Site icon Teketek Haber

SÜNBÜLZADE VEHBÎ VE SEVİYELİ MİZAH

SÜNBÜLZADE VEHBÎ VE SEVİYELİ MİZAH

Muhittin ELİAÇIK·

 

Giriş

Bir kişiye şaka yapmak olarak tanımlanan mizah, Divan edebiyatında gülmece, hezl, mutâyebe-mülâtafa, ta’rîz, tehzîl, şathiyyât gibi adlar altında sergilenmiştir. Günümüzde komedi, ironi, humor, satir gibi Batılı kavramlarla da ifade edilen mizah, Divan edebiyatında genellikle mektuplarla sergilenmiş ve özel mektupların derlenmesiyle münşeât mecmûaları oluşup bunlar mizahî unsurların art arda sıralandığı kaynaklar olmuştur. Osmanlı şairleri arasındaki rekabetin de kaba ve çirkin mizah ürünlerinin ortaya çıkmasına sebep olduğu söylenebilir. 17. yüzyılda hiciv ve hezlin gölgesinde kaldığı görülen mizahın Nef‘î’nin Sihâm-ı Kâzâ, Nâilî Mehmed’in Tuhfe-i Emsâl, Müneccimbaşı Derviş Ahmed Dede ile Feyzullah Efendi’nin Letâifnâmeleri ve müellifi bilinmeyen Hikâye-i Mekr-i Zenân ile öne çıktığı; 18.yüzyılda ise Seyyid Vehbî, Kânî, Osmanzâde Tâib, Osman Sürûrî, Sünbülzâde Vehbî, Bursalı İsmâil Belîğ, Nedîm, Şeyhülislâm İshak, Es’ad Efendi, Haşmet, Zarîfî, Enderunlu Fâzıl, Edîb gibi şairlerin mizaha seviye getirdikleri görülmektedir. Bu şairler arasında yer alan, Maraşlı ulemâ ailesi Sünbülzâdelerden Sünbülzâde Vehbî (ö.1809) de önemli bir sima olup, babası Râşid ve dedesi Maraş müftüsü Mehmed Efendiler de âlim kişilerdir. Vehbî’nin, 1790’da tamamlayıp III. Selim’e sunduğu 5732 beyitlik Divan; oğlu Lutfullah için yazdığı 1181 beyitlik Lutfiyye; Tuhfe-i Vehbî adlı, 58 kıtalık manzum Farsça-Türkçe sözlük; III. Selim’e ithafen yazdığı Nuhbe-i Vehbî adlı 1948 beyitlik Arapça-Türkçe sözlük; Şevk-engîz adlı 779 beyitlik mesnevi; büyük kısmı bir yangında yok olan Münşeat ve 140 beyitlik Nasihatnâme-i Vehbî adlı eserleri vardır. Vehbî, yaşadığı tatsız olayların da etkisiyle kalem mahsulleri arasına zaman zaman mizahî ürünler de katmış, ancak bu ürünler müptezel olmayıp, bilakis seviyeli mizahın örnekleri arasında yer almıştır.

 

