Site icon Teketek Haber

KIRSALDAN KENTSELE BAKIŞ VE SOSYO-KÜLTÜREL HAYAT

1932 – 1945’li yıllarda kırsalda geçti çocukluğum. İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk-kıtlık yıllarıydı. Almanlar Trakya’ya dayandığında ülkede seferberlik ilân edilmişti. Pervaneli uçakların sık-sık havada görülmesi, yüreklere korku salar, savaşı anımsatırdı. O günlerin yaşlı kuşakları genelde cepheden gelmiş gazilerdi. Uçak gürültüleri onların, savaştıkları cephelerle ilgili anılarını canlandırırdı. Savaşın korkunç yüzünü yaşayanlardan dinlemek, insanın içine korku salardı. Gazi, “ben Hicaz’da(…), Ben Yemen ‘de(…), Ben Sina’da(…), Ben Irak’ta(…), Ben Çanakkale’de(…)” Diye başladı mı? Cephenin trajik ve dramatik öyküleri, içinizi burkar; yüreğinizi sızlatır, nefretinizi kine, öfkenizi tepkiye dönüştürürdü. Bir an için insan olduğunuzu unutur, dinleme gücünüz biterdi. Savaşın gerçek yüzünü yaşayanlardan dinlemek belki bir şans, belki de hazin bir hüzündü. “Öf be! Ne de çok cephede savaşmış, Vatan ve Din uğruna kahramanca, yiğitçe… Benim ecdadım! Dünya acımasızca üstümüze karabasan gibi çullanmış;” eseflenmesini yaşardınız için-için…

Bir de o günü dededen, babadan yetim büyümüş Celil Mehmet Emmi’den dinleyelim; savaşın insan yüreği ve beynindeki yıkıntılarını:

Yöreyle ilgili “yıllık” çalışmamam için Karaoğlanlar ailesinin en yaşlı üyesi Celil Mehmet Emmiyle görüşmem gerekti. Aileler için hazırladığım Soyağacı Bölümünde ondan, önce kendi ailesi, sonra da beldedeki diğer aileler için kaynak olarak yararlanmak istemiştim. Yüz yaşındaydı. Köyün yakın tarihi ise Derviş Paşa zorunlu iskânıyla (1863’lerde) başlar. Üç kuşak ötesine uzanan bir süreç… Hasta olduğunu söylediler. Osmaniye’de oğlunun yanında kalıyormuş. Telefonla denedim olmadı. Birebir görüşmemin daha yararlı olacağını düşündüm. İş edindim, Osmaniye’ye gittim. Oğlunun evinde onu ziyaret ettim. Çok sevindi, üzerine sanki taze can geldi. Yatakta doğruldu. Hal-hatır sorduk karşılıklı. “Musta Efendim! Ben yüz yaşadım. Allah’a şükürler olsun, aklım yerinde. Daha çok muhtaç olmadan emaneti teslim etmek istiyorum. Lakin takdir Allah’ımın, ne diyebilirim ki?”

Gözünden birkaç damla yaş yanağından yuvarlanıp sakalına karışıp gitti. Oğlu peçete verdi, Gözlerini, yüzünü sildi. “Kusura bakma. Seni çok severim, ondan belkim de duygulandım. Biliyor musun? Annen, Baban sağken tatillerini köyde geçirirdin. Sık-sık bana da uğradığın olurdu. Sohbet ederdik. Yaş farkı dediğin ne ki? İnsanın bilgisi, görgüsü yaşını da itibarını da artırıyor. Ben seni sanki akranım gibi dinlerdim: Evvel Allah senden çok şeyler öğrendim. Her gelişinde önümdeki ışık uzuyor, karanlık daralıyordu. Bizim nesil okuyamadı. Okul yoktu. Gözümüz, gönlümüz aç, bu yüzden… Neyse ki torunları okuttuk. Bu bile bizim için bir tesellidir. Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu’ya su verdi, kan verdi, can verdi. Allah ona gani-gani rahmet etsin. Mekânı cennet olsun.”

