Site icon Teketek Haber

Sevgi Kaynakları

Yetmişlik kişiler, o yıl yağan karı hiçbir yılda görmediklerini söylüyorlardı. Köylü, ha- zırlıklı değildi böyle bir kışa karşı. Kar küreklerini kavrayanlar, damlara çıkıyor, bele ka- dar karın içinde durmadan dönüp duruyorlardı. Kimi de damın çökmesinden korkarak geceleri yapmaya çalışıyordu bu işi. Küreme işi sürerken, yeniden doluyordu açılan yerler. Süleymanlı köylüleri, karın iri yağan parçalarına “dede börkü” diyorlardı. Sulusepkin ya- ğış pek az oluyordu. Çoğunlukla dede börkü dökülüyordu kar. Kalınlık gittikçe artıyordu. Çatır çatır kırılıyordu ağaç dalları. Kimi de upuzun yere devriliyordu. Öyle bir gün geldi ki, evlerin varlığı; tüten baca dumanlarından belli olmaya başladı. Küçük tepeler gibiydi atılan kar yığınları. Kar atacak yer bulunmaz oldu evlerin böğründe. Komşudan kom- şuya gitmek güçleşti. Nereye bassan, koltuğa kadar gömülüyorsun. Sığırlar sulanmaya giderken baş ve boynuzları görünüyordu ancak. Kuşlar, iyice aptallaşmıştı. Bir parçacık toprak arıyorlardı kaya diplerinde. Saksağanlar, kargalar daha da sersemlemişti bu kışta.

Açlık, önce kuşlardan başladı. Kar üzerine bir avuç gübre atılsa, kısa zamanda kuş sürüleriyle doluyordu orası. Keklikler, evlerin içine kadar sokuluyordu akşamları. İnsa- nı görünce ta ötelerden uçup giden bu hayvancıklar, kuyruklarına dek sokuluyorsun da aldırmıyorlar bile. Hele o çeşmenin önündeki çayırlık; orada tabiat bilgisinde adı geçen kuşlardan çoğunu bulmak mümkündü. Kardan bir dünya vardı sanki ortada. Bir yandan güzel bir görünüm çıkarken, öbür yandan kaskatı soğukluklar uzuyordu insanın içinde. Nereye baksan büyüyen aklıklar ve onun içinde derinleşen sessizlik…

Gün, çocuklara doğdu. Onlar, işin eğlencesinde. Karın üzerine kalbur ya da yassı taş dikip çöple destek veriyorlar ona. Altına da birazcık gübre ekeliyorlar. Bakıyorsun, za- man geçmeden çöküşüveriyor kuşlar oraya. Çöpe bağlı ip çekildiğinde altında kalıveriyor birkaçı. Çocuklar, gidip elleriyle tuttuklarında, korkudan büzülüyor, yüreklerinin atışı çoğalıyordu hayvancıkların. Bunu yapmayanlar, eşeklerin, beygirlerin kuyruklarından kıllar kopararak el kadar tahtaların üstüne onları ilmek yapıp, hazırladıkları deliklere çöplerle sıkıştırıyorlar. Birkaç tane de buğday ekeliyorlar üstüne. Kuşların ayakları o ilmeklere geçer geçmez bir daha kurtuluş umudu kalmıyor.

Kar, düz yerlerde bir adam boyunu geçti. Gökyüzü o tanelerle dolmuştu sanki. Gün- düzleri, birazcık dinlenmeye geçiyordu ama, geceleri hiç soluk almadan indiriyordu. Kö- tüydü durum. Korku, endişe kımıltıları başladı yüreklerde. İhtiyarlar: “Bu iş hayra alamet değil” diyerek dualar etmeye başladılar. Kar, yağışını gittikçe artırıyordu. Yol kıyısındaki duvarlar hiç görünmüyordu gayrı. Dağlardaki ağaçlar, küçücük noktalar gibiydi.

Günden güne büyüyordu korkuları. Önce, odun derdi çıktı ortaya. Evinde odunu biten, köy malı olan cevizleri, dutları kesmeye başladı. Balta sesleri uzayıp duruyordu köyün içinde. O koca ağaçlar, baltayı yiyince seriliveriyorlardı karın üstüne. Sarı, ak yüz- lü yongalarla doluyordu karın yüzü. Güç oluyordu yanması bu ağaçların. Ne etsinler? Donacak değillerdi ya. Az zamanda ağaçtan eser kalmadı köyde. Bir parça odun, altın gibi değerliydi yanlarında. O güzelim meşe odunlarının özlemi çekiliyordu. Bir kişi vardı odun sıkıntısı çekmeyen. Yıllarca kar yağsa, onun umurunda bile değildi. Evleneli otuz yıl olduğu halde; o yıldan kesilip ahıra konulan odunları vardı adamın. Oysa, komşusunun soğuktan öleceğini bilse, kol kadar bir parça bile vermezdi. Başkalarının odunu bittiğinde kendi odununun tepe gibi yığılı oluşu, en çok hoşlandığı durumlardan biriydi.

