Kelime anlamı itibarıyla devamlılık, evvelki hâl üzere kalma, daim ve sabit olma gibi anlamlar taşıyan beka; ıstılahî olarak milletlerin ve devletlerin varlığını bugünlerden yarınlara taşımasıdır.
Son zamanlarda iç siyasetin en hararetli konularından birisini teşkil eden ve bu gidişle de edeceği gözüken “beka meselesi” tarihî derinlik açısından ehemmiyetini hiçbir vakit kaybetmemiş bir mevzudur.
Bizde beka mevzuu; Anadolu’daki var oluş tarihimiz kadar kadim ve var olmaya devam ettiğimiz müddetçe devamlıdır. Bu sebeple tamamen iç siyaset üstü millî bir meseledir. Kısaca bir varoluş meselesidir. Bu sebeple hafife alınacak ve önemsenmeyecek bir konu asla değildir. Beka meselesini hafife almak cehalet ve hamâkat değil ise başka bir şeydir. Unutulmamalıdır ki en büyük darbe en boş verilmiş noktadan gelir!
Burada beka meselemizin tarihi ve jeopolitik devamlılığını konu edineceğiz.
Beka meselemizin başlangıç noktası; Anadolu coğrafyasını vatan tutmaya başladığımız meşhur Malazgirt Zaferi (1071) sonrasıdır. Anadolu’nun en doğusunda meydana gelen ve lehimize neticelenen bu hesaplaşmadan daha 5 yıl geçmeden Üsküdar’a kadar olan bu coğrafya fethedilmiş, boğazın hemen doğu sahilleri Türk-Bizans (İslam-Hristiyan) sınırı olmuş idi. İşte bu süratli genişleme Hristiyan Avrupa’nın müthiş bir refleks göstermesine ve Malazgirt’ten çok değil, çeyrek asır sonra 1.Haçlı Seferi (1096) ile olaya müdahil olmasına ve bizi sürekli-sistemli bir strateji ile Anadolu’dan atma girişimlerini başlatmasına yol açmıştı. İşte tam burası bizim millî beka meselemizin başladığı noktadır. Geride bıraktığımız son 9 asır içerisinde Hristiyan dünyasınca bu girişimler hiç kesilmemiş, defalarca denenmiş; zaman içerisinde çeşitlenerek daha profesyonel bir tarz almıştır.
Vatikan önderliğindeki Hristiyan Avrupa, Haçlı Seferlerinin nihaî hedefini şimdiye kadar gerçekleşmemişse de, durumu zaman zaman lehine çevirerek mevzi başarılar kazanmıştır. Selçukluların Konya hududuna çekilmek zorunda kalışı, Osmanlı ilerleyişini durdurma gayretleriyle düzenlenen Haçlı seferleri, Viyana sonrası (1683) aşama aşama Avrupa topraklarının kurtarılışı, misyonerlerin Anadolu’ya dalışı ve Sevr haritasının hayata geçirilmeye çalışılması Batı’nın siyasi ve askeri rövanş alma süreçleridir.
Batı bu hamlelerini 1815-Viyana Kongresiyle va’z etmiş olduğu “Şark Meselesi” adıyla top yekun ve sistemli bir strateji haline getirmiştir. Şark Meselesinin ana gayesini ise “Reconquista” (yeniden fetih) olgusu teşkil etmektedir. Yaklaşık 7,5 asırlık bir İslam hakimiyetinin ardından Endülüs’ün (İspanya), birkaç asırlık İslam hakimiyetinden sonra Sicilya’nın ve 5 asırlık İslâm hakimiyetinden sonra Balkanların yeniden fethinin gerçekleşmiş olması neticesi Anadolu ve Suriye toprakları aynı ümidin taze tutulduğu coğrafyalardır. Bu nihaî hedef içerisinde Türklerin Anadolu’yu terk etmeleri, Anadolu’da imha edilmeleri, ya da Hristiyanlaştırılarak 1000 yıllık iman, kültür ve medeniyet menba’ının kurutulması Batı’nın olmazsa olmazıdır!
