Site icon Teketek Haber

Raks, devrân ve sema

a. Raks ve devrânın cevazı

Şeyh Alâüddin zâkirlere raks ve devrânın cevazı hakkında yazdığı risalesinde Beyzavi’nin ~~3.191~
اَلَّذٖينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ “Allah’ı ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken zikredenler…”[1] ayetini “Allah’ı bütün hallerde; ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken” şeklinde tefsirini naklettikten sonra şöyle denildiğini söyler: Beyzavi’nin ‘ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken’ ifadesi, sûfîlerin vehminin zikir esnasında raks ve devrânın caiz olduğuna kail olmamaları için raks ve devrân halini istisna etmeye, yani zikri üç halle kayıtlamaya matuf bir tefsirdir. Sonra da Şeyh Alaüddin kîle diyerek meçhul bir şahıstan naklettiği bu yoruma uzun bir cevap yazar.

Özeti şudur: Söz konusu bu üç hal ayette mutlak olarak zikredilmiştir. Devrân ve raks hali de kıyamen (: ayaktayken) lafzının kapsamına dâhildir. Bir kere efradını kapsayan amm bir lafızdan sonra tahsisten sakınıp, takyit ettiğini söylemek bu büyük allame Beyzavi’ye iftiradır. Dahası Beyzavi’nin ‘Bütün bunlar her türlü halin nassın kapsamına dâhil olduğu hususunda muhkemdir’ şeklindeki ifadesine karşı söylenmiş yalandan başka bir şey değildir. Fıkıh usulünde malum olduğu gibi, muhkem bir lafız tevile de tahsise de kapalıdır.

Müteakiben Şeyh Alauddin zikrullah esnasında devrân ve raksın caiz olduğunu çeşitli açılardan temellendirir.

  1. Birincisi müfessirlerin açık beyanıdır. Müfessirlere göre, bu ayette kastedilen mana herhangi bir halle kayıtlanmaksızın bütün hallerde zikre devam etmektir. Ayette bu üç halin özellikle nassla tahsis edilmesi, insanın mutat halleriyle ilgili olmasından dolayıdır.
  2. İkincisi ~~33.41~
    اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثٖيرًا “Allah’ı çok zikredin çok.”[2] şeklindeki zikir ayeti mutlak olarak kullanılır. Kevaşi sahibi mutlak kullanıldığından dolayı şöyle söyler: Tehlil, tekbir ve takdisi ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken söylemeye ehil olanlardan esas maksad hasta-sağlıklı, gece-gündüz, gizli-açık, karada-denizde, dururken-hareket halindeyken, kısacası her haldeyken olabilmesidir. Bu ayette açıkça beyan edilen bu üç hal kendi içerisinde mukayyet olduğu düşünülse bile, devrân ve raks halini de kapsayan mutlak bir ifade olduğu nettir. Fıkıh usulünde beyan edildiği gibi, mutlağın hükmü ıtlakı üzere cereyan eder, yani kayıtlanmayıp mutlak bırakılır.
  3. Üçüncüsü devrân ve raks halinde olmayacağını söyleyerek zikri takyit etmeyi iddia etmek, bu hallerde zikrin yasak olduğunu iddia etmek olur. Bu da “Devrân ve raks halinde Allah’ı zikretmeyin.” demek anlamına gelir.

Yine usulü fıkıhta belirtilmiştir ki, “Bir şeyden nehiyedilmesi onun kubhunu, çirkinliğini gerektiren hususlardandır.” Bu ifadeye rağmen devrân ve raksın nehiyedildiğini söylemek zikrullahın kubha mahal olmasını gerektirir ki, bu çirkin batıl bir söz olur, kabul etmek mümkün değildir.

Ayrıca zikrin bu üç halle kayıtlandığını söylemek, mescide, camiye gidip gelirken, meslek sahiplerinin mesleklerini icra ederken dönmeleri esnasındaki zikrullallahlarının da haram olduğunu söylemeyi gerektirir. Böyle bir iddiayı ise hiç kimse söylememiştir.

