Esas konumuza, Mükrimin Halil Bey’in bu tezinin temelinde, onun Selçuklu tarihçisi oluşu mu rol oynamıştır, sorusuna cevap verelim: Evet, genç ve parlak bir Selçuklu tarihçisi olarak gerek henüz 24 yaşındayken bütün Türkiye Tarihini yorumladığı yukarıda işaret ettiğimiz Anadolu Mecmuası’ndaki makalelerine, gerekse ve özellikle nihayet tamamı ancak vefatından 50 yılı aşkın zaman geçtikten sonra yayımlanan Türkiye Tarihi- Selçuklular Devri[1] adlı eserine bakarak rahatlıkla bunu söyleyebiliriz. Söz konusu makale ve eserinin tamamını taramaya gerek bile kalmadan yukarda verilen izahlara ek olarak bir-iki örnek pasaj ve özet üzerinden bu iddiamızı şöyle temellendirebiliriz:
Mükrimin Halil Bey, millî tarihimizin adını “Anadolu Türk Tarihi” koyarken ve sınırlarını da tıpkı Yahya Kemal gibi 1071’den başlayarak Anadolu’u Türkleri’nin fethettiği alanlar dairesinde çizerken, bu coğrafya üzerinde âdeta yeni bir millet doğduğunu ifade etmektedir. Meselâ, Büyük Selçuklu Saltanatına tâbi olan ve sonra Anadolu Sultanlığı dâhil, ayrı birer devlet olacak merkezleri sırayla açıklarken Suriye’de birlik sağlayan Nureddin bin Zengi’nin başarılarını anlatıyor ve şöyle devam ediyor:
“Bu saltanatın idaresi bilahare Eyyubi ailesine geçti. Onlardan Türk Kölemenlerine intikal ve asırlarla devam etti. Suriye Saltanat-ı Selçukiyesi Suriye-Mısır devletini vücuda getirdi ki uzun asırlar devam eden bu devlet daima Anadolu devletinin rakibi oldu. İki millet haline gelen bir kavmin iki şubesi, yani Anadolu Türkleri’yle Suriye-Mısır Türkleri sürekli mücadelelerde bulundular. Bu mücadele Suriye’de Selçuki, Atabekî, Eyyubî hanedanlarının ve Gulâmân-ı Etrâk’ın (Türk Kölemenleri) hâkim olduğu devirlerde Anadolu’da hükümran olan Selçuki hanedanına karşı devam eylediği gibi, yine Suriye’de Gulâmân-ı Etrâk ve Çerâkise devirlerinde de Anadolu Selçukileri’ne halef olan Eretna, Dulkadir, Karaman, Akkoyunlu ve Osmanlı hanedanlarına karşı da devam eylemiş ve şu suretle iki ırkdaş milletin müsademesi asırlarca temâdî etmiştir. İşte bu mücadeleler iki devlet ve milleti birbirinden külliyen ayırmış. Suriye-Mısır ayrı, Anadolu Türkleri de ayrı birer millet haline gelmişlerdir[2]. Mükrimin Halil Bey’in, İran Türkleri hakkındaki hükmü de şöyle: “İran’da teşekkül eden hanedanlar Selçukiler’den Kaçarlar’a kadar kâmilen Türk olduğu gibi, devleti teşkil ve idare etmiş olan anâsır da Türk idi, Türkmen idi. Âl-i Selçuk idaresinde Asya’ya muhaceret eden Türkmenlerin İran’da tavattun eden (vatan edinen) aksâmı, evvela Isfahan medinesini ve bilahare Tebriz’i merkez ittihaz etmişler, İran vatanını ve İran milleti ve devletini vücuda getirmişler ve Türk kavmi içinde müstakil bir millet haline gelmişlerdi[3].”
Açıkça görüldüğü üzere Mürimin Halil Bey, gerek Mısır ve Suriye Türkleri’nin gerekse İran Türklerinin, Anadolu Türkleriyle ayni ırkın veya kavmin çocukları oldukları hâlde geçen zaman içinde farklı, birbirlerinden müstakil (bağımsız) birer millet hâline geldiklerini, iddia etmektedir. Peki, Anadolu’da ne vardı, orada hangi oluşumlar meydana geldi ki, bu farklılıklar peyda oldu acaba?
