Site icon Teketek Haber

OKUMA YAZMA SEFERBERLİĞİ

Dört savaşın enkazı üzerine kurulan Genç Cumhuriyetin önünde çözüm bekleyen devasa sorunlar vardı. Bunların başında cehalet geliyordu. Nüfuzun % 80’i köylerde oturuyordu. Okur-yazar oranı çok düşüktü. Hatta batıdan doğuya geçildikçe hiç yok denecek kadar azalıyordu. 1928’de yeni alfabenin kabulü ile başlatılan okuma-yazma seferliğini uygulayacak eğitimli insan sayısı çok yetersizdi. Özellikle Kurtuluş Savaşı sanki bir yedek subay savaşı olmuş, batı cephesinde çok fazla eğitimli genç insan kaybına uğramıştık.

Köylerin çoğunda okul yoktu. Olanlarsa öğretmensizlik nedeniyle kapalıydı. Bizim Karalar- Sarılar köyleri de öğretmensiz köylerden biriydi. Bu nedenlerle okuma-yazma seferberliği 1928’de Muallim-İmam uygulamasıyla başlatılır. Bunun için açılan kurslarda imamlara yeni yazı ve basitçe dört işlem öğretilir. Kendi köylerine muallim-İmam olarak atanırlar. Bizim köyün İmamı da bu sürece tabi tutulur. Kurs sonu köyde okul açılır. Babamdan dinlediklerime göre ilk iki sene Muallim-İmam bu görevi yapar. Babamın kuşağı onun ilk öğrencileridir. Üçüncü sene İmamlıktan da Muallimlikten de istifa eder. Gerekçesi, rivayete göre com(yeni alfabe) okutmanın günah olduğu varsayımına dayanır.

Okul, 1930’da yeniden kapanır. 1940’a kadar iki köy okulsuz kalır. Böylece on kuşak okuma şansını kaybeder. Rahmetli babam: “Bizim kuşak ve ondan sonra gelen on neslin cahil bırakılmasına sebep olmak, “asıl en büyük günah bu olmalıdır.” Derdi. Bir de örnek verirdi: Ve ilâve ederdi: “Orçanbanı’sı İmam-Muallim’i Molla Bekir emekli oluncaya değin görevinde kaldı. Söz konusu köyde eğitim-öğretim kesintisiz uygulandı. Bugün o köyden devlet kapısında yüzlerce memur var. Biz onlardan akılsız mıydık.?” Diye de hayıflanırdı.

Köye 1940’da eğitmen okulu açıldığında sekiz yaşında bir çocuktum. Okulun açılmasına çok sevinmiştim. Tam vaktiydi, çok hevesliydim. Eğitmenin kayıt yaptığı çoğu öğrencinin okuma çağı geçmişti. Ben öğrencilerin en küçüğü sayılırdım. Eğitmen çok yetenekli bir insandı. Eğitmen kursunda ona birçok el becerisi kazandırmışlardı. Ahırdan bir damı okul haline getirişini hem dikkatle izledik; hem de görerek, yaparak, yaşayarak bir takım beceriler de edindik.

Çalışmaların bütün aşamalarına öğrencileri de katmıştı. Her başarılan işte bizim de emeğimiz vardı. Keser, kerpeten, rende, testere, kullanmayı, çivi çakmayı, harç yapmayı, mala tutmayı ondan öğrenmiştik. Okulu hazırlarken anladık ki o, okulu çoktan açmış ve öğretime başlamıştı, bile…

Sabit sıralı dershanemiz hazırdı. Duvarların münasip cephelerine (ikisi doğuda, ikisi güneyde) sabit camlı dört pencere açılmıştı. İçeri yeterince aydınlıktı. Bahçeye biri kızlar için, diğeri erkekler için, iki adet de fosseptik çukurlu tuvalet yapılmıştı. Bu tuvalet köyde bir ilkti. Bundan sonra çocukların baskısıyla aileler birer ikişer fosseptik çukurlu tuvalete geçtiler. Böylece okullaşmanın ilk faydaları görülmeye başladı.