Kar, durmadan yağıyordu. Damlardan inmeyen köylüler, silik gölgeler gibiydi sislerin içinde. “Ver Allah’ım ver!” diyen naralar geliyordu ötelerden. Yaşlı kişiler hiç ayrılmıyor- lardı ocak başlarından. Hayvanlarının yemi biten köylüler, ilk iş olarak kızaklar yapmaya başladılar. Sabahın ilk saatlerinde ayaklarında helikler, köyün kuzeyindeki dağa tırmanı- yorlar, akşam namazına kadar ancak bir kucak sedir dalı getirebiliyorlardı.

Keçiler, arı oğul verir gibi toplanıyordu o dalların başında. Kısa zamanda, o yeşil dallardan bir iskelet kalıyordu ortada.

O karlı günlerin akşamları çok ağırdı. Hele o göz gözü görmeyecek geceler… Kurt korkusundan kimse açamıyordu akşamdan sonra kapısını. Sürü halinde inen kurtlar, köy- deki köpeklerin çoğunu parçalayıp yemişti. Dinmeyen kar, gökyüzünden ölüm, korku, aç- lık indiriyordu sanki. Bir yandan da hastalık başlamıştı. O yıl, yirmi kadar çocuk kızamık- tan gitti. Köyün karşısına düşen yerde, çoğu günler insan karartılarının mezar kazmakla uğraştığı görülürdü. Komşumuz Sultan Bacı, evinin çıkmasından bizim evlere doğru dönerek: “Aman yavrum ölmemeye bakın. Böyle giderse, mezar kazan bile olmayacak!” diye bağırırdı. Küçüklerin ölümü değil de, büyüklerin ölümünden korkuyordu köylüler.

Bir gece çıkan yel, dağıtıverdi bulutları. Cam gibi oldu gökyüzü. Büyüyen korkular azalmaya başladı. Güven duygusunun ışıkları, parlamaya başladı yüzlerde. O gün, cami duvarının dibi insanla doldu. Döşlerini güneye çevirip orada bol bol güneşlediler. Kimi- nin elleri kuşaklarında, kimi ellerindeki bıçaklarla çöp yontuyordu. Onlar, kış günleri açık havalarda böyle duvar diplerinden çok hoşlanırlardı. Muhabbeti koyulaştırırlardı orada. O gün, on beş yirmi kişi vardı o duvarın dibinde. Kıştan, bahardan, sığırdan sıpadan epeyce söz ettiler. Çoğu da, zemheriden, zahmetinden söz açıyordu. Onların, kendilerine göre deneylerden geçmiş hesapları vardı. İhtiyarlardan biri, hemen önlerinde dikilen ka- rakol binasını uzun uzun süzdü. Karların, çinko üstünden sıyrılıp akması, ona yaşamakla ilgili bir şeyler düşündürdü. Düşündürdü ama, açıklayamadı bunu yanındakilere. Sonra tavşan üzerine döndü konuşmalar. Bir sürek avı üzerinde epeyce durdular. Orta yaşlı uzun bıyıklı biri: “Uşak, etsizlikten imanımız gevredi yahu! Bir tavşan vuracaksınız da on kişi bölüşeceksiniz. Bununla karın mı doyar? Bir koca öküz kesen olmalı ki, “ dedi. Yan taraftan biri: “Bire ulan, koca öküzlerde et mi kaldı? Hayvanlar bir deri bir kemik. Nesini yiyicen onun?” diye yanıtladı adamı. Gün dağdan aşıncaya kadar konuştular o duvar dibinde. Sonra dağılıverdiler birden. Kimi keven kıymaya, kimi hayvanlarını sulamaya gitti.

Göğün açılıp açılacağı o kadarcıkmış. Gece kararıverdi gökyüzü. Gene yağmaya baş- ladı kar. Sabaha kadar yarım metre daha yığmıştı. Öğrencilerimden, okula gelebilenler çok azaldı. O toprak damlı yapıda başımızdan çamurlu sular süzülürken ders yapıyor- dum. Benim hiç değilse çizmelerim, dize kadar uzayan yün çoraplarım vardı. O zavallı çocukların içinde belki çoğu yalınayaktı. Morarmış ayaklar gözüme iliştikçe, ele alaca- ğım tüm konuları unutuyordum. Gücüm yetse ben bilirdim yapacağı ama, yetmiyordu. Gözlerim sıraların altına dönünce, o ayakların benden kaçırılması daha bir büyütüyordu sızılarımı. Düşlerimde bile çoğu kez onlar vardı. O çıplak ayakların, dağlar gibi büyüyüp üstüme geldiği geceler çok oluyordu.