Bu sorunun cevabı, onun bütün eserlerinin tetkiki bir yana, Türkiye Tarihi-Selçuklular Devri adlı eserinden açıkça anlaşılmaktadır. Eserin I. Cildinin sosyolojik nitelikteki bölümlerinden, özellikle de “Türk Fethinden Önce Anadolu”, Türk göçlerinden itibaren “Yerleşme ve Nüfus” ile “Türk İçtimaî Teşkilatı” bahislerinden başlayarak yeterince malumat bulmak mümkün. Söz konusu birinci bahiste Anadolu’nun M.Ö. XXV. Yüzyılına kadar gidilmekte, orada Proto-Hititlerden, Ârî ırka mensup olduğu anlaşılan, ama dillerinde Anadolu’nun ilk sakinleri olduğu sanılan Turanî kökenli topluluklardan da kelimler bulunan Hititler’e; onların M. Ö. XI. Yüzyıldan itibaren hâkimiyetlerini kaybetmeleriyle üzerlerine gelip medeniyetlerini çökerten Traklar’a, fakat onların altındaki 9 adet kavimle Hititlerin büyük ölçüde ve asırlar içinde karışıp kaynaşmalarına; sınırlı bölgelerde kalsalar ve gelip geçici olsalar da güneyde gerçekleşen Sâmî göçleriyle, doğudan gelen Urartu, Halt, Kimer ve İskitler’e; Irkî olarak fazla karışıp kaynaşmasalar da Helenlere ve onların medeniyetini bir dönem yayan Makedonya işgaline; nihayet önce Romalılarla, sonra Bizanslılarla yeni bir siyasî birlik ve medeniyet safhası yaşamasına; Frigler’in bir kolu olduğunu söylenen Ermeniler’den, Komegenler’e, geçici de olsa bir zaman burada siyasî birlik dahi sağlayan İranlılar’a kadar 18 civarında kavmin konup göçtüğü Anadolu kıtası…[4] Nihayet Anadolu’ya sayısız fetih seferleri düzenleyen, iki defa da İstanbul’u kuşatan Emevîler ile bir dönem, ordusunun tamamını Türklerden teşkil eden Halife’leriyle Abbasî ler…[5] XI. yüzyıldan itibaren ise Asya’dan Anadolu’ya sistematik olarak başlayacak olan Türk Göçleri: Ağırlık itibariyle Oğuz Türkleri/Türkmenler olmak üzere, Karluklar’dan, Kalaçlar’dan, Çiğiler’den, Kanklılar (Kimekler)’dan, Uygurlar’dan, Kıpçaklar’dan, Ağaçerilere’e kadar izlerine-adlarına rastlana muhtelif boy ve oymaklar…
İşte bu yoğun akış/göç dönemlerinde Anadolu’da nasıl bir “nüfus ve yerleşme” olgusuyla karşılaşmaktayız? Meselâ bu sonuncu başlık altında bir yerde şöyle denmektedir:
“Bizans’ın Makedonya hânedânı zamanında (…) ihtilâller ve dâhilî harpler (…) Anadolu’da sefaleti bir kat daha artırmıştı.” Ağır vergiler, kendisinin temsil edilemediği vs. sebeplerle yönetimden soğumuş olan “Anadolu’nun yerli halkı, Türk İstilâsına karşı mukavemet göstermemiş veya pek az direnmiş, gelen fatihlere kapılarını açmıştır. Birçok yerlerde ise gelen fatihler, âdeta bir kurtarıcı gibi karşılanmışlardır. Anadolu’da Türk Devletinin kuruluşundan itibaren pek az zaman içinde yerli halkın gelen fatihlere ve yeni devlete çok ısınmış olmasının ve hiç isyan etmeyerek bağlılık göstermesinin sebeplerinden biri olarak Bizans’ın baskıcı idaresi göz önünde tutulmalıdır.”
Özetleyerek devam edersek, 1046’dan başlayıp 1071’i takip eden yıllarda Türkmenler ve onlarla beraber gelen diğer Türk illerine mensup boylar ve oymaklar, yer yer Anadolu’ya dağılmışlar ve yerleşmeye başlamışlardır.” “..Yalnız çobanlık ile meşgul göçebe Türklerden başka ziraatle meşgul olan yarı göçebe Türkler ile Maveraün-nehir’in şehirli ve köylü Türklerinden ve ayni zamanda Horasan’ın, Irak-ı Acem’in, Azerbaycan ve Arran’ın yerlilerinden de bir hayli ahali gelmiş ve buraya yerleşmiştir.” Bu sebeple, zanaatla ilgili terimlerin çoğu yabancı iken, çobanlık ve çiftçilikle ilgili terimlerin hepsi Türkçedir. Ayrıca gerek Müslümanlığı yaymak, gerekse emirliklerde hizmet etmek üzere muhtelif İslâm diyarlarından şeyh, âlim, kâtip gibi aydın kimseler de gelmişlerdir[6].