  1. Dördüncüsü büyük âlimlerin sözleri.

Bunlardan biri İmam Razi’dir. İmam Râzî Tefsir-i kebir’inde, Keşşâf sâhibinin zikrullah esnasında tevacüd ve ızdırap (:titreme) türü evliyaullahtan sadır olan hallerini tenkit sadedinde söylediklerine karşı cevap verir. Büyük âlim Taftazani ve Şeyh Semerkandi de benzer kanaatleri paylaşır.

Özeti şudur: Keşşaf sahibinin tenkidinin asıl sebebi, itikatta mutezili görüşlere sahip olduğu için evliyaullahın şerefli hallerini, kendilerine özgü yüce makamlarını kabul etmemesinden dolayı evliyaullahtan muhabbet ehline karşı duyduğu kinden kaynaklanır.

Bunlardan bir diğeri Necmzâde’dir. Şeyh-i fazıl, mürşid-i kâmil Necmzâde namıyla meşhur olan zat Tefsiru’l-hakaik fi beyani’l-işare adlı tefsirinde şunları söyler:سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتٖى كَانُوا عَلَيْهَا “Bazı beyinsiz insanlar, ‘bugüne kadar yapageldikleri kıblelerinden ne oldu da yönlerini değiştirdiler?’ diyecekler…”[3] ayetinin tefsirinde şunları söyler: Gaybet ehlinin beyinsizliğinden, hicâb ehlinin cehaletindendir ki, erbâb-ı kulûbun hallerini, Allah’ın onları halden hale dönüştürdüğünü anlamadıkları zaman, erbâb-ı kulûbun hareketlerine de sükunetlerine de itiraz ettiler, fiillerini de sözlerini de eleştirdiler. Çünkü onlara hep küçümseyici ve aşağılayıcı bir edayla baktılar.

Bunlardan bir diğeri Ahmed bin Hanbel’dir. Hulâsatü’l-hakâik, Avârifü’l-maârif ve İhyâü ulûmi’d-din adlı eserlerde şu bilgi bulunur: İmam Ahmed bin Hanbel’e, “Filanca cemaat ayağa kalkıp raksediyor.” diye sorulduğunda, “Onlar âşık, âşık. Bırakın da, bir süre Allah’la beraberliğe sevinsinler, neşelensinler.” der.

Denir ki, “Sûfîlerin yaptığı şey raks değildir. Raks sözlük anlamında def ve çalgı aleti eşliğinde yapılan şeydir, terim anlamda ise küfür ve bâtıl denecek nispette yapılan şeydir.”

Şeyh Alauddin sözlerine şöyle devam eder: “Abd-i zaif Alauddin şunu söylüyorum: ‘Bazı sûfîlerin raks ve deverânın mubahlığıyla ilgili delillerin bilinmesi için yazdım, yapılması için değil. Çünkü bizim tarikimize ve inancımıza göre raks ve devrân ihtiyarî olursa ikisi de caiz değildir.

Bu konuda söylene gelen sözlerin özü şudur. Bu delillerin hepsi şunu ifade etmektedir. Şevkin baskınlığını doğrulayarak muhabbetin hakimiyetinin galip gelmesinden kaynaklanan erbab-ı kulübün bazı azalarından sadır olan şeyler hep yadırgana gelmiştir. Bu tartışma konusu bile değildir. Çünkü tıpkı titreyen bir kişinin hareketi misali, ihtiyarî olmadan Hakk’ın mahza tasrihiyle, Hakk’ın bir halden başka hale tasrifiyle bazı tavırlarında sadır olan şeylerin hepsi ıztırarî hallerdir. Şeyhzâde’nin söyledikleri de bu yorumu andırır. İmam Ahmed bin Hanbel’in ‘onlar aşık, aşık. Bu tavırlarda olanlardan ihtiyar alınır, teklif düşer. Artık böyle durumlar caizdir, caiz değildir diye nitelenemez. Çünkü caiz olması veya caiz olmaması şer’i ahkâmla ilgilidir. Usulü fıkıhta bilindiği gibi, şer’i ahkâm da mükellefin fiiliyle ilgilidir. İhtiyarî halin ıztırarî hale kıyas edilmesi ise iki farklı halin ayrı ayrı değerlendirilmesi hikmetini iptal eder. Çünkü her tavrın kendine özgü bir hükmü, her makamın kendine özgü bir sözü vardır.