Açlık, iyice uzattı pençesini köye. İdare idare derken, çoğunun evinde un edecek iki ölçek buğday bile kalmadı. Hele sekiz çocuk babası Cik Ali, deli tütünden sardığı cıgara- ların birini yakıp birini atmaya başladı evde. “Ah kahpe dünya, ah!” diyordu ikide bir. Ya- şamasına da, damına da, karına da basıyordu küfrü. Ocağın başını dolduran çocuklarına baktıkça başı döner gibi oluyordu. Buğdayı nereden bulacaktı Cik Ali şimdi? Kar olmasa eşeğini çekip Elbistan’a giderdi. Bu durumda Elbistan değil, on adım ötedeki komşuya bile gidilmiyordu ki. Ocakta çatırdayan odunlara bakarak saatlerce düşündü adam. Bu acı her şeyden zor geliyordu ona. Sanki içeride bir yerleri yanıyordu. Tüm bu kötümserlik içinde Nuri Efendi geldi aklına. Süleymanlılar, “Yoksul babası” diyorlardı ona. “Yoksul babalığı böyle yerlerde belli olur” dedi Cik Ali. Yekindi yerinden. Doğru onun evine gitti. Şuradan buradan derken, açtı meseleyi. “Nuri Efendi, sekiz çocuk aç, eline ayağına düştüm, ne edersen et.” Dedi. Nuri Efendi, önündeki mangalı maşayla karıştırırken gü- lümsüyordu. Cik Ali, umutlanır gibi oldu o gülümsemeden. Nuri Efendi, Cik Ali’yi biraz korkutmak istedi ama, adam zaten korkacağı kadar korkmuştu. Mangala uzattı ellerini. Yüzünü Cik Ali’ye döndürerek: “Açlığımız da beraber tokluğumuz da. Ne canını sıkıyon bire ulan?” dedi. Cik Ali, o andaki sevincini ömrünün hiçbir gününde görmemişti. Sekiz çocuğunun gülüşleri geçiverdi gözlerinden. En dar zamanda, imdada yetişen o kişinin iyiliğini nasıl ödeşeceğini düşündü. Nuri Efendi, Cik Ali’yi evine gönderdikten sonra eline bir çuval alıp ambarın kapağını açtı. Götürebileceği kadar doldurup doğru Cik Ali’nin evine iletti. O gün bir bayram havası vardı Cik Ali’nin evinde…

İş, bir Cik Ali’yle bitseydi neyse. Karın durmadan yağdığı günlerde, buğdayı bitenler çoğalmaya başladı. O köyde, Nuri Efendiden başka hiç kimsede geçimlerini doğru dürüst sağlayacak buğday yoktu. Onunki de fazla değildi ama, köylünün yoksulluğu karşısında olanı birlikte yemeyi düşünüyordu. Açlıktan çile çeken kim geldiyse boş çevirmedi Nuri Efendi. Sırtıyla buğday taşıdığı evler çok oldu. Kendi de onlar gibi idareli yemeye başladı. Köylünün dişçisi, yazıcısı, yol göstericisi oydu. Hizmetlerinde tek bir karşılık beklemiyordu onlardan. Tümünü seviyor, tümünün de birbirlerini sevmelerini diliyordu. Köyde taraftarlığı kaldırıp, dost geçinmeyi sağlayan tek kişiydi o. Kültürünü artırmak için evinde durmadan okur, köylünün derdine her alanda derman olmak isterdi.

Bir gün, hasta olduğu duyuldu Nuri Efendinin. Bu haber kısa zamanda dolaştı köyü. Bir bir gelip yokladılar onu evinde. Sağlıklar, iyilikler dileyerek ayrıldılar. Hele Cik Ali, çok üzüldü onun hastalığını duyunca. İşini gücünü bırakıp sıçradı geldi yanına. Oğlu has- ta olsa o kadar üzülmezdi. Konuşma arasında Nuri Efendi: “Yahu Ali, insan hastalanınca olmayacak şeyleri istiyor. Bir portakalın bile özlemini çekiyoruz şu dağ başında,” dedi. Cik Ali, onun solgun yüzlerine bakıp duruyordu. Ellerini yokladı eliyle. O kıllı bileklerde- ki ateşi kendi elindeymiş gibi duydu. Ne etsin, elinden bir şey gelmezdi ki. O da öbürleri gibi iyilikler dileyip ayrıldı oradan. Eve gelince, ocağın başında karısına Nuri Efendinin hastalığını anlattı. “İyi olur inşallah” diye dileklerde bulundular.

