Malum bugün karne dağıtılıyor ve 18 milyon öğrenci yaklaşık 8 ay süren okul yorgunluğunu 3 aylık bir yaz tatili ile gidermeye çalışacak. Üniversitelerde okuyan 7 milyon beş yüz bini gencimizi de dahil ettiğimizde bu rakam 25 milyon gibi bir rakama ulaşarak ülke nüfusumuzun yüzde otuzluk bir dilimine tekabül ediyor.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2018-2019 Eğitim Öğretim yılı başında yayınlamış olduğu istatistiklere baktığımızda toplam nüfusları öğrenci sayımızın altında kalan ülkeler arasında 5,5 milyon nüfuslu Finlandiya ve Danimarka’nın yanı sıra 7 milyon nüfuslu Bulgaristan’dan 10 milyon nüfuslu Azerbaycan’a, 25 milyon nüfuslu Avustralya’dan, 18 milyon nüfuslu Şili’ye ve 25 milyon nüfuslu Kamerun’a kadar 5 kıtadan 143 ülke yer alıyor.
Okul öncesi, ilköğretim ve lise düzeyinde eğitim gören 17 milyon 749 bin öğrenci sayımız Avrupa’nın önemli ülkelerinden Hollanda’nın 17 milyonluk nüfusunun üzerinde seyrediyor. 10 milyon nüfusu ile Portekiz ve İsveç, sadece ilköğretim düzeyinde eğitim alan öğrencilerimizin sayısının bile gerisinde. Yaklaşık 5,5 milyon nüfuslu Norveç, sadece lise düzeyinde öğrenim gören 5 milyon 535 bin öğrenci sayımıza yetişemediği gibi okul öncesi eğitimdeki 1 milyon 511 bin öğrenci sayımız, Estonya’nın 1 milyon 300 binlik nüfusunun bile üzerinde. 7 milyon 560 bin üniversite öğrencimiz ile 7 milyon nüfuslu Bulgaristan’ın yanı sıra 6,5 milyon nüfuslu Afrika ülkesi Libya, 6 milyon nüfuslu Asya ülkesi Lübnan gibi pek çok ülkeyi de geride bırakmış durumdayız.
Gayem sizi rakamlara boğmak değil. Sadece elimizdeki mevcut dinamizme işaret etmeye çalışıyorum. Zira sahip olduğumuz genç nüfus gelecek adına müthiş bir heyecan yaratıyor. Oldukça kalabalık ama bir o kadar zeki, sorgulayan ve dinamik yeni bir jenerasyon hızla geliyor çünkü.
Ama ne yazık ki bu jenerasyon manevi dinamiklerimiz ile anne ve babalarından daha az temas kurdular; hatta yeni neslin bir kısmı tamamen temassız. Rüzgârda savrulan yaprak gibi bitmek tükenmek bilmeyen bir değişimin, kulakları ve kalpleri sağır eden uğultusu içinde oradan oraya sürükleniyor.
Siyaset, ekonomi, sosyal medya, eğlence ve teknoloji gibi birçok alan, gösterdiği gelişmelerle sürekli dikkatimizi çekmeye ve kendine yöneltmeye çalışarak kalplerimize ve maneviyatımıza hücum eden birer düşman gibi kıyasıya yarışıyorken geleceğimizin sesi çocuklarımızı bu hengâmede kaybediyor; sessiz çığlıklarını bu koca kalabalık içinde duymuyoruz.
Teknoloji dünyası yenilik yarışında başarılı oldukça bizler yeniden ‘tüketmeye’ teşvik ediliyor; artık birer kurumsal yapı haline gelen bu yapıların sayısı arttıkça da her şeyimizi tüketmek, bir yaşam tarzı halini almaya başlıyor hepimizde. Bu nedenle adını ‘modern’ koyduğumuz çağımızda her birimiz neredeyse programlanmış tüketiciler hükmündeyiz artık ve bu hırsımız sahip olduklarımızı yazık ki görmemizi engelliyor.
Hız, haz ve ayartının kölesi olmayı özgürlük sanarak huzur ve dinginliği film, müzik, spor, finans, medya endüstrisinin zihni körleştiren, beyni felçleştiren ve ruhu çölleştiren pornografisine kaçmakta buluyoruz artık!
Bakış açımızı daraltıp, tüketme hırsımız arttıkça da hayata değmeden yaşamaya, dönüştürmeye, tepeden hayat tarzları dayatmaya, çocuklarımızı “adam” etmeye çalışıyor; dünya tarihini şekillendiren manevi dinamiklerimizi, mümbit coğrafyamızın ana vatanı olduğu medeniyet iddiamızı atlayarak köklerimizden uzak göklere yükselme sancısıyla kıvranıyor, köksüz ağacın meyve vereceği hayaliyle ömür tüketiyoruz.