Mükrimin Halil Bey, Türklerin Anadolu’ya yerleşme sürecini ayrıntılarla vermektedir. Onlar, büyük ölçüde şehirlerin adlarına dokumayarak, yeni şehirler kuruluyorsa kendileri Türkçe adlar vererek, keza yerleşilen köylere 24 Oğuz boyundan veya başka Türk boy ve oymaklarından isimler koyarak, bütün Anadolu’ya dağılmışlardır. Acaba Anadolu’ya özellikle Melik-şah zamanında, ilk yoğun gelip yerleşen Türk unsurunun sayısı nedir? Yazıcıoğlu’nun Âl-i Selçuk Tarihi’nden ve Nizamülmülk’ün Siyasetnâme’sindeki bilgilerden hareketle Tarihçimiz, 150 bin kadarı atlı süvarinin aileleriyle birlikte 600 bin civarında, çobanlık ve çiftçilik yapmak üzere getirilenlerin de 500 bin civarında olduğu düşüncesiyle bu fetih döneminde bir milyonu geçtiğini, bu nüfusun o zamanki yerli nüfusa nerdeyse denk olduğunu tahmin etmektedir. Çünkü Anadolu, gerek son yüz yıllarda Eski Emevî ve Abbasî devirlerinde yaşanan sürekli gazâlar sebebiyle, gerekse Bizans’ın adaletsiz ve baskıcı o döneminde, büyük ölçüde nüfus kayıplarına uğramış, dolayısıyla da özellikle orta Anadolu’daki yerleşim yerleri yeniden kurulmuştur[7].
Mükrimin Halil Bey’in araştırmalarından çıkardığı sonuç, “Anadolu’ya yeni gelen Türk fatihlerle Anadolu’nun Helenleşmemiş olan yerli halkı arasında çok kuvvetli bir kaynaşma vukua geldiği anlaşılmaktadır[8].” Bu hükmüne kanıt olarak da şunları sıralamaktadır:
1.Hitit ve Trak asıllı olup kendi dil, gelenek ve göreneklerini koruyan yerli halk, İslâm adaletini temsil eden Türk fatihlere düşman olmak yerine yardımcı olmuştur.
2.Evlilik ve iktisadî şartlara uyumda da anlaşma sağlanmış, gelen çiftçi çiftçi ile, sanatkâr ve tüccar da meslektaşlarıyla birlikte üretim yapmışlardır.
3.Fatihler yerli halk ile kültür alış-verişinde de uyum sağlamışlar, Helenleşmemiş fakat dilleri zayıf kalmış yerli ahalinin dili zamanla kaybolmuş, Türkçe hâkim olmuş, bunda Türkçe konuşan yerli Hristiyan Türkler’in de katkısı olmuş, Anadolu zaman içinde Türkleşmiştir. Sadece büyük şehirlerde Rumca ve Ermenice yaşayabilmiştir. Ayrıca, fatihler dinlerini de zamanla yerli halka kabul ettirmişler, bu ülkeyi kısa zamanda İslâm ülkesi hâline getirmişler; fakat yerliler de örf-âdet, kıyafet konusunda fatihleri etkilemişlerdir.
4.Yakubî mezhebine mensup Hrıstiyanlar ile yine Mezhep farklılığı dolayısıyla Rumlardan baskı gören Ermeniler de uzun süre fatihlerle iyi anlaşmışlardır. Keza Kürtler de kuruluşundan itibaren Selçuklu’ya tabi olmuşlardır, onlarla birlikte hareket etmişlerdir[9].