Sünbülzâde Vehbî ve Seviyeli Mizah

Çocukluk ve gençliği Maraş’ta geçmiş, medrese tahsilinden sonra İstanbul’a gidip sunduğu kaside ve tarihlerle ünlenmiş, Rumeli kaleminde çalışırken kadı olup Yaş, Bükreş, Eflak-Boğdan ve Siroz’da kadılıklar yapmış olan Vehbî, kendisini himaye eden devlet adamlarının gücünü yitirmesiyle birlikte herhangi bir göreve atanamayıp yedi yıl yoksulluk çekmiş, ancak inşâ vadisindeki yüksek kabiliyetinin anlaşılması üzerine Yenişehirli Osman ve Reîsülküttâb İsmâil Efendilerin himayesiyle hâcegân rütbesiyle mühimme yazıcılığı yapmıştır. Çok iyi Farsça bilmesinden dolayı Sultan I. Abdülhamid döneminde Kerim Han Zend’e elçi olarak gönderilmiş, ancak onunla kurduğu aşırı yakınlıktan dolayı devletin çıkarlarına zarar verdiği gerekçesiyle idamına karar verilmiş, bunun üzerine bir posta tatarı kılığında gizlice İstanbul’a gelerek Üsküdar’da yazdığı Tannâne kasidesiyle affedilmiştir. Bu kasidesinden 1787’de Rodos’ta kadı iken Şâhin Giray Han’ın idamında önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Silistre nâibliğinden sonra 1788 Avusturya seferinde Ordu kadılığı nâibliği yapmış, ardından Eski Zağra kadılığına getirilip buradayken Şâhin Giray’ın adamlarınca evi yağmalanıp bir süre tutuklu kalmıştır. III.Selim döneminde en parlak devrini yaşayıp Manisa, Siroz, Manastır ve Bolu kadılıkları yapmış; emekliliğinde İstanbul’a dönmüş, 80 yaşlarında nikrise yakalanıp görme yetenek ve bilincini yitirmiş, öldüğünde Edirnekapı dışına defnedilmiştir (Alıcı, 2011:23-27).

Arapça ve Farsça’yı çok iyi bildiği Nuhbe ve Tuhfesinden anlaşılan, çağdaşları arasında öne çıkan bir şair olan Vehbî’nin Bâkî, Nedîm, Nâbî ve Sâbit etkisinde kaldığı, Nedîmâne tarzı izlemesine rağmen pek başarılı olamayıp asıl etkiyi Sâbit’ten gördüğü söylenebilir. Arkadaşı Sürûri ile sürekli takışıp birbirine hicivler yazdıkları, bu yüzden görevinden azledildiği söylenmektedir. Bunun dışında çeşme, anıt vb. şiirlerle tarih düşürmede başarılı olduğu, eğlence ve işrete düşkünlükten devlet görevinden azil yediği, genellikle mizahî, muzip şiirleriyle ünlenip bu şiirleri Eşref ve Neyzen Tevfik üzrinde etkili olduğu ileri sürülen bir şairdir. Lâubali ve ahlâk dışı eserler yazdığı belirtilmekteyse de biz bunların çoğunun izafî olduğunu düşünüyoruz. Zağra kadılığında kethüdâsı Sürûrî’nin Hezliyyâtında kendisiyle ilgili hiciv şiirleri olduğu ve bunlarla Şevkengîz adlı eserinin divan nüshalarına alınmadığı da belirtilir. Vehbî, büyük bir divan şairi olarak öne çıkmasa da, mizahın müptezelleştiği bir yüzyılda bunu belli bir seviyede tutup seviyeli mizahî şiirlerle tanınmış, Nâbî ve Sâbit’in etkisiyle didaktik konulara daha çok yer verip hikemî şairler arasında yer almıştır. Sâbit gibi yerel konuları işleyip atasözü ve deyimleri çok kullanmıştır. Bu durum bu yüzyılın genel bir özelliği olup aynı özellikleri Kânî, Edîb ve benzeri diğer şairlerde de görmek mümkündür. Bu şairler Vehbî ile birçok yönden benzeşmekte olup mizah da bunlar arasında yer almaktadır. Özellikle Kânî ile Vehbî mizahî yönden karşılaştırıldığında önemli benzerlikler görülür. Kânî’ni sadece hezliyyât ve mizahî şiirlerine ait hacimli bir divanı vardır. Keçecizâde İzzet Molla, Vehbî’yi asrının reîsü’ş-şuarâsı kabul etmiş, Ziyâ Paşa çölde yetişen kokusuz güle benzetmiş, Muallim Nâci ise orijinallik özentisiyle şiirselliği kaybettiği için eleştirmiştir. Sonuç olarak Sünbülzâde Vehbî, ahlâkî, edebî, tasavvufî öğütler içeren hikemî tarzın 18.asırdaki önemli temsilcisi olmakla birlikte mizahî bir kişiliğe de sahiptir. Bu ikisinin bir arada bulunması şaşırtıcı bir durum gibi gözükse de bunu bu yüzyılın bir özelliği olarak görmek ve Kânî, Edîb vd. şairlerin de bu kişilik üzere bulunduklarını unutmamak gerekmektedir.