Üstelik ardımızda sayısı milyonları bulan ve kaderlerine terk ettiğimiz “kayıp nesiller” bırakarak.
Bu yüzden olsa gerek ki takdirlik karakterler yerine takdirlik karneler daha çok çekiyor ilgimizi.
Evet, sahiplik arzumuzun “sorumluluk ihmaline” nasıl dönüştüğüne dair fikir üreten çok ama çözüm üretip bu çocukları yüreğinden yakalayacak, seslerine kulak verecek, frekanslarına uyacak adımları nedense bir türlü atamıyoruz.
Söz konusu “eğitim” olunca ısrarla andığım gibi; kendi sahasının dışındaki bilgiyi reddetmeyi meziyet zanneden, unvanına unvan katmakla meşgul akademisyenlerimiz; okulla tanıştığı andan itibaren ödev yapmaktan oyun oynamaya fırsat bulamayan, ortaokul ve lise seviyesine geldikçe adı her geçen gün değişip, sayıları sürekli artan sınav maratonunda bir soru daha fazla yapabilmek için biteviye test çözmekten, ard arda girdiği sınavlardan kaç alacağının endişesi içinde ömrünün en güzel yıllarını hebâ ettiği için hayatın kendisinden bîhaber ömrünün ortasına gelen iş bulmaya yaramayacak bir diploma uğruna cânım gençlik yıllarını heder ettiğimiz çocuklarımız; nasılsa matematik öğreteceği için öğrenmeye ihtiyaç bile hissetmediği dîvân şiirinin üç büyük ismini peş peşe sıralayabilmekten mahrum, insan mühendisi, yarınımızı şekillendirmekle mükellef öğretmenlerimiz; âşık olduğu kıza okumak için lâzım olan şiirden fazlasını bilmeyen tarihçimiz; sınavı geçmek için gerekenin ötesinde tarih bilgisi olmayan ve şifaya vesile olmak gibi bir ibadetin ruhundan habersiz doktorlarımız; dini kültür, ahlâkı bilgi zanneden ve onları da kopya kâğıtlarıyla mâziye gömen mühendisimiz; şartlar icap etmedikçe mâzisini merak etmeyen bürokratımız; okuma yazma bilmeyen çobanların gözyaşlı ibadetlerinin aşk ve zevkinden mahrum ilahiyatçımız; internetten apardığı mâlûmatla başımızdan aşağı ukalâlık boca eden aydınımız; velhasıl medeniyetimizin estetik, zarafet,nezaket ve muhabbetinden zerre nasibi olmayan günümüzdeki “biz” kavramı bu sorumluluk ihmalinin sonucu değil mi sizce de?
Kitabı televizyonla, misafirliği “avm” gezmesiyle, sohbeti akıllı telefonlarla, bilgiyi malumatla, kültürü zevzeklikle, insan olmayı meslek sahibi olmakla takas ettiğimiz günden beri ne hale geldik farkında mısınız?
Ama eğitim denen süreç boşluk da ihmal de kabul etmiyor maalesef.
Bu yüzdendir ki, “akıl, irade, adalet ve merhamet” gibi insanı insan yapan kavramlar güneşin buzu eritmesi gibi günden güne eriyor. Yaşadığımız, duyduğumuz, gördüğümüz her olayla birlikte bu erime daha da hızlanıyor ve biz bu olaylar zinciri içinde hızla tükeniyor, tüketiyoruz. Önce kendimizi, sonra çocuklarımızı, ailemizi, değerlerimizi ve yazık ki artık birlik beraberlik ruhumuzu.
Çünkü beşikten mezara kadar süren değerler eğitimimizi terk etmemiz; önce insanımızı sonra da toplumumuzu değersizleştirdi. Farkında değiliz belki ama yitirdiğimiz her değerle hem yozlaştık hem de çaresizliği öğrendik. Kaybettiğimiz değerlerin yerine yenisini ya koyamadık ya da onun yerine monte etmeye çalıştığımız yeni değerler bizleri tatmin etmedi. Alıcılarımız sadece “peşin olanı” kapsadığı için “maddeyi” önemseyip manayı geride bıraktık! Bu da birçok konuda şikâyet eder; ancak çözüm üretemez hale getirdi bizi.