Çünkü batı dünyası için “Türk” ismi ırkî bir kimlik olmanın çok ötesinde bir anlam taşımaktadır. Birçok batılı düşünür ve siyaset adamının ifade ve yaklaşımlarında da görüldüğü üzere Türklere bakış açısı, İslâm’a bakışlarıyla aynıdır. Onlara göre Türk İslâm’dır. İslâm Dünyasının ağabeyidir, babasıdır. Doğu’ya yaptıkları kanlı saldırılarında hep Türk’ün kılıcının acısını hissetmişler, aşılamaz bir baraj olarak Türklere rağmen diğer İslâm milletlerine ilişememişlerdir. Koca Hindistan’ı bile Hindistan Türk İmparatorluğu’nu (Babürşahlar) yıktıktan sonra kontrol altına alabilmişlerdir. Avrupa’da, içlerinden biri Müslüman olduğunda o şahıs için kullandıkları “Türk oldu!” ifadesi kalıplaşmış bir deyimdir. Alman Papazı Erasmus’un İslam’ı yok etmenin yolunun Türkler’i yok etmekten geçeceğini söylemesi ve Türkleri şeytanla eş değer görmesi tüm Batı aleminin gönlünden geçenlerin dürüstçe ifadesinden başka bir şey değildir! Türklerin yatay düzlemde hareketsizce asırları geçiren bir topluluk ve yeryüzünde etkisiz bir kültür olmadığını, kendi tarihleri Avrupa Hunlarından beri dehşet içerisinde yazmaktadır. Bu sebeple Batı dünyası için tarih boyunca en büyük sorun “Türk Sorunu” olmuştur. Hele hele Türklerin İslâm’a girmeleri ve bu dinin sancaktarı oluşlarıyla başlayan süreç, onlar için ancak 1000 yıllık bir kabustan sonra 20.yy.da biraz olsun rahatlamalarıyla neticelenmiştir.
Türkiye’nin doğal sınırlarının ve etki sahasının İslâm Dünyasının en ileri hududları olduğunu onlar bizden pekâlâ daha iyi idrâk etmektedirler. Bu sebeple Türkiye’deki bir gelişme tüm İslam alemini etkilemekte, İslâm alemindeki her sancının acısı bu topraklarda hissedilmektedir. Bir asır önce 1.Cihan Harbi’yle diz çökertip, Lozan’la cihân-şümûl iddialarından zoraki vaz geçirttikleri bir Türkiye’nin sadece İslâm Dünyasında değil, tüm mazlum coğrafyalarda hâlâ bir ümit olarak tanınıyor oluşu, hakim güçlerin kurulu düzenleri için en ciddi tehdittir. Şu an en öncelikli stratejilerini, bu ülkenin potansiyelinin stabil tutularak; enerjisinin iç problemler ve terör örgütlerinin faaliyetlerine harcatılması esasına göre şekillendirilmiş dış basınç oluşturmaktadır.
Bu haliyle Türkiye hem bir köprü, hem bir baraj, hem de kilit taşı konumundadır. Maazallah yıkılması tüm İslâm Dünyasının da önü alınamaz felaketi olabileceği gibi, Batı ve Siyonist çevreler için; İslâm’ın Mekke ve çevresinde koruma altındaki folklorik kadim bir din durumuna getirilme projesi için de başlangıç teşkil edecektir.
Bosna Savaşı (1992-1995) devam ederken İngiltere Başbakanı John Major’un tarihe geçen ve hafızamıza kazınan “Avrupa’nın göbeğinde bir Müslüman devlete müsaade etmeyiz” sözleri, Hristiyan-Batı muhayyilesinde İslâm’a ve İslâm olan her şeye bakış açısının modern çağlarda bile değişmeden taşınan bir şuur altı olduğunun en üst perdeden ilanıdır. Günümüzde tüm İslâm dünyasında, batının ve onların İslâm’a karşı daimî müttefiklerinin yaşattıkları dram ve umursamamazlık bitmeyen ve bitmeyecek olan kin ve nefretlerinin aynasıdır.