– Ah! Musta Efendim, dilimden anlayacak, kafamı aydınlatacak bir can arıyorum hep. Sizi görünce zembereğim pırttı biden. Hep kendimden laf ettim. Sahi, geçen bana telefon açmıştın. Kulağım duymuyor. Anlaşamadık. Beklim de o yüzden geldin buralara kadar. Ayağına sağlık. Benim de çok göreceğim vardı. Allah razı olsun. Hele biraz da sen konuş. Beldemizin kitabını yazıyor muşun. Allah kolaylık versin. Önce konuşarak aydınlattın bizleri. Şimdi de kitap yazarak geçmişimizi gelecek nesillere taşıma çabanız Allah’ın indinde çok makbul sevaptır, inşallah! Şimdi de bakalım ne diyeceksen, Musta Efendim. Elimin erdiği, dilimin döndüğü ve torbamda ne varsa, ortaya dökmeye çalışırım. Eksiğim olursa, cahilliğime bağışla, sen tamamla, olur mu?

– Estağfurullah, Celil Emmi! O nasıl söz? Sen benim büyüğümsün. Seni çok sayarım, bunu bilirsin. Bakma şimdilerde arayı uzattık. Yoksa köye geldiğimde ilk ziyaret ettiğim siz ve Molla Ökkeş Emmiydi. Her zaman benim içimde sizin yeriniz bir başkadır. Söyleyeceklerini can kulağı ile dinleyeceğim. Benim için önemli bilgiler olacaktır. Zihninizi yorarsam şimdiden özür dilerim. Sorum, sizin ailenin Derviş Paşa zorunlu iskânında bu köye yerleştirilen ilk büyüğünüz hakkında neler biliyorsun ya da neler duydun? Karaoğlanlar ailesinin sonraki günleriyle ilgili bilgi ya da sizin gözlemleriniz nelerdir? Ayrıca Belde’nin diğer aileleri hakkında da varsa söyleyecekleriniz, onları da ilgiyle dinleyeceğim.

– Musta Efendim! Sen benim yaramı kanatacaksın, ama olsun. Bu iş bu yaranın kanamasına değer doğrusu. Ben dededen yetim bir babanın yetim oğluyum. Ninem, babama hamileyken dedemi askere almışlar. Yemen’de askerlik yapmış yıllarca. Sonra şehitlik haberi gelmiş. Senin anlayacağın babam yetim büyümüş. Gün gelmiş babam evlenmiş. Anam bana hamileyken, babam da babasının akıbetine uğramış ve onu da askere almışlar.

Mektupları ilk zamanda hicazdan geliyormuş. Sonra kesilmiş. Daha sora onun da şehitlik haberi gelmiş. Bu yüzden ne dedem ne de babam hakkında doğru dürüst bir bilgim olmadı. Fiziği hakkında Karaoğlan Koca Emmimden duyduklarım: Uzun boylu, pehlivan yapılı, yakışıklı bir gençmiş. Anam utanırdı, babam hakkındaki sorularımızı hep cevapsız bırakır, başını öne eğer, kara-kara düşünürdü. Onu üzmemek için mecbur kalmadıkça babamla ilgili soru soramazdık.

Bir gün biraz da kahırlı bir tavırla, Karaoğlan Koca’dan yahu hükümet hep bizi mi bulmuş, aldığını geri vermemiş, beni deden ve babadan mahrum bırakmış. Hakkımı helâl etmiyorum, Padişahıma dedim. Emmim beni azarladı. “Bir daha Padişahımız Efendimiz için böyle konuştuğunu duymamayım.” Dedi. Ve ilave etti. “Oğlum bizim neslimiz dört savaşın artığıydı. Ya şehit oldu cephede kaldı. Ya gazi oldu yarım insan olarak döndü. Köyümüzün nüfusu, 1911- 1920 yılları arasındaki dört savaş nedeniyle (özellikle erkekler) çok azaldı. Padişah Efendimiz ne yapsın ki? Onlarca cephede savaştığımız bugünlerde askere çok ihtiyacımız vardı. O yüzden terhisler savaş sonuna kadar ertelendi, herhalde.

Daha önce de askerlik süresi pek belli değildi. Birçok insan askerlikten muaftı. Osmanlı bu yüzden askere aldığını kolay-kolay bırakmıyordu.” Kimler muaftı Emmi? “Kimleri sayayım ki? Başta köy ağası, imam, molla taifesi, bakıma muhtaç hasta-sayrısı olanlar, bir de komşu ilin herhangi bir yerleşim biriminden evlenen erkekler de askere alınmazdı. Deden, baban gibilerde yakayı kaptırdılar mı bir daha kolay-kolay kurtulamazlardı. Kader yavrum kader! Osmanlı toprakları çok genişti. Yıllarca gitsen bir uçtan öbür uca bitmezdi. Birinci Cihan Savaşında Yemen’de, Hicaz’da, Sina’da, Irak’ta, Kafkaslarda, Galiçya’da ve en çok da Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda yüz binlerce askerimiz telef oldu (şehit oldu), oğlum… Allah bu millete, Devlete zeval vermesin. Bir Mustafa Kemal Atatürk çıktı da bu milleti kurtardı ve Cumhuriyetimizi kurdu. O kötü günlerin kahramanlarına, şehitlerine, Devletimizi-Cumhuriyetimizi yeniden kuran büyüklerimize Allahtan rahmet diliyorum. Bize bıraktıkları emanete canımız pahasına sahip çıkarak o fedakâr nesle borcumuzu ödemeliyiz. Evlat, bugünümüze şükürler olsun.” Demişti.