Bu konuda cevab-ı savap müftü Cemal’in fetvasında söylediğidir. Bu fetvayı Karabaği Ravda adlı eserinde anlatır. O da şudur: ‘Allah’ı cehri zikretmek isteyen kişinin sakin ve vakur olması gerekir, mezkûrun azametini ve kibriyasını düşünür, Allah’ın celalinden dolayı huşuyla ve huduyla ürperir. Şevk hali galip geldiğinde ve ihtiyar zimamı elinden gittiğinde ise artık o kişi hallerinde de fiillerinde de sözlerinde de mazurdur. Ama zikir esnasında şeriata muhalif şeyleri ihtiyarıyla yapan kişi, ehlullaha göre de mezmumdur, merduttur. Elbet doğrusunu Allah bilir.” Şeyh Alauddin’in sözleri burada sona erdi.

Rabbani âlimlerden kâmil bir zat risalesinde şöyle söyler: “Allah Teâlâ’nın ~~3.191~
اَلَّذٖينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ ‘Allah’ı ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken zikredenler…’[4] ayetindeki ‘kıyamen’ (:ayakta) ifadesi zikir yapan kişinin ayakta olmasının gereği bütün hareket ve sükûnet hallerinin her çeşidiyle zikrini yapmasını gerektirir. Ayrıca bütün bunları yapmanın mubah olduğuna inanması da gerekir. Çünkü ‘kıyam’ memurun her durumdaki halidir. ‘Kâim’ ise her durumda olan halin daha gerisinde tasavvur edilemez. Kıyam nasstır ve nass manasına dahildir. Her ikisine de iman her zikirde her durumda vaciptir. Bu söylediklerimize inanmayana فَبِاَیِّ حَدٖيثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ ‘Ondan sonra hangi söze inanacaklar.’[5] demekten başka bir sözümüz yok.”

Fıkıh usulü âlimlerine göre, nassın delaletiyle nassın ibaresinden dolayı amel edilir. Lafzın manasını mucebinden ve muhtemel anlamlarından soyutlamak caiz değildir. Feteva adlı kitabın ifadeleri böyledir.

Şerhu’l-fetâvâ el-câmiu’l-kebir’de şöyle denir: “Bilindiğin gibi, kâim (:ayakta) olan kişinin şiddetli hareket etmesi, titremesi veya devrân etmesi, delaleti kat’i bir nas olan ‘kıyam’ kelimesinin kapsamından soyutlanamaz. ‘Kıyam’ kapsamına giren bir hareketi inkar eden de esasen kat’i bir nassı inkar etmiş kabul edilir.”

Kâdî Beyzavî Allah Teâlâ’nınفَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلٰوةَ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِكُمْ “Namazı bitirdiğinizde” yani eda edip namazdan çıktığınızda, “ayaktayken, otururken, yanlarınız üzerine yaslanırken Allah’ı zikredin…”[6] ayetini şöyle tefsir eder: “Bütün hallerde zikre devam ediniz. Bu inceliğe vakıf olamayıp inkâr edenler, elbette zâkirlerin hareketini tekfir ederler.”

Beyzavî ~~3.191~
اَلَّذٖينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ “Allah’ı ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken zikredenler…”[7] ayetinin tefsirinde şunları söyler: “Yani, ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken bütün hallerde Allah’ı zikrederler. Hareketlerin şiddetli olması veya olmaması, elbette zâkirlerin halleridir. Zâkirlerin bu tür hareketlerini tenkit edenler, Allah’ın sınırını aşmış ve kendilerine zulmetmiş olurlar.”

