Maraş da dâhil olmak üzere Çukurova bölgesine daha önceleri çeşitli göçler olmuştu. Bölgeye, Müslüman Arapların eline geçmesiyle 635’ten itibaren pek çok Müslüman ahali yerleştirildi. Abbasiler zamanında Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinin hızlanması ve onların İslam ordularına memluk olarak alınmasıyla birlikte birçok Türk, Tarsus’tan başlayarak avâsım (sugûr) olarak adlandırılan Malatya-Erzurum arasındaki şehirlere yerleştirilmişlerdir. Tarsus-Erzurum hatları arasında Müslümanların 300 yıldan fazla süren hâkimiyeti, 960’larda Bizans İmparatorluğunun söz konusu bölgeyi elinde bulunduran Müslüman bir devlet olan Hamdanileri kesin yenilgiye uğratmasıyla sona ermiştir. Söz konusu şehirlerde yaşayan Türk ve Arap ahali Suriye ve Irak’a çekilmek zorunda kaldı. Bu sıralarda Bizans İmparatorluğu Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenileri 950’lerden sonra Orta Anadolu’ya doğru göçe zorlamıştır. Müslümanların elinden alınan ve boşalan Çukurova şehir ve kalelerine de bu Ermeniler yerleştirilmiştir.[1]
Bizans İmparatoru II. Vasil (Basil) yukarıda bahsedilen göçlerden 70 yıl sonra, 1020-21’de, doğudan 50 binden fazla Ermeni nüfusu Kayseri, Sivas ve Malatya taraflarına tehcir etmiştir.[2] Malazgirt zaferinden sonra Romanos Diogenes ile Alp Arslan arasında yapılan antlaşma ile Doğu Anadolu, Selçuklulara bırakılınca bölgeden Ermenilerin göçü hızlandı. Türklerin Anadolu içlerine ilerlemeleri ile birlikte Bizans halkından olan Rumlar Batı Anadolu ve Balkanlar’a doğru çekilirken, onların boşalttığı alanları Ermeniler doldurdu. Ayrıca Türklerin önünden çekilmeye devam eden Ermeniler de kitleler halinde Fırat boylarına, Toros Dağları’na, Orta ve Güney Anadolu’ya ve Suriye taraflarına sığındılar.[3] Bu sırada Urfa’da yaşayan Ermeni papaz Mateos, doğudan kitleler halinde Ermenilerin batıya doğru göç ettiğini ifade etmektedir. Onun verdiği bilgiye göre doğudan kaçan Ermeniler Urfa, Antakya, Tarsus, Kilikya ve Dülük’e kadar olan alanlara yerleşirler.[4]
Malazgirt savaşı öncesi 1068’de Kayseri, Sivas ve Divriği tarafına ilerleyen Romanos Diogenes Türk kuvvetlerini geri çekilmeye mecbur ettikten sonra Maraş’a gelmişti. Buradan Fırat boylarına kuvvetler gönderdikten sonra Suriye’nin kuzeyine girip Halep taraflarında tahribat ve yağma yaptıktan sonra Umurtekin adlı bir Selçuklu komutanının savunduğu Menbiç’i almıştı. Ancak bölgedeki Türk birlikleri karşısında daha fazla bir şey yapamayan İmparator İstanbul’a gitmek zorunda kalmıştı.[5] Bizans İmparatoru Romanos Diogenes Malazgirt yenilgisi sonrası tutsak olduğunda Sultan Alp Arslan ile yaptığı muahede ile eski İslam toprağı sayılan başta Maraş olmak üzere Tarsus, Malatya ve Erzurum şehirlerini Türklere bırakacaktı.[6] Ancak serbest bırakılarak ülkesine dönen imparator tahtını kaybedince yapılan anlaşma da uygulanamamıştır. Bizans İmparatoru Romanos Diogenes, Malazgirt meydan muharebesine giderken ülkesinin doğu hudutlarını korumak için Ermeni asıllı Phileretos’u görevlendirmişti. Phileretos Maraş’ta oturmakta ve kendisine verilen bölgeyi buradan idare etmekteydi. Ancak o, sadakatle bağlandığı Romanos Diogenes’in tahtan indirilip gözlerinin kör edilmesinden sonra Bizans’la bağlarını koparıp 1071’den 1080’lere kadar Çukurova’dan Urfa’ya kadar olan sahayı kontrolüne alıp müstakil bir idare oluşturdu. Süryani Mihail, Phileretos’un Maraş bölgesinde Şirbaz adlı bir köyde doğduğunu belirtmektedir.[7] Maraşlı olduğu iddia edilen Phileretos, Antakya, Maraş, Malatya, Urfa, Samsat, Keysun ve Çukurova’da bulunan şehirlere kendisine bağlı Ermeni asıllı birer komutan tayin eder.[8] Bu arada Ermeni Prensi Gagik’in akrabası olan Ruben adlı bir Ermeni, Gibidar taraflarına gelip yerleşmişti. Daha sonra bu şahıs şimdi Zeytun olan Goromozol köyüne geçmiş ve orada ölmüştür.[9] Bölgede Bizans otoritesi sarsılmış ve Türk fethi öncesi 1080’lerde Maraş, Dülük ve Tarsus taraflarında kargaşa hüküm sürmekteydi. Doğudan Türklerin önünden kaçan Ermeniler ve diğer unsurlar birbirlerinin üzerine atılıyor, binlerce kişi birbirlerinin yolunu tıkıyor, çekirgeler gibi yeryüzünü kaplıyor ve her taraf insan dalgalarıyla doluyordu. Bu Ermeniler haçlı seferlerinden sonra Fırat boylarında ve Kilikya’da Ermeni prensliklerini kurmuşlardır.[10]