İlk atamızın Karaoğlan adını taşıdığını, yine Karaoğlan Koca Emmi’den duymuştum. Derviş Paşa Zorunlu iskânında Kuz geçe Soğanlı deresinin alt eteğine yerleştirilmiş. Beş-altı oğlu olmuş. Sarılar Obası arasındaki Aykırı denilen yamaca göçmüşler. Hala burada onun neslinden gelen Karaoğlanlar oturmaktadır. Köyün diğer ailelerine gelince, bu konuda size verecek herhangi bir bilgim yok.

– Çok teşekkür ederim, sizi yordum, Celil Mehmet Emmi. Size acil şifalar diliyorum. Kalınız sağlıcakla.

– Bugün benim için çok değişik oldu. Kendime geldim. Heç yorulmadım. Aksine çok iyi geldi. Allah kolaylık versin Musta Efendi, oğlum. Güle-güle. Yolun açık olsun. Celil Emmiyle helâlaşıp ayrıldım.

“Bütün bu olumsuzlukların ardından Büyük Türk Ulusu Kurtuluş Savaşı gibi bir destanı Dünya tarihine armağan etmiştir.” Dediğimizde, Atalarımızın bize bıraktığı bu şerefli onur mirası, ezikliğimizi bastırır, özgüvenimizi beslerdi.

Dört savaşın enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyetinin ekonomisi, tarım ve hayvancılığa dayalıydı. Anadolu’da dört savaş da( Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşları,) 20. yy’ın ilk on beş yılı gibi peş-peşe bir zaman diliminde iç içe geçmişti. Bu savaşlarda tarıma ve hayvancılığa dayalı  Anadolu ekonomisinin lokomotifi insan ve hayvan gücü iyiden erimişti. Anadolu sanayisiz, yolsuz, okulsuz ve ulaşımı oldukça ilkeldi.

Osmanlı döneminde Anadolu adeta üvey evlât muamelesi görmüştü. İmparatorluk siyaseti, Anadolu’daki çeşitli aşiretler nedeniyle Anadolu’yu saltanat için potansiyel tehlike odağı olarak değerlendirmişti. Balkanlara, Mısır’a, Sina’ya, Suriye’ye, Irak’a ve Hicaz’a vb. yerlere yatırım yapıldığı halde Anadolu’dan vergi ve asker toplanmıştı. Bu yüzden İmparatorluk hizmetinden mahrum kalan Anadolu hepten geri kalmıştı. Zaten önemli bir bölümü 1863’lü yıllarda uygulanan zorunlu iskâna kadar göçebeydi.

Dört savaşın sonunda yıkılan, dağılan Osmanlı İmparatorluğunun Anadolu, kısmen de Balkan toprakları üzerinde (Misak-ı Milli) kurulan Genç Cumhuriyetin devasa sorunları vardı. Özellikle kırsalda yaşam çok ilkeldi. Bu ortamdaki benim kuşağımın keşkelerinin olması çok doğaldır. 1938’den itibaren yaşadığım kırsalla ilgili belleğim oldukça diridir. Çocukluğumun ilk kesitine rastlayan bu günlerde köyün, sosyo- kültürel, sosyo-ekonomik durumunu çok iyi anımsıyorum. Benim için yokluk, kıtlık dönemi de olsa, geride kalan hayatımın ibret olarak değerlendirdiğim, anısala ya da nostaljik alana malzeme olan bu tabloyu benden sonraki nesillere aktararak bugünlere kolay gelinmediğini, elimizdekilerin kıymetini bilip, çok iyi değerlendirmemiz gerektiği iletisini vermeğe çalışacağım.