Uzunca bir kavak çıtasından Bayrak direğimiz de dikilmişti. Sıra kara tahtaya gelmişti. Eğitmenimiz önce çocuklardan söğüt tahtası sordu. Bir örenci olumlu cevap verdi. İki öğrenciyi de is, yumurta ve at yele kılı için evlerine gönderdi. Biz merak ediyorduk, yeni bir şey öğreneceğimizi düşünüyorduk. Tahta ve diğer siparişler geldi. Tahtaları üç eşit parçaya ayırdı. Büyük öğrencilere bunların iyi yüzünü rendelemelerini söyledi. At yele kılını iki çıta arasına sıkıca sıkıştırıp, çiviledi ve kılları belli uzunlukta makasla kesti. “İste size fırça!” Dedi. Sonra isin bulunduğu kaba yumurtaların akını akıttı. İyice karıştırdı. Siyah bir kıvam oluştu. “Bu da boya!”

Ayrıca dikdörtgen küçük bir tahta parçasının üst yüzüne elle tutulacak bir parça ekledi. Sonra bu tahta parçasının alt yüzüne kalınca bir keçe parçası tutturdu. “İşte size bu da karatahta silgisi!” Dedi.

Biz hâlâ olanı biteni merakla seyrediyorduk. Tahtalar hazırdı. Eğitmen iki eşit kavak çıtası kesti. Tahtaları bu çıtaya çiviledi. Sonra fırçayı siyah boya kabına defalarca bandırarak tahtaların yüzüne sürdü. Simsiyah bir renk oluştu. Ön duvara dayadı. “İşte çocuklar size kara tahta. Çok işimize yarayacak. Tebeşirle bu yüzeye yazı yazacağız, hesap yapacağız. Dokunmayın yarına kadar kurusun!” Dedi.

Çok sevinçliydik. Yarın Başöğretmen gelecek, köylünün de katılımıyla okulumuz açılacaktı. Öyle oldu. Okulumuz, Başöğretmenin bol öğütlü konuşmasıyla açıldı. Artık düşümüz gerçek olmuştu. Her sabah erkenden kalkıyor, çorbamızı içiyor; başöğretmenin dağıttığı fırça ve macunla dişimizi yıkıyor, okulun yolunu tutuyorduk.

Kış yaklaşmış, köyde avarelik dönemi başlamıştı. Kış boyu genelde köy halkı işsiz olurdu. Eğitmenimiz bu fırsatı değerlendirdi, yetişkinler için gece okulu açtı. Ben ve iki arkadaşım gaz lambasını alır, yetişkinler gelmeden okula gider, lambalarımızı yakar, okulu hazırlardık. O yıl ve ertesi sene de devam etti gece okulu. Birçok yetişkin okur-yazar oldu. Artık analar, asker mektubu okutmak için kapı-kapı dolaşmaktan kurtuldu, eğitmene duacı oldular. Çünkü artık her evde okur- yazar vardı…

Üçüncü sınıfa geçmiştik. Ders dışı kitap okumak isteğimiz karşılanmıyordu. Bu konuda sıkıntılarımız vardı. Ortalıkta eskimiş, pörsümüş, yırtılmış ve eksik Hz. Ali Cenkleri, Kesikbaş Hikâyeleri dolaşırdı. Oları bile bulmak, okumak bir şanstı. Köy Muhtarına arada bir Karagöz Gazetesi gelirdi. Karagözle Hacivat’ın karşılıklı mizah üsluplu konuşmalarına, İkinci Dünya Savaşıyla ilgili hicivlerine bayılırdım. Hele de Hitler ve Sambaba’yı (Amerika) konuşturarak dalga geçmeleri beni çok eğlendirirdi. Kitap konusundaki açlığımın, Düziçi Köy Enstitüsü Hazırlık sınıfına kaydımı takip eden günlerde, çok zengin okul kitaplığında doyuma ulaştığını söylemeliyim.

Yatılı okulda hazırlık sınıfında dersler çok ağır değildi. İki yıl boyunca boş zamanlarımda hep kitap okudum. Bu arada bir enstrüman çalmayı öğrenmediğim için de hayatımda bir eksiklik duydum. Bu konuda hep kendimi suçlayarak hayıflandığımı itiraf etmeliyim.

O Günün Şartlarında Kent, Devlet Algım ve Okuma Tutkum

Maraşlı olmama karşın onu görmemiştim. Anlatılanları çocuksu hayallerimde canlandırıyordum. Çünkü çocukluğum kırsalda geçmişti. Yokluk, kıtlık yıllarının çocuğuydum. Yüreğimizde Alman korkusuyla, midemiz yarı aç, yarı tok büyüdük. İkinci Dünya Savaşı’nın üç kıtayı yakıp kavurduğu günlerdi.  Almanlar Trakya’ya dayandıklarında ülkede seferberlik ilân edilmiş; ihtiyat güçler silâhaltına alınmıştı. Bir şekilde başlayan savaş ekonomisi, devasa sorunları olan genç cumhuriyeti büyük sıkıntılara sokmuştu. Zaten hayat bir lokma, bir hırkaydı. Alman korkusu (II. Dünya Savaşı) bunun üzerine tuz, biber ekmişti.