Mükrimin Halil Beyin eserinin birinci cildi, bu ayni zamanda medeniyet tarihi niteliğinde olan sosyolojik bölümlerden sonra, “Anadolu’nun Müdafaası”, “Selçuklu ve Bizans Mücadeleleri” adlı ana bölümlerle tamamlanır. İkinci cildi ise beş ana bölüm hâlinde sunulmaktadır. Bunlardan bizim konumuz açısından özellikle birinci bölümü “Anadolu Saltanatının İkbali” (ss. 3-131 arası) ile ikinci bölümü “Anadolu Devletinin İnhitat ve İnkırazı” (ss. 131-191 arası) bölümlerindeki değerlendirmeler çok mühim. Şimdi onlardan bir-iki pasaj naklederek ünlü tarihçimizin tezini temellendirmeye devam edelim.
Önce birinci bölümden Alâaddin Keykubad (1220-1236)’ı değerlendiren şu satırlara bakalım:
“Anadolu’nun millî hudutları, Sultan Alâaddin zamanında kat’î şeklini almaya başladı; ‘Anadolu vatanı’ vücuda geldi. Müstakil bir Anadolu Türk milletinden teşekkül ettiği ve bu milletin hemşiresi olan diğer Türk milletlerinden ayrıldığı tezahür etti. Filhakika Anadolu’ya muhaceret eden Türkler, yavaş yavaş bir merkez etrafında ittihad ettikten sonra, müstakil bir küll, müstakil bir millet hâline gelmişler, diğer Türklerden maddeten ve mânen ayrılmışlardı. Anadolu Türkleri, her hususta diğer Türklere nazaran tekâmül etmişlerdi.
Türkistan’da bulunan Türkler kadîm, aşirî devlet teşkilatını muhafaza etmişler ve pek iptidâi bir halde kalmışlardı. Âzerbayacan ve İran Türkleri ise, İran, yani Sâsânî teşkilatını taklit etmişler ve müstakil derebeylikler vücuda getirmişlerdir. Halbuki Anadolu Türkleri, en mütekâmil devlet olan Roma İmparatorluğunu örnek ittihaz etmişler ve merkezî bir devlet tesis eylemişler, bir merkez vücuda getirmişler, Anadolu’yu millî vatan ittihaz ederek kendilerini müstakil bir millet addetmişler, Anadolulu olmakla müftehir olmuşlardır[10].”
Mükrimin Halil Bey, aşağıdaki satırlarda ise Alâaddin Keykubad’ın hatalarına işaretle konumuz açısından değerlendirmelerine devam ediyor:
“Sultan Alaaddin geçmiş vakalardan ibret almadı, yabancıları mevki-i iktidara getirdi. Bu yabancılar, ya Şam, Mısır, Irak, İran Azerbaycan, Horasan, Maveraünnehir gibi İslâm memleketlerinden Anadolu’ya gelmiş sergüzeştçi bir takım serserilerdi, yahut da padişahın köleleri idi. Bu köleler de ya Hristiyan dönmesi olan birtakım mühtedîler yahut da Kıpçak Türklerinden satın alınan kullardı. İster aslen Müslüman veya Türk olsun, isterse mühtedî veya Hristiyan olsun, memleket aideten ve an’aneten merbut (bağlı) olamayan adamların, memlekete hariçten gelmiş olanların takip edecekleri yalnız bir gaye vardı: menfaat-şahsîye! Anadolu milletinin, Anadolu Türklüğünün, Anadolu devletinin menfaati onlar için mevzuubahis olamazdı[11].”