Karalar köyü, Maraş’a 47 Km. Güney yakada ve Karapınar vadisinin üst bölümünde 1863’lü yıllarda zorunlu iskânla kurulmuştu. Üç tarafı dağlar ve dik yamaçlarla çevriliydi. Batı, güney ve kuzey yakası dağlarla kuşatılan köy, doğuda Gâvur Gölü bataklığına, tabanda bugünkü Beyoğlu Beldesine açılırdı.

Gâvur Gölü bataklığı, sivrisinek nedeniyle vadi tabanında (özellikle Haziran- Ekim arasında) ne hayvanlara ne de insanlara yaşama şansı tanımazdı. Zaten vadi tabanındaki Tabaklı, Karabaldır, Külahın Pınarı ve Keçikler gibi koyaklar,  hayvancılık yapan aileler için kışlak olarak kullanılırdı. Hazirandan itibaren buralar boşalır, halk yaylalara göçerdi.

Karapınar vadisinin orta yerinde Sarılar obası yer alırdı. Karalar da olduğu gibi burası da Derviş Paşa Zorunlu İskânıyla 1863’lü yıllarda kurulmuştu. Doğum, ölüm, askere gidiş- dönüşler için Derviş Paşa Milât olarak kullanılırdı. (Derviş Paşadan…. Yıl Önce, Derviş Paşadan…. Yıl Sonra)

Benim çocukluğum zengin su kaynakları olan bu coğrafyada geçti. Karalar ve Sarılar’ın her yanı doğal ormanlarla; yerleşim alanı, yamaçlar ve dere boyları ise meyve ağaçlarıyla örtülüydü. Bunlar arasında ceviz, kavak, çınar ağaçları çok boylu ve görkemliydi. Oldukça dağınık bu yerleşimde genellikle tek katlı ilkel barınaklar, (toprak damalar) yer alırdı. Yeterince pencere ve havalandırması olmayan bu barınaklarda iç mekânlar karanlık ya da loştu. Gayrı hijyenikti. Koyu yeşilde bu damlar pek görünmezdi. Daha sonra kimi varlıklı aileler iki katlı, toprak damlı barınaklara geçti. Altta hayvanlar (özellikle kışın) üstte ev halkı barınırdı. Böylece kışın ısınma sorunu yaşanmazdı, pek…

1945’li yıllarda Maraş’taki Kolordunun odun ihtiyacı için ormanların enkazı(1) ihaleye çıkarıldı. Enkazın, ormandan istif alanlarına nakliyesi köylüye verildi. Köy çok fakirdi. Bu işten eli para gördü. Ne var ki birinci yıl enkaz bitti.

Köylü işinin devamı için ağustosta ormanı doğradı. Kışın enkaz diye istif alanlarına çekti. Orman idaresi ve müteahhit, sanki danışıklı bir tavırla bu usulsüzlüğe göz yumdu.

Birkaç yıl sonra dağlar çırılçıplak oldu. Köylü bu defa da vadi ve dere boyundaki çınar, ceviz ve meyve ağaçlarını kesip sattı. Özellikle cevizlerin kıymetli kerestesi çok para etti. Böylece vadi tabanı da bu kıyımdan nasibini aldı. Arkadan bir sel geldi. Vadiyi sildi- süpürdü. Bu doğa olayı köylüyü uyandırdı, ormanın hayatlarındaki yeri konusunda bilinçlendirdi. Ormanlık alanlar koruma altına alındı. Kaçak kesim ve karakeçi mücadelesi başlatıldı.

Ne var ki 1947’den bu yana ormanlar hâlâ kendini toparlayamadı. Afatın izleri dere boyu ve vadiden hâlâ silinemedi.

İki köy de o günlerde bağ, bahçe, hayvancılık ve çiftçilikle uğraşırdı. Kente ne yol ne de vasıta vardı. Ulaşım araçları hayvanlardı.(at, eşek, katır)

Söz konusu uğraşların dışında kalan zaman (özellikle kış ayları) ölü vakitlerdi.

Köylüler gündüzleri kürelerde(2), akşamları birbirinin evlerinde toplanarak vakit geçirirlerdi. Bazen köye bir halk aşığının(ozan) uğradığı olurdu. Uygun bir evde toplanılırdı. Âşık, öykünün kimi bölümlerini güftesi ve bestesiyle sazlı, sözlü terennüm eder, tahkiye bölümünü etkili bir dille anlatırdı. Konular belliydi. Keremle-Aslı, Ferhat la-Şirin, Mecnunla-Leyla gibi vuslatı öbür dünyaya bırakan, tasavvuf özlü halk hikâyeleriydi. Âşık, sazlı, sözlü, dokunaklı anlatım ve söyleyişiyle olayın trajik ve dramatik içeriğini çok güzel yansıtır, olayı adeta yaşatırdı. Gece geç saatlere kadar sürerdi, âşığın konseri. Sonra söz biter, saz susar, herkes elinde bir top çırayla(3) geç vakit evlerine dönerdi.