Biz kırsaldaki çocukların şehir kavramı gereğinden çok farklı ve abartılıydı. Köye tahsildarlar gelirdi. Aknem vergisi( küçükbaş hayvan) toplarlardı. Köy çok fakirdi. Kuruşlu bu vergiyi ödeyemez, muhtarı ya da köy ağasını aracı kor erteletirlerdi. Bir de gezici Başöğretmen ya da ilköğretim Müfettişi gelirdi. Kravatlı, fötr şapkalı, iskarpinli, takım elbise altında kolalı yaka ve manşetli gömlekleriyle bizlerde imreni odağı olan insanlar… Şehir insanı algımız bunlarda oluşmuştu.

Devlet algımızsa, çeşitli nedenlerle köye gelen Nahiye Müdürü, onbaşı ile jandarma imajından oluşurdu. Nahiye müdürü görkemli bir kişilikti at üzerinde. Bakakalırdık, ağzımız ayrılırdı sanki. Jandarma ise telkinli bir korku odağıydı. Anaların çocuklarını jandarmayla korkuttuklarını bilirim. Bu nedenle jandarma yaramaz çocuklar için bir korku aracı olarak kullanılırdı. Bir de jandarmanın çocukların terliklerini yırttıkları söylenir, ona görünmememiz telkin edilirdi. Bunlar bizim için bir korku devletiydi. Ama biz çocukların bir de sevgi ve hayranlık devleti vardı ki o, “ ATATÜRK’TÜ…” O bizim için erişilmez bir efsaneydi. Dilden dile anlatılanlar, biz çocuklar için övünç ve gurur kaynağı oluşturmuştu. O yedi düveli dize getiren büyük bir kahramandı…

Bir defasında (sanırım 1942 yılının sonbahar önüydü.) yanında ilköğretim Müfettişi ve başöğretmenle Milli Eğitim Müdürü de gelmişti. Babamın misafiri olmuşlardı. Milli Eğitim Müdürü Siret İstemi’nin adı hâlâ belleğimde, fiziği de… Dev cüsseli İri yarı 150 kg. ya yakın bir adamdı. Oturduğu döşeği doldurmuştu. Öne uzamış bereketli bir göbek, omuzlara gömülmüş ensede baş sanki gövdeyle birleşmişti. Ancak o koca gövdede hareketli, sempatik, sevimli, alçak gönüllü, sevecen bir can vardı. Beni yanına oturttu, sevdi, okşadı. Adımı ve kaçıncı sınıfta olduğumu sordu: “Mustafa, Eğitmen okulu ikinci sınıftayım.”

“Bana bir şiir okuyabilir misin?” Dedi. Ben bu sıcak ilgi karşısında öz güven kazanmıştım. Nasıl kazanmam ki? Gözümde çok büyüttüğüm bu insanın babacan tavrı karşısında, aradaki buzlar çoktan erimiş, sıcak bir iklim oluşmuştu. Güvenle, “okurum ya!” dedim. Hemen kalkıp hazır ol konumuna geçtim; eğilerek selâmladım herkesi. O, “ne okuyacaksın? Derken ben şiire başlamıştım bile.

Yüksek ve tiz bir sesle, Atatürk!..

“Türk’ü ölümden/ Odur kurtaran/ Odur yeniden/ Türklüğü kuran/ Yaptığı ordu/ Düşmanı kovdu/ Ulusu Yurdu/ Odur yaratan/ Türkün dileği/ Onun ereği/ Yüce yüreği/ Türklüğe vatan/ Bu memleketi/ Cumhuriyeti/ Caniyle etti/ Bize armağan/ Atamızsın sen/ Adımız senden/ Yürür izinden/ Sana inanan/ Ülkün yürüsün/ Türklük büyüsün/ Sen Atatürk’sün/ Ey yüce başkan!”