Bu ruh haliyle de yaptığımız her işi “ibadet” aşkıyla yaratılmışa faydalı olmak adına yapmamız emredilmişken, borç edasıyla aradan çıkarmaya çalıştığımız günlük ibadetlerimizde dahi kalbimiz dünyayla atmaya başladı. Abdestsiz hamura dokunmayan annelerimizin, çocuklarının boğazından haram lokma geçirmemek için didinen babalarımızın, seher vakitleri uyku bile uykuda iken sıcacık yatağından doğrulup gözü yaşlı “Allah’ım Ümmet-i Muhammed(sav)’e yardım et” diye yalvaran ak sakallı dedelerimizin, nur yüzlü ninelerimizin rengini verdiği dünya kayboldukça biz de kaybolduk dışımızdaki dünyanın hengamesinde.
Bu sorumluluk ihmalimiz daha da öteye taşıdı bizi.
Dün bizi onurlu, üstün ve dünyanın gıpta ettiği insanlar konumuna taşıyan, bin yıla yakın bu dünyaya hükmetmemizi sağlayan değerlerimizin tümünü ‘suda pişen kurbağa misali’ ama farkındalıkla ama farkında olmadan adım adım yitirerek bu kez kendimizle kavgalı hale geldik. Kalbimizi istila eden değerler yaşam biçimimiz haline geldikçe; elimizdeki gazete, neredeyse sabahlara kadar tüm vaktimizi başında geçirdiğimiz televizyon, kölesi haline geldiğimiz cep telefonlarından takip ettiğimiz ve herkesin kalbinin rengini kustuğu sosyal medya veya eş, dost, arkadaş, iş, ortam, sokak, mahallenin hep birlikte çaldığı bu senfonide kaynayıp gitti içimizdeki dünya.
Ama kalbimize yön vermesi gereken aklımız başka söyleyip, aklımıza uyması gereken kalbimiz başka atmaya başlarken asıl kaybımız yüreklerimizdi.
Bu yüzden de yetimin mahsunluğuna yüzümüzü döndük; mazlumun gözyaşı içimizi kanatmadı. Kahkahalarımız, bırakın uzağı aynı binada yaşadığımız insanların acılarına bigane kaldı. Üzerine güneş doğmayan, gönlü dualı yüreği insanlık adına yaralı ecdadımıza inat; Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Arakan’da ve daha sayamadığım birçok coğrafyada ölen, öldürülen, işkence edilen, ırzına geçilen, insanlık onuru ayaklar altında çiğnenen kardeşlerimiz için uykumuzu erteleyip gecenin bir yarısı ellerimizi açıp gözü yaşlı gönlü mahsun bir şekilde samimane dualar etmeyi unuttuk. Gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz, vicdanımızla şahit olduğumuz dünyanın herhangi bir yerindeki aç çocukları gördüğümüz halde mükellef sofralarımızda yemekler boğazımıza takılmadı.
Sonra “eyvah biz bitiyoruz” dedi birileri.
Bu sesle birlikte toplumdaki ahlaki çöküntüyü, yozlaşmayı, adaletsizliği, liyakatsizliği, bilginin şehvetinde kaybolan idraksizliğimizi dinsel terminoloji ile çözebileceğimiz inancını dirilttik. “Dindar nesil” yetiştirme sanrısıyla hareket ederek asıl terbiyenin kal ile değil hal ile olacağını unutup, söylemlerimizin eylemlerimizi yalanladığını görmedik bile. Bu yüzden bu konuda da sınıfta kaldık.
Bakın rakamlar dünyasına;
Optimar araştırma şirketinin 7-14 Mayıs tarihleri arasında yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre ülkemizde kendini Müslüman olarak tanımlayanların oranı yüzde 89.5. Bu oranı dikkat çekici kılan ise aynı şirketin 2 yıl önce yaptığı araştırmada bu oranın yaklaşık yüzde 96 civarında olması.
Yani 2 yıl içerisinde toplumun bir kesiminde dine karşı ciddi mesafe oluşmuş.
Peki, niçin sizce?
Alın bir örnek daha…
ABD’deki İslamilik Vakfı tarafından her yıl, hangi ülkenin İslam’a daha uygun olduğunu gösteren bir endeks yayınlanıyor. Geçtiğimiz günlerde açıklanan endekse göre ilk 45 ülke arasında tek bir Müslüman ülke yok. Türkiye ise 153 ülke arasında 95’inci sırada. Listenin başında Yeni Zelanda ve İsveç gibi farklı dine mensup insanların yaşadığı ülkeler var.
Hal buyken bu ülkelere bakıp “esasında sahip olduğumuz değerler çok güzel ama biz uygulayamıyoruz” demek yani dürüstlük, eşitlik, adalet, saygınlık, nezaket, ahlak gibi evrensel değerlerin salt din kaynaklı olduğunu zanneden okur ve takipçilerime üç soru sormak istiyorum;
Eğer tüm bu değerler din kaynaklı ise dünya geneli bu veriler nasıl ortaya çıkıyor?