O akşam, çarıklarının sırımlarını yeniledi Cik Ali. Sabahın erken saatlerinde, beline çökelekle ekmeği sararak Maraş yoluna düştü. Bu kış gününde iki günlük yoldu gideceği yer. Ne olursa olsun gidecekti. O gün, ayaklarında heliklerle ancak Ali Kaya’sına ula- şabildi. Orada büyük bir mağara vardı. Kış günü Maraş’a gidenler, hep bu mağarada yatarlardı. Cik Ali, akşam karanlığında odun toplayıp yaktı o mağarada. Sarı ışıklar oy- naşıp duruyordu kayanın yüzeyinde. Bacak büyüklüğünde buzlar görünüyordu mağa- ranın ucunda. Kar, durmadan yağıyordu. Abasını sırtına çekerek büzülüp yattı orada. Soğuktan, yalnızlığın verdiği kuşkudan, bir türlü uyku girmedi gözüne. Sabahı güç ge- tirdi orada. Ortalık ışır ışımaz gene çıktı yola. İlerledikçe azalıyordu karın kalınlığı. Şeh- re girdiğinde, akşam namazı yeni okunuyordu minarelerde. Orada kar yoktu. Işıkların altında, mevsimin kış olduğunu bile unuttu. Handa yattı o gece. Ertesi gün, dağarcığına dört ekmek biraz da portakal alarak geri döndü. Akşama kadar gene o mağaraya ulaşa- bildi ancak. Gecelerin uzunluğunu bir kere daha anladı orada. Topladığı odunlarla ateşin arkasını hiç kesmedi. Sabahleyin devam etti yoluna. Kar gittikçe kalınlaşıyordu. Hiç der- man kalmadı dizlerinde. Gözünde, dağlarca büyüdü küçücük yokuşlar. Bir kurt sürüsüne rastlasa, bir tipiye tutulsa öldüğü gündü. Islaklık, bedenine iyice işlediği halde, ter içinde kaldı. Dinlenmek için dursa, kazık gibi donacağından korkuyordu. Köyün kıyısına geldi- ğinde bir adım atacak derman kalmadı ayaklarında. Olduğu yere çöküp yatacak şekilde gevşedi damarları. Evinin eşiğine, ilk adımı atar atmaz ölümden kurtulmuş gibi sevindi. Çocuklar, onu görünce gülerek sarıldılar bacaklarına. Karısı, ıslak giysilerini değiştirdi. Cik Ali, ocağın başına oturmadan açtı dağarcığını. İçinden çıkardığı ekmeklerden hepsi- ne birer parça bölüştürdü. “Maraş ekmeği, has ekmek, ak ekmek” diyerek öyle iştahla ye- diler ki… Ak ekmekler onlar için en değerli yiyecekti. Bir solukta bitiriverdiler ellerindeki parçaları. Çocuklardan en küçüğü: “Baba, Maraş’a bir daha gidersen bu ekmekten bir çuval getir ha?” diyordu. Ekmekler bittikten sonra, çocuklardan biri dağarcığı karıştıra- rak dibindeki kırıntıları atıyordu ağzına.

Cik Ali, ayaklarını ocağa dayayıp ısıttıktan sonra doğru Nuri Efendinin evine gitti.

Gene yatakta buldu onu. Çöktü yanına. Cebinden çıkardığı portakalları, yorganın solgun çukurlarına doğru atıverdi. Bir tanesini de soyup eline verdi. Nuri Efendi, şaşkınlık içinde portakalları nereden getirdiğini sordu. Biraz düşünür gibi etti Cik Ali. “Sarıgüzel Köyün- den, asker arkadaşımın kardaşı izinli geldi de” dedi. Nuri Efendi, daha onun bakışından anlamıştı işi. Bir şeyler demek istedi sararmış dudaklarıyla. Diyemedi. Gözlerindeki dolu- luk, durgun bakışlarıyla: “Ali, bunu yapmamalıydın” demek istedi. Öylece bakışıp kaldı- lar dakikalarca. Yaşamanın, en güzel anlamını kurtulamayacağı bir hastalığın, son gün- lerinde duyuyordu Nuri Efendi. Çöp gibi ellerinden birini, Cik Ali’nin eline uzattı. En yakın dost olarak sıvazladı parmaklarını. “Git Ali, git artık; sığırlar susamıştır” dedi. Cik Ali, yavaşça yekindi yerinden, “Gene gelirim, üzülme” diyerek ayrıldı oradan. Dışarıya çıktığında akşam karanlığı ağır ağır çöküyordu köyün üzerine. Dam küreyen köylülerin sesleri, dede börkü gibi dökülen kar tanelerinin içinde dağılıp gidiyordu.

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version