Malazgirt savaşı öncesi Türk komutanlarının Anadolu’daki hareketleri hızlanmıştı. 1064’ten itibaren Türk kuvvetleri Kızılırmak’ı geçerek Kayseri’ye gelmişlerdi. Buradan Halep taraflarına, el-Cezire mıntıkalarına inen Türk kuvvetleri Bizanslılara ağır kayıplar verdiriyorlardı. Anadolu’da büyük bir harekete sebep olan bu Türk kuvvetlerinin başında Tuğrul Bey zamanında Bağdat valiliğinde bulunan ancak Alp Arslan’ın adamlarından birini öldürerek oradan Anadolu’ya geçen Afşin Bey vardı. Afşin Bey kaybettiği itibarını kazanarak Sultan Alp Aslan’ın da gözüne girmek amacıyla Malatya, Kayseri, Maraş, Ayıntab, Raban taraflarına akınlarda bulundu.[11]
Afşin ve diğer Türk komutanlarının Anadolu’daki bu hareketi yüzünden 1020’lerdeki zorunlu sürgünle Orta Anadolu düzlüklerine yerleştirilen Ermeniler, bölgenin 1060’lardan sonra Türklerin eline geçmesiyle daha güvenli olarak düşündükleri Toroslar’ın sarp yerlerine sığınmışlardı. Ayrıca doğudan Türklerin önünden kaçıp gelen Ermenilerin de Çukurova ve çevresine dolmasıyla bölgede Ermeni nüfusunda bir artış olmuştu. Bütün bunların sonuçlarına ek olarak Bizans İmparatorluğu’nun zayıflaması, Türkiye Selçukluları’nın kurucusu Süleymanşah’ın 1086’da ölümü ve devletin geçici bir süre sahipsiz kalması, bunun arkasından başlayan Haçlı Seferleri Kilikya bölgesinde bir Ermeni prensliğinin doğmasına neden olmuştur. Ermenilerin Çukurova’da kurdukları bu siyasi teşekkülü, bağımsız bir devlet şeklinde değil de bir prenslik veya tabi baronluk[12] şeklinde değerlendirmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Çünkü Ermeniler bölgede hiçbir zaman tam bağımsız bir devlet oluşturamamışlardır. Onlar değişik zamanlarda Bizans, Selçuk, Memluk, Haçlı ve Moğollara tabi olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.[13]
[1] Faruk Sümer, “Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar”, Tarih Araştırmaları Dergisi, S.I, Ankara 1963,s.3; Kâzım Yaşar Kopraman, “Abbasîler Döneminde Bizans Sugûrunda Türklük Faaliyetleri” Makaleler, (hazr.E. Semih Yalçın, Altan Çetin), Berikan Yay., Ankara 2005, s.337; Mehlika Aktok Kaşgarlı, Kilikya Tâbi Ermeni Baronluğu Tarihi, Kök Yay., Ankara 1990, s.XI-XIV; Mehmet Ersan, Türkiye Selçukluları Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK Yay., Ankara 2007, s.14–15.
[2] Ali Sevim, Selçuklu-Ermeni İlişkileri, TTK Yay., Ankara 1983, s.9-10.
[3] Osman Turan,Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Yay, Boğaziçi Yay., İstanbul 1993, s. 40.
[4] Urfalı Mateos, Vekâyinâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli(çev. Hrant D. Adnreasyen, Notlar: Edouard Dulaurer, M. H. Yinanç), Ankara, 1987, s.156.
[5] Ali Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, TTK Yay., Ankara 2011, s.23.
[6] Turan, s.32.
[7] Süryani Mihail, Vekâyinâme,(çev. H.D Andreasyan), TTK Basılmamış Tercüme Eserler, Ankara 1944, s.30.
[8] Urfalı Mateos,164; Süryani Mihail, 31–32; Gregory Ebü’l-Ferec, Ebü’l-Ferec Tarihi, (İngilizce çev. Ernest- A. Wallıs Budge, Türkçe çev. Ömer Rıza Doğrul), C.I, Ankara 1982, s.330–331; Kaşgarlı, 21–24; Ersan, Anadolu’da Ermeniler, 37-42.
[9] Gorigos Senyörü Hetum, Vekâyinâme (çev. H. D. Andreasyan), TTK Basılmamış Tercüme Eserler, İstanbul 1946, s.4; Vahram, Vekâyinâme, Kilikya Kralları Tarihi, (çev. H. D. Andreasyan), TTK Basılmamış Tercüme Eserler, İstanbul 1946, s.4.
[10] Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012, s.52.
[11] M. H. Yinanç, Anadolu’nun güney havalisinin fatihi olarak gördüğü Afşin Bey’in 1078-79’dan sonra adının bir daha geçmediğini belirtmektedir. Bkz. M. Halil Yinanç, “Maraş Emirleri” 31.
[12] Çukurova’da Ermenilerin oluşturduğu prenslikten bahsederken “Kilikya Ermeni Prensliği”, bölgeden bahsederken de Kilikya yerine “Çukurova” demeyi uygun gördük.
[13] Bu konuda geniş bilgi için bkz.Mehlika Aktok Kaşgarlı, Kilikya Tâbi Ermeni Baronluğu Tarihi, Kök Yay., Ankara 1990.