Batının bizi tekrar İran yaylalarına sürme düşüncesi asla küllenmezken, yeni aktörlerin devreye girmesi Anadolu’daki varlığımızın bekasını tehdit eden diğer unsurlar oldu. Moğol istilasının doğurduğu yıkım İran üzerinden asırlarca sürecek olan tehdidin de başlangıcı oldu. Timur, Akkoyunlu ve Şii-Safevi saldırıları doğudan gelen tehdidi kalıcı hale getirdi.
16.yy.dan itibaren güçlenerek güneye, Türk ülkelerine doğru yayılan Rus tehdidi ise çok can yakıcı bir mesele oldu. Türkiye’nin kuzey ve kuzeydoğudaki doğal savunma hatları olan Kırım ve Kafkasya’nın Ruslar tarafından istilası; tehdidi Anadolu ve İstanbul üzerine yoğunlaştırdı. Büyük Petro ile başlayan ılık (sıcak) denizlere -Akdeniz- inme stratejisinin can damarını oluşturan İstanbul ve Boğazlara hakim olma siyaseti zaman içerisinde Rus milli siyaseti haline gelerek günümüze taşınmıştır. İkinci Cihan Harbi’nin hemen nihayetinde 1945’de Yalta Konferansı sonrası SSCB lideri Stalin’in bizden Kars bölgesi ile Boğazları istemesi hatıralarımızda daha çok tazedir. Rusya’nın bugün Suriye’nin Tartus ve Hımeymim liman ve üslerine yerleşerek güney komşumuz haline gelmiş olması hep bu siyasetin bir uzantısıdır.
Devletlerarası siyaset şartları reel-politik denen anlayışa göre şekillense de milli gayeler, milli menfaatler, milli stratejiler ve düşmanların değişmeyeceği hakikati gün gibi aşikârdır.
Batı-Doğu ve Kuzey eksenli beka tehdidine 20.yy.dan itibaren bir de güney eksenli Siyonist-Atlantik ötesi tehdidin eklenmiş olması, dört bir yanımızın bu topraklar için derin hesaplar yapan unsurlarla dolu olduğu anlamına gelmektedir. İsrail’in “Arz-ı Mev’ud” projesinin kuzey hududunun Anadolu’nun güneyini kapsıyor oluşu, Kudüs üzerindeki emelleri ve ABD’nin her ne şartta ve kime karşı olursa olsun İsrail’in “bodyguard”lığına soyunmuş olması tehdidin varlığını sürekli hale getirmektedir.
Ez-cümle; 1.Cihan Harbi’nin “Çanakkale Geçilmez” destanı da, İstkilâl Harbi’nin “Ya İstiklâl Ya Ölüm” parolası da, Maraş Harbinin “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülizâr olamaz” ifadesi de bizim en yakın zamanlarda yaşadığımız beka meselesine dedelerimizin nasıl yaklaştığının en bariz örnekleridir.
Birkaç gün önce Yeni Zellanda’da yaşanan saldırının failinin ortaya koyduğu karakter Türkiye’ye karşı Batı muhayyilesinin bir dışa vurumudur. Saldırı silahının üzerindeki tarihlerin tamamı Batının bizimle kapışmalarındaki rövanş aldığı tarihlerdir. Arabasında dinlediği müzik Sırp Çetniklerinin Bosna’da Müslüman kıyımı yaparken çaldıkları marşlarıydı. Bunların tesadüf olmadığı, bilinçli bir propaganda ve hareket olduğu o kadar sarihtir ki izahtan varestedir. Üstelik Ayasofya’nın yeniden kilise yapılıp, İstanbul’un Konstantiniyye’ye dönüştürülmek arzularının belirgin bir halde ortaya konuşu da şuur altındaki gerçeği ayan beyan ve cesurca ifade etmektedir.