Nihayet Mükrimin Halil Bey, “Anadolu Devletinin İnhitat ve İnkırazı” bölümünde II. Gıyaseddin Keyhüsrev(1237-1244)’e başlarken de çöküşün değerlendirmeleri anlamında önemli şeyler söylüyor. Onu da nakledip bu bahsi şimdilik kapatalım. Çöküşün esas sebeplerinden gördüğü “yabancılar” cümlesinden şunları diyor:
“..İran’dan, Azerbaycan’dan ve Türkistan’dan Anadolu’ya birçok Hoca ve şeyh gelerek memleketin her tarafına dağılmaya, kadılıkları, medrese müderrisliklerini elde etmeye, tekkelere yerleşerek tarikatlar tesis etmeye başladılar. Yabancı diyardan gelen bu hoca ve şeyh sürüsü, kendileri gibi yabancı olan ümera (emirler-idareciler) ile tevhid-i mesai ettiler. (…) Bunlar pek az zaman içinde Anadolu halkı arasında nüfuz kazandılar, kendilerine talebe ve mürid yetiştirdiler. İran harsını tamim eden (yayan) bu herifler, Arapçayı ve Farisî’yi “lisan-ı ehli cennet” (cennet sakinlerinin dili) diye göstermeye, Anadolu dilini, yani Türkçeyi alçaltmaya ve ayni zamanda İran örfünü, İran an’anatını (geleneklerini) yükselterek millî örfü, Anadolu töresini bozmaya çalıştılar. Anadoluluk asabiyetini, millî heyecanı boğmak için uğraştılar. Tekkeler ve medreseler vasıtasıyla Arap ilim ve edebiyat ve musikisini tamim etmeye, beyne’l-mileliyyet (kozmopolitlik) zihniyetini kökleştirmeye, Anadolu ile yabancılar arsında hiçbir fark olmayıp hepsinin – Müslümanlık dolayısıyla – kardeş ve vatandaş olduğunu zihinlerde yaşatmaya ve vatandaş hukukuna nail olamaya başladılar. Fakat bu vatansız insanlar nan u niğmetiyle perverde oldukları (beslenip yetiştikleri) hâlde Anadolu halkını, Anadolu lisan ve âdetini tahkirden geri durmuyorlar; Anadolulu’yu “Türk” diye tezyif etmekten ve bu mukaddes kelimeyi istihfaf ve takbih (hafife alıp kınama) mevkiinde kullanmaktan geri kalmıyorlardı.” Devamında ise büyük tarihçimiz, “Saraya”a sızmak isteyen yabancı emirlerin bu yabancı hoca ve şeyhlere dayanarak mevki-makam kazanmaya, birbirlerini kollayarak, Anadolular arasına nifak sokarak makamlarını güçlendirmekten başka bizzat devletin bütün kurumlarına hâkim olmaya çalıştıklarını anlatır[12].
Bütün bu değerlendirmelerinde Mükrimin Halil Bey’in bazen mübalâğaya kaçtığı söylenebilir. Ama ömrünü özellikle de Anadolu Türk Tarihini anlamaya adamış bir büyük tarihçinin, işin künhüne vakıf olduğu düşünülürse, hak vermenin daha doğru olduğu kabul edilecektir.
Bu tarih tezine “Türkçü Tarihçilik”in nasıl baktığının örneği olarak, Nihal Atsız Bey’i anmak uygun olacaktır. Atsız, şöyle bakmaktadır: “Mükrimin Halil Bey, 1924’te Anadolu Mecmuası’ndaki yazılarında tarihimizin Selçuk hanedanı ile başladığını söyleyip bir sistem koymakla, tarihimizin bir kısmı hakkında doğru bir görüş yapmış; fakat Fransız tarihindeki usulü bize tatbik etmek isteyerek, yani vatan tarihini esas tutarak, Orta Asya’daki Türk tarihiyle alâkamızı inkâr etmek gibi bir de büyük yanlışlığa düşmüştür[13].” Atsız Bey’in bu değerlendirmesinde hakkı teslim ile beraber, bir nebze de aşırılık görmek mümkün. Çünkü Mükrimin Halil Bey, bizim anladığımız kadarıyla “Orta Asya’daki Türk Tarihi’yle alâkamızı inkâr” etmiyor, bütün ataları oradan gelen bir milletin bir safhasını yok saymak akıl-dışı olurdu zaten. Ancak, Anadolu’da yeni bir oluşum peyda olduğuna, bunun gerek Türklük ve bu coğrafya’da yeniden şekil kazanan – kendi kullanmasa da – Türk-İslâm Medeniyeti için, gerekse dünya tarihi için öneminin – kalın çizgilerle – altını çiziyor. Nitekim, tamamı vefatından 53 yıl sonra yayımlanan büyük eserinin girişinde bu mânada şöyle söylüyor: “Türkiye tarihi, genel Türk Tarihinin fütûhat ve medeniyet bakımından en büyük ve mühim bir faslı olduğu gibi, genel İslâm tarihinin de, fütûhat ve devamı bakımından, en azametli bir kısmıdır[14].” Üstelik, eski Türk Tarihini inkâr eden bir tarihçi, meselâ Sultan Alpaslan’ın özelliklerini sayarken şöyle yazar mı:
“Sultan Alp Arslan, mebde’inden müntehâsına kadar bütün Türk tarihinin en büyük şahsiyetidir; Türk ırkının en büyük adamıdır. Türk asaletinin, Türk faziletinin, Türk dehasının, Türk kahramanlığının en büyük timsalidir. Hayat ve sîret itibariyle hulefâ-yı râşidîni gıpta ettirecek fezâil ve me‘âlînin masdarıdır. (…) Sultan Alparslan Türklüğün en büyük müessisidir. Bir taraftan Ceyhun sağ sahilinde Türkmenleri yerleştirerek Maveraünnehir’in elden çıkmamasını taht-ı temine almış, diğer taraftan Horasan’ı kâmilen Türkmenlerle iskan eyleyerek burayı yeni bir Türkmen diyarı yapmıştır[15].”
