s.a.v) ruhsatıyla amel etmeyip orta yol sınırını aştılar?” diye sorarsan, “Ruhsatla amelin emredilmesi, zor olmaması için ümmetin avamına özgüdür. Mukarrebînin tariki ise azîmet tarikidir. Çünkü mukarrabûn kuvvetli olurlar. Melik’in nimetlerinden haz almayı bırak, elem duyarlar. Melik tarafından başlarına gelen belalardan ise haz alırlar. Yine de bizim gibilere, ruhbanlık değil, iktisatla amel etmek gerekir.”
Hâsıl-ı kelam, çeşitli yönlerden vahdetin kesrete fazileti sâbit oldu. Ama sen aile, evlâd, bağ-bahçe, meslek sâhibiysen, azalarını, kalbini korumak, dilin zikrederek kalbin huzur duyarak, elin mesleğini icra ederken Allah’tan gafil olmama şartıyla ihtiyaç nispetinde insanlara karışmanda bir beis yoktur. İşte böyle olduğunda, ismin insî, bedenin vahşî, kalbin arşî, sırrın ilahî olur. İnsan bedeni zayıftır, tabiatı medenîdir, şiddet ve ifrata gelmez. Halvetten inkıta edemez.
[1] İbn Sa’d, Tabakat, III, 287.
[2] Aclunî, II, 83.