Site icon Teketek Haber

İbrahim Alâeddin’in Lûtfiyye Hakkındaki Tenkitleri

İbrahim Alâeddin’in Lûtfiyye Hakkındaki Tenkitleri

Sünbülzâde Vehbî’nin Lûtfiyye’sini terbiye (eğitim) ve tahsil (öğrenim) yönünden ele alıp oldukça tafsilâtlı biçimde inceleyen yazarlarımızdan biri de İbrahim Alâeddin’dir. 1913-16 yılları arasında İsviçre’de psikoloji ve pedagoji tahsil eden, mezun olduktan sonra on sene boyunca Dârü’l-muallimîn-i Aliyye’de ilim dalıyla alâkalı dersler veren İbrahim Alâeddin (Gövsa, 1889-1949), Tedrîsât Mecmuasında yayımlanan “Sünbülzâde Vehbî’ye Nazaran Terbiye ve Tahsîl” başlıklı yazısında önce Lûtfiyye’yi iktibaslarla tanıtır; sonra şairin felsefe aleyhindeki sözlerini tenkide koyulur:

“Vehbî ve mensûb olduğu medrese nazarında felsefenin birtakım basmakalıp ıstılâhâtdan başka bir şey olmadığı tabîîdir. Dar bir softa kafasının hakîkati taharrîden nasıl ihtirâz etdiğini bu manzûme pekiyi gösteriyor. Bilhassa şer‘î hükümler için ‘Akıl evvel, nakil onunla müevveldir’ esâsına rağmen, nakle muhâlif olan fikirlerin akla muvâfık olsa da reddi lâzım geleceği hakkındaki beyit şâyân-ı ibretdir.”[1]

[Vehbî ve mensub olduğu medresenin fikrine göre felsefenin birtakım basmakalıp terimlerden başka bir şey olmadığı, olağandır. Dar bir softa kafasının hakikati araştırmaktan nasıl sakındığını bu manzume pekiyi gösteriyor. Bilhassa şer‘î hükümler için ‘Akıl önce (gelir), nakil (yoluyla aktarılan dinî hükümler) onunla tevil edilir’ esasına rağmen, nakle aykırı olan fikirlerin akla uygun olsa da reddedilmesi gerekeceği hakkındaki beyit ibrete lâyıktır.]

Vehbî’nin “ilm-i nücûm”u da iltifata değer bulmadığını kaydeden  İbrahim Alâeddin, hey’etin (astronominin) onlarca bilinen manasına ve eski kitaplardaki verilerine göre bu hükmün pek de haksız sayılamayacağını; aynı mazeretin felsefe, kimya gibi mahkûm ettiği ilim dalları hakkında da hatırlanabileceğini belirtir. Ancak onun çağındaki batı düşünürleri ve edebiyatçıları arasında bu kadar çocukça zihniyet taşıyan adamların bulunmadığı düşünülürse, son asırlarda geri kalışımızın sebeplerinden birinin anlaşılmış olacağını ifade eder. Sünbülzâde’nin gizli ilimler, o arada kimya hakkındaki yergi ve alaya almasını da nakleden makale sahibine göre bu durum, bizim âlimlerimizin, zamanlarındaki fikir ve kabullerden habersiz ve katmerli cahil olduklarını gösterir:

“İlm-i nücûmu da Vehbî sezâ-yı iltifât bulmuyor. Fi’l-hakîka hey’etin onlarca mâlûm olan medlûlüne ve eski kitablardaki mu‘tâlarına göre bu hüküm pek de haksız addolunamaz. Aynı mâzereti felsefe gibi, kimya gibi ilh. gibi mahkûm etdiği ilim şu‘beleri hakkında da hâtırlamak mümkündür. Ancak onun yaşadığı zamandaki garb mütefekkirîni ve üdebâsı arasında bu kadar çocukca zihniyet taşıyan adamların bulunmadığı düşünülürse, son asırlarda ne kadar müdhiş bir fark ile geri kaldığımızın sebeplerinden biri idrâk edilmiş olur zannederim.

Vehbî bundan sonra ulûm-ı hafiyye hakkındaki nasîhatlarına geçiyor. (…) Kimyâyı bu meyanda kimyâ-yı bâtıl sûretinde telâkkî ederek uzun uzun hiciv ve bir hikâye ile tehzîl etmesi, bizim ulemâmızın zamanları efkâr ve telâkkiyâtına karşı ne kadar gāfil ve ve cehl-i mürekkeb mânâsıyla ne derece câhil olduklarını gösterir. Üçüncü Selîm Avrupa terakkıyât ve teşkîlâtını memlekete idhâle çalışırken en sevdiği ve himâye etdiği bir şâirin bu derece geri bir zihniyetde olduğu düşünülür ve Vehbî gibi zevâtın o devirdeki en yüksek fikir erbâbımızı temsîl etdikleri de hâtırlanırsa, o zaman terakkî uğrundaki teşebbüslerin ne kadar gayr-ı şuûrî olduğu kolayca tahmîn olunabilir.”[2]

