İnsanlarla beraber olduğun zaman, elbette hüsn-i muaşeret şarttır.
Kâdî İyâz, Şifâ adlı eserinde şöyle söyler: “İnsanî kemalât şubeleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat asılları üçe münhasırdır; 1) İtikadıntashihi, 2) Ahlakın tezhibi, 3) Hüsn-i muaşeret.”
Hz. Âişe’den (r.a) rivayetle, Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Mekârim-i ahlâk ondur. Bazıları babada bulunur oğulda bulunmaz, bazıları oğulda bulunur babada bulunmaz, bazıları kölede bulunur efendisinde bulunmaz. Allah saadeti murad ettiklerine taksim eder. Bunlar şunlardır; 1) Sözü doğru söylemek, 2) İnsanlara sadakatli olmak, 3) Komşusu ve arkadaşı açken tıka basa yememek, 4) Dilenciye sadaka vermek, 5) Yapılan işleri mükâfatlandırmak, 6) Emaneti muhafaza etmek, 7) Sıla-i rahimde bulunmak, 8) Arkadaşın sırrını korumak, 9) Misafiri güzel ağırlamak, 10) Ama hepsinin başı hayâdır.”[1]
Hz. Âişe’den (r.a) rivayetle, Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Güzel huylar Allah Teâlâ katında hazinelenmiştir. Allah bir kuluna hayır murad ettiği zaman, ona güzel bir huy verir.”
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”[2]
Başka bir rivayette Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Allah Teâlâ katında 117 güzel huy bulunur. Bir kişiye birini bile verse, Cennete girer.”[3]
“Cennete insanları en çok ne girdirir?” diye Peygamberimize (s.a.v) sorulduğunda, “Allah Teâlâ’ya takvalı olmak ve güzel ahlâktır.” buyurur. Peygamberimize (s.a.v) “Cehenneme insanları en çok ne girdirir?” diye sorulduğunda ise, “Dil ve namustur” buyurur.[4]
Ebu’d-Derdâ (r.a) şöyle söyler: Peygamberimizden (s.a.v) şöyle duydum: “Mizana güzel ahlâktan daha ağır hiçbir şey konulmaz. Güzel ahlâk sâhibi kişi, güzel ahlâkı sayesinde gündüz oruç tutan, gece namaz kılan kişilerin derecesine ulaşır.”[5]
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “İslâm güzel ahlâk ve güzel adapla çevrelenmiştir.”
Peygamberimizin (s.a.v) ahlakı şöyleydi: İnsanların en cömerdiydi. Bir dinarla, bir dirhemle bile geceyi geçirmezdi. Arta kalan parasını verecek birini bulamazsa, onu da vermeden evine girmezdi. Dünyalık yıllık yiyeceği hurma ve arpadan ne bulduysa oydu, daha fazlası değildi. Artanını Allah yolunda infak ederdi. Bir şey istendiğinde, mutlaka verirdi. Hatta yıllık zahrasından bile verdiği olurdu. Bu yüzden, yıl bitmeden zahrası tükenirdi. Pabuçlarını dikerdi, ev işlerine yardım ederdi, eşleriyle et doğrardı. İnsanların en hayâlısı, en tevazulusuydu. Hür, köle herkesin dâvetine icabet etmesi tevazuundandı. Bir yudum süt, bir tavşan uyluğu da olsa hediyeyi kabul ederdi. Hediyeye karşılık hediye verirdi. Hediyeden tadardı. Cariye de fakir de olsa davetine icabet edip büyüklük taslamazdı. Allah’ın salât ve selâmı ona, ailesine, ashâbına ve sünnetine tâbî olanlara olsun.
Amr bin Şuayb, babasından, babası da dedesinden rivayetle, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurur: “Karşılaştığın herkese selâm vermen, selâm verenin selâmını alman, meclis gerisinde oturmaya razı olman, övülmeyi, tezkiye edilmeyi, iyi anılmayı sevmemen tevazuun başıdır.”[6]
Ebu Hafs (r.h) şöyle söyler: “Kalbinin mütevazı olmasını arzu eden, sâlih kişilerle arkadaşlık etsin, saygılarında kusur etmesin. İçlerindeki aşırı tevazudan dolayı, onlara tabi olurlar, büyüklük taslamazlar.”
Denir ki, “İçindeki gizli duyguları bilen kişi, makama-mansıba hırs göstermez, hep tevazu yoluna sülûk eder. Kendini yeren kişiye, düşman kesilmez. Kendini öven kişiye değil, Allah’a şükreder.”
Sevrî (r.h) şöyle söyler: “Beş kişi dünyada halkın en azizidir; 1) Zahit âlim, 2) Sûfî fakîh, 3) Mütevazı zengin, 4) Şükreden fakir, 5) Sünnete bağlı şerefli kişi.”
Yûsuf bin Esbâd’a tevazuun nihai sınırı sorulduğunda “Evinden çıktığında karşılaştığın herkesi kendinden daha hayırlı görmendir.” diye cevap verir.
