Site icon Teketek Haber

ÖLÜ EVİ (I)

Güneşin bir çıkıp bir kaybolduğu günlerdi. Bulutların gökyüzünde yavaş adımlarla yürüdüğü, rüzgârların yağmur yüklü bulut taşımak için savruk hareketler yaptığı, bir uğultuyla gürleyip tıslamayla durduğu, yukarıdan aşağıya, tepeden ovaya doğru poşet ve kese kağıdı parçalarını sürüklediği tam da akşamın kerahetiydi. Genç kadın sanki savruk, hoyratça esenrüzgarlardan beklenen kötü haberi almışçasına dövünüp duruyor, iri, siyah, simsiyah gözlerindeki üzüm büyüklüğündeki kalın yaşlara söz geçiremiyor, kahır, üzüntü, yeis ve ölüm sözlerinden ibaret konuşmalarına hâkim olamıyordu. Mahallenin sözü akçe kabul edilen, güngörmüş, ak saçlı kadınlarının, çok bilenlerinin teskin edici sözleri bile hiçbir tesir bırakmıyor, ağıtlarına fasılasız devam ediyordu: “Gitti. Gencecik kızım gitti. O ölmeseydi, ben ölseydim,…..” Aşırı üzüntü durumlarında dillerden dökülen kahır sözlerinin, isyan kelimelerinin aslında muhatabı yoktur. İçimizde biriktirdiğimiz, hiçbir zaman da söyleyemediğimiz hayata yönelik en içten isyanımızdır. Bu isyan içimizde hayata karşı biriktirdiğimiz cerahat haline gelmiş zehrin akmasıdır. Delirmekle normalleşmek arasındaki en keskin, en ince çizgidir. “Acı duymak ruhun fiyakasıdır, kin susturur insanı, adına çıdam denir” (1) diyen şair, aslında hayata karşı isyanı özetleyiverir. (İsmet Özel-Erbain)Bu nedenledir ki kimi dindar geçinenlerin “isyan etme!” vaveylası verimli tarlayı taş taşımakla aynıdır.

Genç kadın göz pınarları kuruduğunda birden bayılıvermişti. Ayıktırmak için kolonyalar, soğanlar ve bilumum uyandırıcı zerzavat fayda vermiyordu. Güngörmüş, yol yordam bilen ihtiyar kadının, “bırakın, biraz dinlensin!” sözü olmasa, daha da uğraşacaklardı. İşte o isyankar bir bağırışla bağıran, gözpınarları ağlamaktan kuruyan genç kadın, benim dünyalar güzeli, dünyalar iyisi annemdi. Annem bayıldığında yaşça benden epeyce büyük akrabalarım beni evin dışına çıkarmıştı. Neden annemin yanından uzaklaştırıldığımı bile anlamadan, sorduğum sorulara bile cevap almadan, haksızlık yapıldığını anlatmaya fırsat verilmeyen kırmızı kart yemiş futbolcu gibi kapı dışarı ediliveriyordum. “Hayır, beni çıkaramazsınız, ben annemin yanında kalacağım, hiçbir yere gitmiyorum” diye diklenip bağırdığımda ise Hasan ağabeyin tokadı ile 5 kişinin kucağında karga tulumba götürülüvermiştim. Annemin kadim dostu, ahretliği muhacir Fatma abla gelip benimle konuşuncaya kadar önüme gelen herkese saldırmış, herkese küfür etmiş, herkesi yok saymıştım. Muhacir Fatma abla, “oğlum, şu anda annen seni dinleyemez, sana cevap veremez, onun derdi ona yeter, bir de sen sıkıntı yapma, bak Hüseyin var, Yaşar var, Halil var, Mehmet var, Murat var… Onlarla otur. Bir isteğin olursa bana söyle” dediğinde sakinlemiştim. Muhacir Fatma abla yaşından büyük gösteren, yüz hatları çınar ağacının toprağın üzerindeki damarı gibi keskin ve kalın çizgilerden oluşan, Fatih burnuyla uyumlu ağzıyla tam bir Osmanlı kadınıydı. Tek kusuru Maraş otu kullanmasıydı. Büyük oğlunun hasta doğduğunu öğrendiği gün başlamıştı bu illete. 3 çocuk ve bir gelinle 12 metrekarelik tek odalı bir evde nasıl yaşarlardı hala anlayabilmiş değilim.

Akşam namazı kılınmış, yatsı için kuluçkaya yatılmıştı. Rüzgâr savruk şiddetini daha da arttırmış, hoyratlığına hoyratlık katarak damların tepelerindeki televizyon antenlerini önüne katıp götürmeye, boşta bulduğu kağıt, naylon, kabak, patlıcan, biber, domates kuruluklarını boş alanlara seri hareketlerle taşımaya başlamıştı. Ölümde, yaşam gibi rüzgârın umurunda değildi. O kendi çizgisinde, kendi görevini sorgusuz-sualsiz yerine getiriyordu. Sanırım rüzgâra sövenler, rüzgârın bu rahat, vurdumduymaz tavrından rahatsız oldukları için sövüyorlardır. DEVAM EDECEK

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version