Sünbülzâde Vehbî 18.yüzyılda seviyesi iyice düşüp bayağılaşan mizaha seviye ve edebî derinlik getiren, mizahî metni zevkle okunabilir bir üslup kazandıran kişi olarak bakılabilir. Seviyeli-seviyesiz mizah nedir? Türk edebiyatında her devirde görülen mizah Dîvânu Lügâti’t-Türk, Kutadgu Bilig ve Dede Korkut Kitabında da yer almıştr. Dîvânu Lügâti’t-Türk’ün başında “Kadınlar dört türlüdür” cümlesiyle başlayan kadın tasviriyle Deli Dumrul hikâyesi mizahi parçalar olarak görülebilir. Osmanlı’da nesirde letâif, şiirde ise hiciv ve hezl her dönemde görülmüştür. Risâletü’n-nushiyye ve Garîbnâme’de mizah, nükte ve latife anlamında kullanılmıştır. Nâbî: Eyleme hezl ü mizâhı pîşe-Düşürür dostlarını endîşe; Dostu etme latîfeyle fedâ-Hakk-ı nân u nemegi etme hebâ; Sünbülzâde Vehbî: Hûbdur gerçi letâfetle mizâh-Olmaya lîk müeddî-i silâh beyitlerinde mizahı latife şeklinde görmüşler, ancak aşırı mizah ve hezl örnekleri daha çok dikkat çekmiştir. Osmanlı’da cidd, mizaha göre daha çok öne çıktığından mizahî ürünler çok yazılmamıştır. Mizaha, fetvâ gibi ciddî bir konuda da yer verilmiş olup meselâ Ebüssuûd Efendi’ye: Zeyd ‘avratların olduğu cennet bana gerekmez’ dese ne lâzım olur? suali sorulduğunda: Gerekmezse cehenneme gitsin demiş; Zeyd tatlu boza alup evine iletüp kendü içüp ve ayâline içirse şer’en halâl olur mı? sorusuna: ‘Halâl hemân bu mı kaldı bari evinde bişürse varup mefsekadan almasa olmaz mı? cevabını; Hınnâ ile ve mazı ile sakalın boyayan Zeyde nesne lazım olur mı sualine de ‘Kendi bilir’ cevabını vermiştir.

Aşağıdaki mizahî manzume Sünbülzâde Vehbî’nin elimizde mevcut olan eserlerinde kayıtlı değildir. Bize göre irticalen söylenmiş olması, küçük bir ihtimalle de olsa içerdiği müstehçenlik sebebiyle kayda geçirilmemiş olan bu manzumenin şimdilik sadece bir şiir mecmuasında kayıtlı olduğu bilinmektedir.[1] Bu manzumenin son zamanlarda çeşitli internet sitelerinde ‘pornografik bir örnek’ olarak dolaşması müptezel ve bayağı bir örnek olarak bir kenara atılmasına sebep olamaz. Bu manzume seviyeli bir şekil ve muhteva taşımakla beraber sıkça görülen vezin kusurları ve kalıbının belirsizliği, manzume üzerinde şüphe oluşmasına sebep olabilir. Buna rağmen mevcut mizahî kişiliği ve üslûbu göz önüne alındığında bu kıt’anın Vehbî’ye ait olduğu rahatça söylenebilir. Kıtanın vezin kusurlarının çokluğu irticalen söylendiğini düşündürmektedir. On beyitlik kıta, zorlamalarla remel bahrinden fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılmış gibidir. Mısralarda sıkça görülen kusurların irticalen söylenme sebebiyle oluştuğunu düşünmek şimdilik makul görünmektedir. Bu manzume, seviyeli mizah olarak sunduğumuz konuya uygun bir karakter taşımakta ve rücû sanatının güzel bir örneği olarak karşımızda durmaktadır. Bu manzumenin yazılış sebebiyle ilgili rivayete göre, bir gün padişah -büyük ihtimalle Sultan III.Selim- Vehbî’yi yanına çağırıp “Bana öyle bir şiir yaz ki bir mısrasını okuyunca içimden seni öldürmek, bir sonrakini okuyunca ise ödüllendirmek gelsin” demiş, o da bu manzumeyi yazmıştır. Manzumede rücû sanatı başarılı bir şekilde uygulanmakla kalmayıp tevriye, tevcîh, tekrîr, terdîd gibi sanatlar da kullanılmıştır. Manzume:

Azm u hammâm edelim sürtüştürem (hem)ben sana

Kese ile sabunu rahat etsin cism u cân

La’l u şarâb içürem ü ıslatup (hem) geçürem

Parmağına yüzüğü hâtem-i zer-dırahşân

Eğil eğil sokayım iki tutam az mıdır

Lâle ile sünbülü kâkülüne nevcivân

Diz çökerek önüne ılık ılık akıdam

Bir gümüş ibrîk ile destine âb-i revân

Salınarak sen giderken arkadan ben sokayım

Ard eteğin beline olmasın çamur amân

Kulağından tutayım dibine kadar sokayım

Sahtiyandan çizmeyi sen olasın yola revân

Öyle bir sokayım ki kalmasın dışarda hîç

Düşmanın bağrına hançerimi nâgehân

Eğer arzû edersen ben ağzına vereyim

Yeter ki sen kulundan lokum iste her zamân

Herkese vermekdesin bir de bana versene

Avuç avuç altını olsun kulun şâdumân

Sen her zaman gelesin ben Vehbîye veresin

Esselâmun aleyküm ve aleykümüsselâm

Manzume boyunca en çok göze çarpan edebî sanat rücû sanatıdır. Rücû’ رجوع : “Bir sözü söyledikten sonra nükte gereği onu bozup kırmaktır. ‘Edenler dûr cânândan beni cânında bulsunlar-Galat dedim degil cânında cânânda bulsunlar’ gibi (Cevdet, 1307:159). “Rücû’ bir söz söylendikten sonra nükte üzerine o sözün nakzıyla nakîzına rücû’ etmektir. Bazen o sözün nakzıyla başka bir söz de söylenir. ‘Ruhsârını cânânın âyîneye benzetdim-Vâh vâh ne hatâ etdim ayı neye benzetdim’ gibi (Said Paşa, 1305:252). “Rücû’ bir nükte ve mazmûn sarfı için kelâm-ı sâbıkı nakz etmeğe derler (Süleyman Paşa, 1289:II/58). Yukarıdaki 10 beyitlik kıt’anın her beyti rücû sanatıyla söylenmiştir. Birinci beyitte rücû sanatı ile: sürtüştürülen, kese ile sabun olmuş; ikincide: ıslatıp geçirilen, parmağa yüzük olmuş; üçüncüde: iki tutam sokulan, lâle ile sünbül olmuş; dördüncüde: ılık ılık akıtılan, ibrikle ele su olmuş; beşincide: arkadan sokulan, çamur olmaması için eteğin bele sıkıştırılması olmuş; altıncıda: dibine kadar sokulan, kulağından tutulan çizme olmuş; yedincide: dışarda kalmayacak kadar sokulan, düşmanın bağrına hançer olmuş; sekizincide: ağıza verilen, lokum olmuş; dokuzuncuda: herkese verilip kendisine de verilmesi istenen, avuç avuç altın olmuş; onuncuda: her zaman Vehbî’ye verilmesi istenen şey, esselâmu aleyküm ve aleykümüsselâm olmuştur.

 

KAYNAKÇA

Alıcı, Lütfi (2011), Nasihatnâme-i Vehbî, Ukde Kitaplığı, Kahramanmaraş.

Ahmed Cevdet Paşa (1307), Belâgat-i Osmâniyye, 3.baskı,Şirket-i Mürettibiye Matbaası, İstanbul.

Said Paşa (1305), Mîzânü’l-Edeb. İstanbul.

Süleyman Paşa (1289), Mebâni’l-İnşâ II, Mekteb-i Fünûn-ı Harbiyye-i Hazret-i Şâhâne Matbaası,İstanbul.

[1] Bu bilgi, vicahen elde edilmiştir.

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version