Müslüman olmayan ülkelerde bu evrensel değerler nasıl işliyor?
Onlarca Müslüman ülke arasında işleri yoluna koymuş, sağlıklı yaşam kurmuş, adaleti tesis etmiş, refahını yükseltmiş, toplumsal barışını sağlamış tek ülke neden yok?
Benim bu konudaki cevabım net aslında.
Bundan tam bin yıl önce “ahlâkın kaynağı din değil bilinçtir” diyor Farabi.
Dolayısıyla yapmamız gereken şey bilinç uyandırmak ve dinsel inancı, emredenin de emrettiği gibi kişinin bireysel tercihine bırakmak olmalıdır.
Bu yüzden de naçizane kanaatim dindarlık toplumsal hayatta da kamusal alanda da bir ölçü olmaktan çıkarılmadığı ve “insan kalma mücadelesi” öne alınmadığı, insanı insan yapan “vicdan” ön plana çıkarılmadığı sürece bu kısır döngü devam edecektir.
Çünkü günümüzde paçalarından din akan ama hayata değemeyen, hayatın derinliklerine inemeyen; hayatı yeme, içme, üreme ve uyumadan ibaret görerek hayatın sığ sularında gezinen insanlar hayatı değil kütlelere dönüşen kitleler halinde çağın ördüğü ağları yaşıyor ve bu ağlara hapsolmayı “yaşamak” sanıyor. Böylelikle de hayattan, hayatın koku ve dokusundan uzaklaşıyor, hakikatle buluşma ve onunla temas kurma yollarını kaybediyor; gören körlerden, duyan sağırlardan, vicdanı örtülenlerden, kalpleri mühürlenenlerden oluyor.
Peki, “madem din kaynaklı değildi, ecdadımız bin yıl boyunca dünya tarihine nasıl yön verdi?” sorusu gelebilir akla bu noktada.
Evet, sadece tarihe yön vermekle kalmadılar; başka dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek sulh ve selâmet, hak ve adalet düzeni içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini ortaya koydular. Aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, yeniden keşfedilmeyi bekleyen evrensel bir medeniyet tecrübesi armağan ettiler insanlığa. Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, feragat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadim değerleri ceddimiz hayata geçirdi.
Yetinmediler; batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri, hiçbir kültüre hayat hakkı tanımadıkları, kültürlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde adalet, hakkaniyet ve kardeşliğe dayalı dünya düzenini onlar armağan etti insanlığa. Sulhun, silmin, selâmetin, hakikatin, dolayısıyla adaletin izini sürmüş bir medeniyetin çocukları olarak insanı insanlığından eden güç dünyasının değil, hakikatten süt emen yürek ülkesinin çocuklarıydı çünkü onlar.
Dolayısıyla bugün yapmamız gereken şey yaşadığımızı sandığımız dini bir paye olarak değil tıpkı onlar gibi bir ödev olarak görmeli; hakikati her daim göz önünde bulundurarak, bütün zamanlara ve mekânlara, bütün çağrılara ve çağlara ulaşmamızı sağlayacak ‘yer’imizi iyi belirlemeli, belirginleştirmeli ve dünyaya bir şey söyleyeceksek, yerel değil küresel ölçekte konuşabilmeli, bütün insanlığı ilgilendiren evrensel cümleler kurabilmeliyiz.
Söyleyeceklerimiz, bütün insanlığın ve varlığın sorunlarını ihata edecek nitelikte ve kapsamda, bütün insanlığın sorunlarına cevap verebilecek derinlikte ve çapta olmalı ki, yapacağımız köklü teşhis ve tespitlerin, sunacağımız uzun soluklu tahlil ve tasvirlerin, derinlikli tarif ve tekliflerin bir karşılığı olsun.
Bunu da “sorumluluklarımızın ihmali” sınav yorgunu takdirlik karnelerle değil, bu farkındalığı yakalamış takdirlik karakterlerle gerçekleştirebilir; her hâl ve şartta hakikatin izini süren, hayatın her alanında hakikatin, dolayısıyla adalet ve hakkaniyetin yaşam biçimi olacağı, herkes için güven adası olmayı sunabilecek bir dirilikle inşa edebilir; işte o gün Rabbin teklifi olan dinsel terminolojinin işaret ettiği “insan olma” şerefine nail olabilir ve dünyaya bin yıl hükmeden ceddinizin ruhunu şad edebilirsiniz.
Müebbet muhabbetle.