[Vehbî, astrolojiyi de dikkate yaraşır (ilgilenmeye uygun) bulmuyor. Doğrusu astronominin onlarca bilinmiş olan manasına ve eski kitaplardaki verilerine göre bu hüküm pek de haksız sayılamaz. Aynı mazereti felsefe gibi, kimya gibi vb. mahkûm ettiği ilim dalları hakkında da hatırlamak mümkündür. Ancak onun yaşadığı zamandaki Batı düşünürleri ve edebiyatçıları arasında bu kadar çocukça zihniyet taşıyan adamların bulunmadığı düşünülürse, son asırlarda ne kadar müthiş bir farkla geri kaldığımızın sebeplerinden biri anlaşılmış olur sanırım.

Vehbî bundan sonra gizli ilimler hakkındaki nasihatlarına geçiyor. (…) Kimyayı bu arada batıl kimya şeklinde kabul ederek uzun uzun yermesi ve bir hikâye ile alaya alması, bizim âlimlerimizin zamanları fikir ve kabullerinden ne kadar habersiz ve katmerli cahillik manasıyla ne derece cahil olduklarını gösterir. Üçüncü Selim Avrupa ilerlemeleri ve teşkilâtını memlekete dahil etmeye çalışırken, en sevdiği ve koruduğu bir şairin bu derece geri bir zihniyette olduğu düşünülür ve Vehbî gibi kişilerin o devirdeki en yüksek fikir sahiplerimizi temsil ettikleri de hatırlanırsa, o zaman ilerleme uğrundaki teşebbüslerin ne kadar şuursuzca olduğu kolayca tahmin olunabilir.]

İbrahim Alâeddin, söz konusu ettiğimiz yazısında, musikinin Vehbî’nin gözünde aslında değerli olmakla birlikte bu sanatla uğraşılmasının itibar düşürücü olarak gösterildiğini de belirtir:

“Mûsikî Nâbî’de olduğu gibi Vehbî nazarında da aslen kıymetli olmakla berâber iştigāli haysiyet-şiken olmak üzere gösterilmişdir. Fi’l-hakîka aramızda el-ân bile mûsikîyi ehl-i hevânın vesîle-i sefâheti ve ale’l-âde insanların sermâye-i maîşeti olmak üzere telâkkî ve mûsikî ile iştigāli bi’n-netîce hafif-meşreblik add edenler çokdur.”[3]

[Mûsikî, Nâbî’de olduğu gibi Vehbî’nin gözünde de aslında değerli olmakla beraber (bu sanatla) uğraşılması itibar düşürücü olmak üzere gösterilmiştir. Gerçekten aramızda şimdi bile müziği nefsinin isteklerine uyan haylazların sefahet sebebi ve sıradan insanların geçim sermayesi olmak üzere kabul edenler ve müzikle uğraşmayı sonuç olarak hafifmeşreplik sayanlar çoktur.]

Vehbî’nin Lûtfiyye’sine umumiyetle menfi gözle baktığı, yazısının bu nasihatnameye ayırdığı beş buçuk sayfasında onun konularını özetleme yanında sadece kusur ve noksan saydığı tarafları üzerinde durduğu görülen İbrâhim Alâeddin, eski adamlarımızın düşüncesinde tahsilin medreselerde okunan ve icazet almağa esas olan konulardan ibaret, değerli geçim vasıtalarının da ancak devlet işlerine has gibi olduğunu anlatır. Ona göre, bu zihniyetin asırlarca sürmesi, az-çok okuyan gençlerin hükûmet kapılarına koşmaları sonucunu vermiş; belirtilen anlayışın yaptığı kabuller de biraz seviyeli Türklerin üretim hayatından uzak yaşamalarına, millî servetin gayr-ı Müslim unsurların eline geçmesine sebeb olmuştur. Yazar, Vehbî gibi eski adamlarımızın sanatları cahillere has saydıklarını ve az-çok hor gördüklerini de belirtmektedir:

“Eski adamlarımızın nazarında tahsîl medreslerde okunan ve icâzet almağa esâs olan mevâddan ibâret olduğu gibi, kıymetli vesâ’it-i maîşet de ancak devlet işlerine münhasır gibidir. Bu zihniyetin asırlarca pâydâr kalması, az- çok okuyan gençlerin kâmilen hükûmet kapılarına koşmalarını intâc etmiş ve bütün bu anlayışın yapdığı telâkkiyât biraz seviyeli Türklerin istihsâl hayâtından uzak yaşamalarına, bilhassa istîlâ devirlerinden sonra millî servetin Müslüman olmayan unsurlar eline geçmesine sebeb olmuşdur. Onların nazarında hiref ve sanâyi‘ de cühelâya mahsus ve az-çok hakîr addedilen işlerdi. Nitekim Vehbî

Ba‘z-ı esnâf eder ammâ râhat

Hiç çekilmez hele züll-i hirfet

Yokdur anlarda muazzez bir ferd

Çün yiğitbaşıları baş nâmerd

mukaddimesiyle esnâfın ve san‘at erbâbının türlü kusurlarını tâdâd ediyor.”