Hasan Ali Yücel’in “Atatürk” adlı şiirinin tümünü o tiz sesimle ve heyecanla okuyup bitirdiğimde: “Aferin! Aferin! Aferin!..” Sözcüğünü üç kez tekrarlayan Müdür ve yanındakiler beni beğeniyle alkışlamışlardı. Hayatımda bu kadar mutlu olduğumu hiç hatırlamıyorum. Sonra beni alnımdan öptü. Babama dönerek; “İsmail Efendi, bu çocuğu okut! Bundaki cevher heba olmasın.” Dedi. Babam:

“Efendim benim de Allah’tan öncelikli dileğim bu, ama…” Babam yutkundu, sözün gerisini getiremedi. Belli ki yüreğindeki yara kanamıştı. Sayın Siret İstemi araya girdi ve suskunluğu bozdu. Onun sıkıntı ve kaygısını sezmişti. “İsmail Efendi üzme kendini. Seneye üçüncü sınıfı bitirdiğinde, Düziçi Köy Enstitüsü hazırlık sınıfına kaydını yaparlar. Sana bir sıkıntısı olmadan orada eğitimine devam eder. O gün geldiğinde uğra, gereken yardımı yaparız.” Dedi.

Çocuksu bir heyecanla yerimden fırladım. Müdür’ün eline sarıldım. Pamuk gibi yumuşacıktı. Oysa babamın elleri çok sert ve nasırlıydı. O yumuşacık, yumuk elleri defalarca öptüm. Babamın da yüzünde öylesine bir memnuniyet ışıltısı vardı ki, bunu ifade etmek çok zordu. “Allah sizleri başımızdan eksik etmesin, Devletimize zeval vermesin efendim.” Duası dudaklarından dökülürken görmeliydiniz ondaki sevinci, mutluluğu…

Evimiz yüz metre ötedeydi. Misafirlerimizi, ortasından su akan, biraz ilerde şelaleye dönüşen su şırıltılı ve ağaçların koyu gölgesindeki sekimizde ağırlardık, iyi havalarda. Bugün de öyleydi. Ben yerimden fırladım, sevinçle evimize doğru koşmaya başladım. San ki ayaklarım yerden kesilmişti. Anama müjdeyi verdim. Anam çok duygusaldı. Dua yerine birkaç damla yaş gözlerinden yanağına yuvarlanıp, aktı. “Ana niye ağlıyorsun, sevinsene?”

Dedim.“Sevinmez olur muyum oğlum! O gözyaşları sevincimin taşkınıdır.”Dedi.

Hemen ocağa yöneldim. Özene-bezene bir kahve yaptım. Bu konuda oldukça deneyimliydim. Kahve yapıp ikram etmek benim işimdi hep… Cezveyi, fincanları tepsiye yerleştirip, soğumasın diye üzerlerini örttüm. Sekiye geldim. Özenle kahveyi cezveden fincanlara döktüm ve misafirlere sundum. Gülüştüler.

Önce anlamadım. Bir hata mı yaptım diye hayıflandım. Mahcup bir tavırla sağımı solumu kolaçan ettim. Bir yanlışlık göremedim. Sonra misafirlerin tavrını gözledim. Geç de olsa jeton düştü. Düşümdüm ki bu ikinci kahve olmuş.

Utandım. Sevinçten unutmuşum. Minnet borcumu ifade etmenin telaşı ve şaşkınlığı olmuş, benimki…  Kahveyi yudumlarken bana takılmayı da unutmadılar. “Vay seni, vay! Okul müjdesini alınca, kahveyi bu defa daha okkalı yapmışsın. Eline sağlık, Aferin!” Dediler. Rahatladım. İkinci kez takdir toplamak, körpe benliğimi, kendime güven duygumu okşadı, besledi, doğrusu…

Misafirler gittiler. Bugün benim için içi çok dolu geçen bir zaman dilimiydi. Şiir okumuş, kahve yapmış, bol, bol aferin ve alkış almıştım. Bütün bunlardan çok önemli olan okuma müjdesiydi. Ayaklarım yere basmıyor, sanki uçuyordum. Tatlı bir rüyadan uyananların mahmurluğu vardı, üzerimde. Olanları arkadaşlarıma anlatırken çok keyif alıyor; abartılı bir ifade kullanıyor, çocuksu heyecanımı yenemiyordum. Hele de arkadaşlarımın beni imreniyle süzmeleri çok hoşuma gidiyor, onurumu okşuyordu.

***

Ertesi sene mayıs sonu okul bitmiş, üç sınıflı Eğitmen Okulundan mezun olmuştum. Beklentilerimin gerçekleşmesi an meselesiydi. Ancak şans olumsuz ağlarını örmeye başlamıştı bile. Köy Muhtarına Karagöz Gazetesi gelirdi.