Buna karşılık – tabiri caizse – “ruhçu Anadoluculuk”un önderi sayılan Nuretttin Topçu, Mükrimin Halil Bey’in üç makalesinin toplandığı kitaba yazdığı önsözde, tam da ünlü tarihçimizin üslubuna uygun şekilde şunları söylemektedir:
“Bağrından birçok milletleri çıkaran büyük bir ırkın torunları olarak, Türk ismini yalnız kendi milletimize ait bir isim olarak almak veya onun adını bu milletlerden sade bir tanesine vermek, ilme ve idrake aykırı bir hareketti. Bu hâl, bütün servetini evlatlarından yalnız bir tanesine verip öbürlerini mirasından mahrum bırakan babanın davranışını andıracaktı. Halbuki, millet servet değil, hakikattir. Onun biz kendi istediğimiz şekilde bölemeyiz. Belki ancak Hak böler. Hak bizi Anadolu’da güzel bir vatana sahip millet yapmış. O hâlde milletimizin adı Anadolu Türk milleti, millî tarihimiz de Müslüman Anadolu’nun tarihidir. İlim ve hakikat gözüyle ne gelişigüzel Müslümanların bir kısmı bir milletin adı altında birleştirilir, ne de bütün bir ırkın gücü yalnız bir milletin hayatına mal edilebilirdi. Dâvayı bir Anadolu ırkçılığı zannedenler de aldandılar. Anadolu, millet hamurunun yoğruluşunda ruh ve tabiat unsurlarını sunuyordu. Burada tabiat, coğrafya unsuruyla karşılanıyor, ruh ise tarih, örflerle sanatlar ve din unsurlarından hayat alıyordu. Menşe araştırıcı ırk teorisini, manevî kaynaşma, milletine hizmet ve fedakârlık iradesiyle bertaraf eden Anadolucular, kan ırkçılığına olduğu kadar ırk dâvasında şuursuzluğa ve kayıtsızlığa da karşı idiler. (…) Coğrafî değil, hukukî ve siyasî haritasının sınırlarına bağlanan Anadoluculuk, vicdânî bir dâvadır. (…) Malazgirt’ten Sakarya’ya kadar mukaddes toprağa ruhlarını karıştıran ecdadın asrımıza emaneti olan millet(…) toprağıyla, ahlâkı ve imanıyla, kaderi ve gerçek iradesiyle Anadolu Türk milletidir[16].”
Sonuç
Hemen akla gelen bir soruya cevap vererek, yazımızı tamamlayalım:
Siyasî ve medenî plandan bütün dünyanın, keza içinde bulunduğumuz “İslâm dünyası”nın ve özelde ise “Türk Dünyası”nın getirdiği bugünkü şartlar çerçevesinde bir “tarih ve milliyetçilik tezi” olarak Anadoluculuk’un günümüz için kıymeti nedir? Dünya ve İslâm coğrafyası ölçeğinde kendi millî realitemizi doğru değerlendirmek anlamında bu tezin hâlen güçlü yanları olduğunu, gerek millî mücadelede gerekse bütün Cumhuriyet tarihimiz boyunca siyaseten de – bazı çarpık değerlendirmeleri ve tarihimizin Cumhuriyet ile başladığını söyleyenlerin gafletini ciddiye almazsak – örtük ya da açık olarak uygulanmaya çalışıldığını söylememiz gerekir. Yeni şartlarla beraber çeyrek asırdan beridir bütün açıklığıyla karşımızda duran Türk dünyası gerçeğiyle de – bize göre – hiçbir çelişir yanı bulunmamaktadır. Çünkü “Türk dünyası” ile “Anadolu Türklüğü”nü bu yeni şartlar çerçevesinde ister kardeş, ister amcaoğlu sayalım, Tarihî kökleri ve güçlü bir geleceğe dair ümit ve emelleriyle onların ikisini de – şu ya da bu şekilde – daha bir ve beraber olmaya (en azından daha bir ve beraber hareket etmeye) âdeta mecbur kılmaktadır.