İbrahim Alâeddin’e göre, hayatı böyle sınırlı ve hatalı gören Vehbî’nin aile ve evlilik hakkındaki düşüncesi Nâbî’nin Hayriyye’de yazdığından daha geniş ve dürüst değildir. Kadınlık hakkında şimdi izlerini gördükleri geleneğe bağlı düşünme tarzına Vehbî pek güzel tercüman olmaktadır. Bundan sonra Lûtfiyye’nin evliliğe dair bölümünden şu on iki beyti iktibas eden yazar, böylece fikrini desteklemeyi hedeflemektedir:

“Avrete virme hazer kıl ruhsat          Ki anun çoğı esîr-i fursat

Anları itme umûra mahrem               Çıkmasun taşraya hîç savt-ı harem

Ruhsat-ı fâhişedir ol ruhsat                Ki göre kâr-ı ricâl[i] avret

Mâkiyândan gelicek bâng-ı horûs     Olup ol hânenin ehli me’yûs

Şûm u idbârını cezm ile tamâm         Başını kesmeğe eyler ikdâm

Merd işine karışırsa nisvân                Çâresin görmelidir böyle hemân

Irz-ı İslâm’a yakışmaz aslâ                Zen-i küffâr olur öyle rüsvâ

İrtikâb eylemez ehl-i gayret               Ki ide ehline dâ’ir sohbet

Sonra lâyık mı lisâna düşmek            Ni‘met-i ırza köpekler üşmek

Ba‘zılar yazdı azâb-ı nârı                  Nâşize âteşe benzer karı

Çün Hudâ kıldı ricâli kavvâm           Olma mağlûb-ı zen-i bed-fercâm

Seni me’mûn u muvaffak ide Hak     Hânene gālib-i mutlak ide Hak”[4]

Yazarın Nâbî’nin Hayriyye’de yazdığından daha geniş ve dürüst bulmadığı, geleneğe bağlı düşünce tarzını pek güzel ifade ettiğini söylediği bu beyitleri günümüz Türkçesiyle şöyle nesre çevirebiliriz:

“Sakın kadına izin verme ki, onların çoğu fırsat düşkünüdür. Onları işlerine mahrem (sırdaş) etme; evinde haremin (kadın ve kızların oturduğu kısmın) sesi hiç dışarı çıkmasın. Erkeklerin işini kadının görmesi, ahlâka aykırı bir izindir. Tavuktan horoz sesi gelince, o evin sahibi ümitsizliğe düşüp bunun uğursuzluk ve bedbahtlığına kat’î karar vererek başını kesmeğe çalışır… Erkek işine kadınlar karışırsa, işte böyle hemen çaresine bakmak gerekir… Bu, İslâm namusuna yakışmaz, kâfirlerin kadınları öyle rezil olur… Gayret sahibi kişiler, (başkalarıyla kendi) hanımı hakkında konuşma kabahatini işlemez. Sonra dile düşmek, namus nimetine köpeklerin üşüşmesi yakışır mı?!.

Bazıları cehennem ateşinin azabını şöyle yazdılar: ‘Kocasına itaat etmeyen, düşmanlık ve muhalefet eden, ateşe benzer (yaşlı) kadın…’[5] Mademki, Allah erkekleri koruyup gözetici kıldı, o hâlde sonu kötü kadına mağlûp olma.[6] Allah seni emin, başarılı ve evinin mutlak galibi etsin!”

İbrahim Alâeddin, Sünbülzâde Vehbî’ye göre terbiye ve tahsil konusundaki makalesinin Lûtfiyye’ye ayırdığı sayfalarını şu hüküm cümleleriyle sona erdirmektedir:

“Bu kadarcık bir tahlîl bile göstermeğe kifâyet ediyor ki, Vehbî’nin Lûtfiyye’sinde zamânının telâkkîlerini, kıymetlerini manzum bir şekle koymakdan başka bir meziyet yokdur. Orada ne şahsî bir görüşe, ne de zamânının dar çerçevesinden sıyrılmış bir fikre tesâdüf edemiyoruz. Yüz sene evvelki Nâbî’nin Hayriyyesi nasıl bir kalıp mahsûlü ise Lûtfiyye de tıpkı onun gibi ve aynı kalıpdan dökülme bir eserdir. Başlarının muhteviyâtı bu kalıpdan dökülme şeylerden ibâret olan okumuş insanlara aramızda çok tesâdüf etdiğimiz için onların menbâlarını görmek mûcib-i ibretdir. Cıopşüncelerimizi kal‘ ve tard için istinâdgâhların kofluklarını teşrîh ve isbât etmeliyiz. Ben fikir târîhimizin bu vesîkalarını araşdırırken o ciheti de ihmâl etmemeğe çalışıyorum. Bugün otuz yaşını geçmiş hemen her tahsil gören zâtın hâfızasında Hayriyye ve Lûtfiyye’nin bâzı parçaları pâydârdır. Kāni‘ olmadığımız fikirlerin bile bâzan mâdûn-ı şuûrumuza sirâyet etdiği düşünülürse, yalnız medreselerde ve eski rüşdiyelerde değil, bir kısım i‘dâdîlerde bile senelerce okutulmuş olan bu kabîl kitabların zihniyetimizin teşekkülü üzerinde ne mühim izler bırakmış olacakları tahmîn edilebilir. Hâlbuki bu eserlerin nesl-i âtî için ancak birer vesîka olmakdan başka kıymetleri yokdur.”[7]

Makale sahibi, Vehbî’nin Lûtfiyye, Tuhfe ve Nuhbe adlı eserlerini tanıtıp tenkit ettiği yazısının sonunda bunların büyük bir emek ve gayret alâmeti olduğunu belirtir; fakat bütün o yazılar karşısında Fikret’in Nef’î’yi tasvir eden şiirinde geçen bir mısraı iktibas ederek Sünbülzâde’nin, kabiliyetini verimsiz bir zeminde harcadığını ileri sürmekten kendini alamaz:

“Görülüyor ki gerek Lûtfiyye, gerek Tuhfe ve Nuhbe büyük bir sa‘y ve himmet eseridir. Bunu takdîr etmekle berâber insan bütün o yazılar muvâcehesinde Fikret merhûma tebean ‘Fakat eyvah çorak yerde akıp gitmişsin!’ demekden men‘-i nefs edemez.”

Birçok aydın, şair ve yazarımızda olduğu gibi İbrahim Alâeddin’in de II. Meşrutiyet’ten sonra basın, yayın dünyasında şiir ve yazılarıyla ortaya koyduğu düşünceleri, Cumhuriyet’ten sonra bir hayli değişikliğe uğramıştır. Kendisinin 1925’te Lûtfiyye hakkındaki tenkitlerini yazarken, devrin İslâmî doğu kültürü dairesinden çıkarak ileri, medeni sayılan Batılı milletler dairesine girmeye yönelmiş resmî ideolojisinin tesiri altında ve tercihlerine uygun olarak faaliyet gösterdiğini göz önünde tutmak gerekir. (Onun Lûtfiyye’ye yönelttiği belli-başlı tenkitleri, yazımızın sonunda değerlendirmeye çalışacağız).

[1] İbrâhim Alâeddin, “Sünbülzâde Vehbî’ye Nazaran Terbiye ve Tahsîl”, Tedrîsât Mecmuası, Nisan 1341/ Nisan 1925, nr. 66, s. 211.

[2] İbrâhim Alâeddin, a.g.e., , s. 211-12.

[3] İbrâhim Alâeddin, a.g.e., , s. 213.

[4] İbrâhim Alâeddin, a.g.e., , s. 214.

[5]  Burada bazı İslâm büyüklerinden rivayet edilen “İyi bir erkeğin evinde kötü bir kadın, onun bu dünyadaki cehennemidir” mealindeki sözlere işaret ediliyor. Meselâ, Sâdî-i Şirâzî’nin Gülistân’ında şu manadaki beyitler vardır. “İyi erkeğin evinde kötü bir kadın, bu dünyada onun cehennemidir. Aman kötü yoldaştan sakın!.. Bizi cehennem azabından koru Rabbimiz!..” (Sadi, Gülistan, trc. Hikmet İlaydın, İstanbul 1991, s. 109, 343). Anılan beyitler, Lûtfiyye’nin “Hâtime” kısmında Vehbî’nin oğluna okumasını tavsiye ettiği eserlerden biri olan Ahlâk-ı Alâî’nin “Hıfz-ı Sıhhat-ı Nefs” konusundaki sekizinci babında da geçer.

[6] “Erkekler kadınlar üzerinde koruyup gözeticidir. Çünkü Allah insanların kimini, kimisinden üstün kılmıştır…” (Kur’an, “Nisâ”, 4/34) mealindeki ayete işaret ediliyor.

[7] İbrâhim Alâeddin, a.g.e., , s. 214-15.

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version