Günümüzde ülkemize yönelik her türlü terör eyleminin ve örgütünün Batı-Doğu-Kuzey-Güney odaklı güçler tarafından organize edilip destekleniyor oluşu, yurt dışında insanımıza yönelik ırkçı ve şiddet odaklı terör hareketlerine göz yumulması, üstelik Batı ülkelerinin başta Türkiye olmak üzere İslâm dünyasına karşı terörün laboratuvar ve finans kaynağı olarak bunlara serbestçe ülkelerinde faaliyet zemini var etmeleri, bir kısım ülke yöneticilerinin Türkiye’ye açıktan düşmanlık ediyor oluşu beka meselesinin sürekliliğinin de kaynağıdır.
Bugün gelişen teknoloji ve iletişim imkânları beka mevzu’unu klasik dönemlerin askeri-siyasi ve ekonomik bağlamlarından çok daha girift noktalara taşımıştır. Genetik, kimyasal, meta-fizik, siber, düşünce boyutu, robotik teknoloji, aile, kültür, inanç, folklor, dil vs. sosyo-politik ve kültürel bütün kimliğimiz ve varlığımız için karşı tedbirleri ve hamleleri gerekli ve zorunlu hâle getirmiştir. Burada devlet-millet birlikteliği millî direncin sağlam tutulmasının ve neo-asimetrik mücadelenin kazanılmasının temel taşını oluşturmaktadır.
Bu konuda söylenecek söz, verilecek misâller tükenmez. Tarih; gevşeyen ve düşmanından emin olarak metanetini kaybeden millet ve devletlerin acıklı dramları ile doludur. Bunun en acı örneğinin Endülüs olduğu hepimizin malumudur. Tarihler son Endülüs Beni Ahmer Devleti Sultanının Gırnata’nın düşüşünden sonra Gırnata Dağları’nda şehrin yanışını seyrederek, şehirden yükselen feryâd-u figanlar karşısında ağladığını yazarlar. İspanyollar işte tam bu noktaya bir abide dikmişler ve bu abidenin üzerine “Arab’ın Ağladığı Yer” ibaresini yazmışlardır. Anadolu bizden önce yaklaşık 10 asır Hitit egemenliğini, yine yaklaşık 10 asır Doğu Roma egemenliğini görmüşse de, onlara ebedi yâr olmamıştır. 11. asırdan beri Anadolu’nun yeni Fatihleri ve sakinleri oluşumuz hiçbir şeyin garantisi değildir. Bu coğrafyayı hak ettiğimiz kadar elimizde vatan olarak tutabiliriz. Düşman her daim tetikte ve sinsi… Bir o kadar vahşi ve acımazsız… Vatan toprağı mührünü vurduğun kadar senindir ve yarınlara taşıyabildiğin kadar neslinindir. Yoksa kaybedilene ağlamanın, sızlanmanın neticeye bir etkisi yoktur.
Anadolu coğrafyasında devamlı olmanın yolu her zaman milli birlik halinde, diri, güçlü ve bilinçli olmaktan geçer. Her türlü şahsî, meşrebi, siyasî, kültürel farklılık ve menfaatler ancak devletin ve milletin muhafazasıyla bir anlam taşır. Beka meselesi tüm bunların fevkinde esas mevzu’dur. Aksi takdirde dişlerini geçirerek parçalamak için fırsat bekleyen canavarların insafının bir faydasının olmayacağı aşikârdır. Bu itibarla yaklaşık 10 asırdır bu topraklarda beka meselemiz hep oldu, bugün de var, yarın da olacaktır. Batı düşüncesinde “Şark Meselesi” canlı ve diri bir şekilde yaşamaya devam ettiği müddetçe bizim de “Beka Meselemiz” var olmaya devam edecektir.
23/03/2019
İbrahim KANADIKIRIK
19 Mayıs A.L. Tarih Öğretmeni