Onu okumak için fırsat kollardım. Gazetenin sol köşesinde kamalı haçlı, miğferli ve çizmeli bir alman askeri figürü vardı. Sağ köşede ise, uzun boylu, sivri sakallı, kuyruklu smokinli, kasnağı uzun fötr şapkasının kenarlarını kuşatan çok yıldızlı Amerikan bayraklı Sam Amca vardı. Karagözle Hacivat karşılıklı Hitlerle Sam amcayı konuşturarak, savaşla ilgili olumsuzlukları mizahi bir üslupla eleştirirlerdi.

Bunun dışında Hazreti Ali Cenkleri, Kesik baş Hikâyeleri dolaşırdı, elden ele… Yırtılmış, pörsümüş, eksik sayfalar ve okunması oldukça zor olan kitaplar. Bizim eve nereden geldiğini bilmediğim bir de “Pamuk Ece” adlı dergi vardı. Tek sayı. O dergiyi belki onlarca defa okuduğumu anımsıyorum. Yani bizim çocukluğumuz kıtlık dönemi mide açlığı kadar, kitaptan da yoksun kalan beyin açlığı ile geçti. Nerede bir gazete parçası ya da yazılı bir metin bulsak defalarca okurduk. Bu konudaki açlığımın, Düziçi Köy Enstitüsü’nün zengin kitaplığında doyuma kavuştuğunu söyleyebilirim. Kültür-Turizm Bakanlığınca Beyoğlu Beldesinde adıma açılan Mustafa Okumuş Halk Kütüphanesini zaman-zaman ziyaret ederim. Oradaki çocuklara bizim kuşağın söz konusu mahrumiyetlerini anlatırım, İlgiyle dinlerler. “Kütüphanenizin kıymetini bilin, bu imkânı en iyi şekilde değerlendirin. Üstelik altı bilgisayarlı internet salonunuz da var. Gerisi sizin çalışmanıza, bilgi açlığınızı doyurmanıza kalıyor.” Dediğimde yüzleri ışıldıyor, gözlerinin içi gülüyor, çalışacaklarına söz veriyorlar.

***

İkinci Dünya Savaşının en çok kızıştığı günlerdi. Almanlar, Avrupa’yı tümüyle işgal etmiş, Yunanistan’ı 24 saatte dize getirmiş, Trakya hududumuza dayanmışlardı. Seferberlik ilanıyla Amcam ihtiyat asker olarak silâhaltına alınmıştı. Böylece benim okuma düşüm de kesintiye uğramıştı. Artık ailemin bana ihtiyacı vardı. O yıl sarı öküzlerle nadas çıkardım, hasat yaptım. Amcamın yerini doldurmaya çalıştım ve de on yaş birden büyüdüm. Unuttum çocukluğumu…

Sene 1944’de Almanlar önce kuzey Afrika cephelerinde zorluklar yaşadılar. Arkadan İngiliz-Amerikan işbirliğiyle 1944’de haziran-eylül ayları arasında aşamalı olarak gerçekleştirilen, General Aisenhower komutasındaki Normandıya çıkarmasıyla hepten çekilmeye zorlandılar. Müttefikler önünde her cephede Almanlar yenilgiye uğruyorlardı. 8.Mayıs 1945’de Alman Orduları kayıtsız şartsız, Müttefik kuvvetlere teslim odu. Almanların kaderi Potsam ve Yalta’da yeniden çizildi. Türkiye bu savaşta önce tarafsız kalmaya çalıştı; sonra 25 Şubat 1945’de Müttefikler yanında yer aldı. Bu arada Trakya hududumuzdaki Alman güçleri de savaşsız çekildi.

Asrın başında girdiğimiz peş-peşe dört savaşın henüz enkazını bile kaldıramadığımız bir dönemde ülkemiz için yeni bir savaş büyük bir riskti. Bu nedenle savaşa bulaşmamakla dört savaşın yıkıntılarından sonra oluşan bir avuç nüfusumuzu da İkinci Dünya Savaşında kaybetmekten kurtulduk. Bütün sıkıntılarına rağmen sağduyulu tarafsız bir politika izlemekle, anaları dul, çocukları öksüz bırakmadık. İkinci Dünya Savaşına giren ülkelerde milyonlarca insan öldüğünü düşünürsek, bu ateş çemberinde tarafsız kalabilmenin zorluğunu da anlarız. Çünkü savaşın kazananı olmaz. Bu yüzden ki Roma’nın ünlü hukukçusu Cicero der ki: “En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir.

MUSTAFA OKUMUŞ/KIRSALDAN KENTSELE

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version