Ayrıca bize göre, son yıllarda boş ve kültürsüz şekilde sözde “Anadoluculuk” yapamaya çalışanlara, burada bin yıl içerisinde oluşan ve yaşayan milletin adı ile kimliğinden habersiz olanlara bir çağrıdır Mükrimin Halil’in bu eserleri. Okuyup anlayana ne mutlu!…
Son bir not: Mükrimin Halil Bey’in bu yeni eserlerini bir de, gerek içeriye dair millî ve kültürel anlayış çarpıklıklarımızı, gerekse günümüz Orta doğusunun, Irak’ta-Suriye’de olup-biten can yakıcı problemlerini doğru anlamak için okumaya ne dersiniz???
O büyük insanı ayni zamanda 55. Vefat Yılında rahmet dileyerek anıyor, ruhu şâd olsun, diyoruz.
[1] Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, Yay. Hazırlayan: Prof. Dr. Refet Yinanç, T.T.K. yay. I. cilt: Ankara, 2013, 426 s. ; II. Cilt: Ankara 2014, (ekler hariç), 392 s. (Bilindiği gibi, I. Cildin yarısını içine alan ve Hoca’nın sağlığında yapılan ilk baskısı: Anadolu’nun Fethi -Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, 1944 idi. Mükrimin Halil Bey tarafından dört cilt hâlinde tasarlanan eser, Prof. Ali Birinci’nin T.T.K. Başkanlığı döneminde alınan bir kararla iki cilt olarak basılmıştır.
[2] Mükrimin Halil, (Çevrim yazı: Ö. Hakan Özalp), Anadolu Mecmuası, “Türk kavminin muhtelif milletlere ayrılması ve Anadolu vatan ve milletinin teşkekkülü-1”, sayı: 9-10-11, İst. Mayıs 1340 (Hicrî) miladî 1924, s. 332 vd. (Hakan Özalp’ın çevirdiği bu makalelerin de TTK Mükrimin Halil Külliyatı içerisinde yayın planına alındığını biliyoruz. Kendisine teşekkürlerimizle…)
[3] A.g.m. sayfa 337 vd.
[4] Yinanç, Türkiye Tarihi-Selçuklular Devri, I. Cilt, ss.11-17. Burada vurgulayalım ki ünlü tarihçimiz, “Türkmen akını öncesinde Anadolu’ya giren 18 ırktan hiçbirinin birliği sağlayamadığını, Türklerin ise farklılıkları kaynaştırdığı” inancındadır. Bkz: Fuat Hacısalihoğlu’nun Türk Tarihçiliğinde Anadoluculuk Düşüncesi adlı yüksek lisans tezinden zikreden: Ö. Hakan Özalp, Tarihe Adanmış Bir Ömür- Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, s. 353.
[5] A.g.e., s. 21 vd.
[6] A.g.e. I. Cilt, , s. 133 vd.
[7] A.g.e. ss. 134-138
[8] A.g.e.143.
[9] A.g.e. ss. 143-147.
[10] Yinanç, Türkiye Tarihi-Selçuklular Devri, II. Cilt, s. 120.
[11] A.g.e. s. 126.
[12] A.g.e. 132.
[13] Atsız’ın, Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar (Ötüken yay. 2011, s. 16) kitabından zikreden Ö. Hakan Özalp, Tarihe Adanmış Ömür.. , s. 361 vd.
[14] Yinanç, Türkiye Tarihi-Selçuklular Devri, s. 3.
[15] Mükrimin Halil, Anadolu Mecmuası, 1340 (1924), sayı: 5, Anadolu tarihi, Anadolu’nun fethi, sayfa, 207.
[16] Nurettin Topçu, “Önsöz”, s.7-9, Mükrimin Halil Yinanç, Millî Tarihimizn Adı, (üç makalesini günümüz harflerine çevirip sadeleştiren: B. Bayraklı), Hareket yay. İst. 1969. Zikreden Ö. Hakan Özalp, a.g.e. s. 439 vd.