Hilyetü’l-evliyâ’da sıhhatinde ittifak edilerek, Kitabu’l-ihsân, Kitabu müşkilâti’l-misbâh ve Kitabu metâini’s-sûfîyye adlı kitaplarda şu haberler yer almaktadır. Sahâbiler (r.a) zikir esnasında rüzgârlı bir günde tıpkı ağaçların hareket ettiği gibi şiddetli bir şekilde hareket eder, gözlerinden yaşlar boşalırdı. Hareketlerin farklı farklı olmasının herhangi bir önemi yoktu. Öyleyse mutlak hareketin mubahlığı sübut bulur. Bu sebeple, zâkirlerin hareketlerini, oturmalarını, kalkmalarını, vesselâm hangi çeşit olursa olsun hareketlerini biz sorgulayamayız. Çünkü her türlü harekette bazı işaretler hep bulunur.

Burada kalbin kalıpla münasebeti, yağın sütle münasebetine benzetilebilir. Sütün her damlası yağsız olmadığı gibi, nefsani kötü sıfatlardan her birinin de kalbi güzel sıfatlardan herhangi birini taşıdığı söylenebilir. Kalbî sıfatlar da nefsani sıfatlardan zâkirin şiddetli hareketiyle ayrılır. Tıpkı yağın sütten ayrılıp topaklanması için, yayıkta uzun süre şiddetli yayılması örneğinde olduğu gibi.

Kalbi sıfatların ayrılması ve ortaya çıkmasıyla, zevk ve şevk hâsıl olur. Bu hal ona baskın gelir, ihtiyarını alır. Böyle bir haldeyken artık mümkün olan her çeşit hareketle zikretmesinde bir beis olmaz.

Dahası dilinden şu tür kelimeler çıkabilir: Allah, Allah, Allah, der veya şöyle der: hû, hû, hû veya medle (:çekerek) lâ, lâ, lâ veya kasırla (:çekmeden) la, la, la veya medle â, â, â veya kasırla a, a, a veya dammeyle u, u, u; medle âh, âh, âh veya kasırla ah, ah, ah veya dammeyle uh, uh, uh veya hâ, hâ, hâ veya elifsiz heh, heh, heh veya harfsiz herhangi bir harf söylemek. Bu hususta en uygunu eğer isterse kendini bulunduğu halin atmosferine bırakmaktır. Bu bilgiler Reyhânetü’l-kulûb adlı eserde bulunur.

Doğrusu bu sözlerin benzerlerinin özellikle sema esnasında sâdık bir zâkirden duyma ihtimali hiç de uzak değildir.

Başka bir tefsirde şu bilgiye rastlanır: “Zikirdeki hareket müminlerin günahını yıkar, temizler.”

Bazı haberlerde şöyle gelmiştir: “Allah Teâlâ İsrafil’i (a.s) yarattığında, cehrî söyleyip hareket ederek ‘La ilahe illallah’ demesini emreder. İsrâfîl (a.s) cehrî söyleyip hareket ederek öyle bir ‘La ilahe illallah’ der ki, doğudan batıya kadar bu ses işitilir. Böylece zikirde hareket etmek İsrafilî bir sünnet olur. Cehrî söyleyip hareket etmek ehl-i zikir için yüce bir mertebedir. Çünkü her bir aza zikirden nasîbini alır, sonra da tebeddül ve inkıta olur. Bu inceliği iyi anla.” Müfessirin sözü burada sona erdi.

[1] Âl-i İmrân, 3/191.

[2] Ahzâb, 33/41.

[3] Bakara, 2/142.

[4] Âl-i İmrân, 3/191.

[5] A’raf, 7/185.

[6] Nisâ, 4/103.

[7] Âl-i İmrân, 3/191.

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version