Elektriğin, radyonun, televizyonun olmadığı zaman diliminde bu konserler köylük yerlerde aylarca konuşulurdu. Olayın kahramanlarıyla ilgili duygusal yorumlar yapılır, Kerem’e, Aslı’ya acınır, keşiş babaya beddua edilirdi.

Bunun dışında kış geceleri köyde yakın komşular, hısım-akrabalar sık-sık bir evde toplanırlar, kimi söz erbapları hikâye, masal anlatırlar, bilmece, tekerleme gibi anonimlerle ya da erkekler yüzük, kadınlar peçiç oynayarak vakit geçirirlerdi. Bu arada her evde şıra türü, cevizli yiyecekler çok olurdu. Yörede bağcılık yaygındı. Halk fakirdi. Onlar için hayat sanki bir lokma bir hırkaydı. Ancak herkes yarım ekmeğini bölüşmekten çok mutluluk duyardı. Tanrı misafiri kavramının içi oldukça doluydu. Bölüşmesini ve yetinmesini bilen bu insanlar, açgözlülük nedir bilmezlerdi. Bugünkünden çok daha huzurlu ve mutluydular.

O günlerde köyde elektrik yoktu. Kapalı mekânlar gazlı, fitilli idare lâmbası ve çırayla aydınlanırdı. Ay olmadığı gecelerde her tarafı dağlarla çevrili köy, gecenin zifiri karanlığına boğulurdu. Kuşluk, öğle vakitleri arasında Gâvur Gölü’nden kalkan buhar, doğu batı doğrultusunda belli yükseltiye kadar koyu bir dumana dönüşür; göz-gözü görmezdi. Çevrede buna “kör duman” denirdi. Öğleye doğru çekilirdi. Bıraktığı nemle yapraklar ışıl-ışıl parlardı.

Gâvur Gölü, sivrisineğiyle çevreye verdiği zararın yanında, ekolojik dengeleri besleyen zengin bir doğa damarıydı. Ayrıca çeşitli ürünleriyle (balık, kuş, kova ve yassı berdi, kamış, kurbağa, tarım alanları için toprak altı suyu, kıyı şeridindeki büyük baş hayvan besleme alanlarıyla) beslenme ve ticari girdileriyle çevreye çok yararı olan bir doğa zenginlik kaynağı ve harikasıydı.

Kısaca Gâvur Gölü, Dünya Ekosisteminin Kuş Göç Yolu üzerinde büyük bir kuş popülasyonunu ağırlayan, büyük bir balık rezervuarına sahip olan çok önemli bir flora ve fauna cennetiydi. Kurutulmasaydı, bugünkü Sağlık Ovası’nın tarım gelirini 30’a, 40’a katlardı. Artısı, turizm ilgi odağı, araştırmacılar için bir laboratuar, öğrenciler için biyolojik bir gözlem evi olurdu, hayıflanması var içimde…

Ayrıca bu gölün yerinde (en düşük kodda) sulak alan için ayrılan ve toprak dağıtımı dışında bırakılan 3780 dekar alanın yetkililerce, amacı doğrultusunda rehabilitasyon yoluyla, sembolik de olsa bir“SULAK ALAN” oluşturulması beklentisi ve dileği var içimde. Bu yüzden ki yetkililerin bu konuda büyük bir vebal altında olduklarını düşünüyorum. Bu nedenle söz konusu çevre sorununa, sorumluların duyarlılığını bekliyorum.

 

 

  1. 1- Gâvur Gölü’nün yerinde oluşan Sağlık Ovası, çeşitli nedenlerle toprak kaybı sonunda kot düşmesiyle su toplamaya ve yeniden gölleşmeye başladığının görüntüsü.

(1) Orman içi kurumuş, odunlaşmış ağaçlar.

(2) Demirci dükkânı ya da- işyeri

(3) Yağlı çam budaklarından elde edilen yanıcı ve aydınlatıcı dilimler.

MUSTAFA OKUMUŞ / KIRSALDAN KENTSELE

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version