Zünnûn Mısrî (r.h) şöyle söyler: “Üç şey tevazuun alâmetlerindendir; 1) Kusurlarını bilerek kendini küçük görmek, 2) Tevhide hürmetten dolayı insanlara saygı göstermek, 3) Kim olursa olsun hakkı kabul etmek.”
Hakîmlerden biri şöyle söyler: “Anladık ki, cahil ve cimri bile olsa mütevazı kişi, âlim ve cömert bile olsa kibirli kişiden daha fazla övgüye layıktır.”
Hakîmlerden birine, “Hased edilmeyen bir nimet, başına gelene acınmayan bir belâ biliyor musun?” diye sorulduğunda, “Evet, o nimet tevazudur, o bela ise kibirdir.” diye cevap verir.
İbn Atâ (r.h) şöyle söyler: “Zillet ve inkisar bırakan bir masiyet, izzet ve üstünlük taslama bırakan bir tâattan daha hayırlıdır.”
Şeyh Muhyiddin (k.s) şöyle söyler: “Tâat bile olsa, mesrûr olduğun her şeyden kork. Masiyet bile olsa, vicdan azabı çektiğin hiçbir şeyden korkma.”
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Günah, ucuptan (kendini beğenme) hayırlıdır.”
Yine Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Günah işlemeseydiniz, yine de endişe ederdim. Günah işlemekten daha büyük olan şey, ucubtur, ucub.”[7]
Urve bin Zübeyr şöyle söyler: “Ömer bin Hattâb’ı (r.a) gördüm, omuzunda su kırbası vardı. ‘Ey Müminlerin Emiri! Bunu yapman gerekmez’ dediğimde, ‘Bana dinleyen ve itaat eden heyetler geldiğinde, nefsimde biraz ucub hissettim. İşte bu hissimi kırmak istiyorum.’ diye cevap verdi. Sonra da kırbayı Ensâr’dan bir kadının evine götürüp bir kaba boşalttı.”
Fudayl şöyle söyler: “Kendinde bir kıymet gören kişinin tevazudan nasibi yoktur.”
Ebu Yezîd şöyle söyler: “Mütevazı halkın içinde kendinden daha kötü birini görmeyen kişidir.”
Mücâhid şöyle söyler: “Allah Teâlâ Nuh kavmini boğduğu zaman bütün dağlar yükselirken Cudi dağı tevazu gösterdi. Bu yüzden Allah Teâlâ Nuh’un (a.s) gemisine Cudi dağını liman yaptı.”
Anlatılana göre, “Allah Teâlâ dağlara, ‘Ben sizden birinin üzerinde bir Nebî ile konuşacağım.’ diye vahyetti. Bütün dağlar uzayıp yükselirken, Tûr-i Sînâ tevazu gösterdi. Tevazuu sebebiyle Allah Teâlâ Tur-i Sina üzerinde Musa (a.s) ile konuştu.”
Ömer bin Abdülâziz hep toprağa secde ederdi. Minberde hutbe verirken elbisesinin yamalı olduğu söylenirdi. Mirası ise yirmi iki dirhem para, bir kaftan, bir gömlek, bir şalvar, bir sarık, bir fes, bir rida ve bir çift mestten ibaretti.
Rivayete göre, Bilâl-i Habeşî ile Ebu Zer tartıştılar. Ebu Zer Bilal’i zencilikle ayıpladığında, Bilal Peygamberimize (s.a.v) şikâyet etti. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ey Ebu Zer! Kalbinde câhiliye kibrinden bir şey kaldığını bilmiyordum.” Ebu Zer hemen yere yatıp Bilal yanağına basmadan başını kaldırmayacağına yemin etti. Bilal yapana kadar da başını kaldırmadı.[8]
Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre, Ömer bin Hattâb (r.a) halifeliği döneminde bir gün sırtında bir tutam odun yüküyle gelirken “Halifeye yol açın, yol.” diyordu.
Şiblî (r.h) şöyle söyler: “Benim tevazuum, Yahudilerin tevazuunu boşa çıkardı.”
Denir ki, “Tevazuun aslı ikidir; 1) Biri nefsi, nefsin pislik ve kirlerinin çokluğunu, zaaf, fakirlik, zelillik, mâsiyet, şehavata tabi olma misali eksikliklerini bilmek, 2) Diğeri ise Allah Teâlâ’nın azametini, insan kalbindeki kudretini bilerek hudulu, huşulu davranıp hem Allah’a hem de kullarına tevazulu olmaktır.”
Rivayete göre, Ömer bin Hattâb (r.a) yürürken çok hızlı idi. Hızlı yürüme hem ihtiyacı çabuk karşılar, hem de caka satıp kibirlenmekten uzak tutar.
[1] Hindî, III, 2.
[2] Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8.
[3] Münziri, III, 403; Hindî, XVI, 103.
[4] Münziri, III, 403; Hindî, XVI, 103.
[5] Tirmizî, Bir ve Sıla, 62; Zebidî, VII, 320; Hindî, III, 5.
[6] Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 82.
[7] Zebidî, VIII, 408; Münziri, III, 571.
[8] Buhârî, Îmân, 22; Edeb, 44; Müslim, Eyman, 38.