Türklerde devletin kuruluşu, idareci unsur (beyler) ile iş birliği yapan büyük halk kitlelerinin gönüllü gayretleri ve katkıları sonucunda gerçekleşmekteydi[1]. Devlet kurulurken bu iki unsur arasında görülen bu güzel iş birliği, dayanışma ve uyumluluk, devlet kurulduktan sonra idareci unsur tarafından halkın ihtiyaçlarına, arzularına, inançlarına, düşüncelerine ve geleneklerine uygun idarî, siyasî, adlî, sosyal, ekonomik ve kültürel politikalar izlendiği ve bu politikalarda da başarılı olunduğu takdirde devam etmekteydi. Aksi takdirde idareci unsur ile halk arasında devletin kuruluşu sırasında görülen iş birliği ve dayanışma ortadan kalkmakta, ilişkiler bozulmakta ve halk idareye verdiği desteği geri çekmekteydi. Bunun doğal sonucu olarak toplumda, idareye karşı zaman zaman tepkiler yükselmekte, düşmanlıklar artmakta, ayaklanmalar meydana gelmekte, dağılmalar ve kopmalar başlamaktaydı. Bu duruma dair en hazin olaylardan biri de Selçuklu Devletinin kurucu ve temel unsuru olan Türkmenler (Oğuzlar) ile Selçuklu beyleri arasında yaşanmıştır. Bu meseleyi, sebepleri ve sonuçları bakımından kısaca şöyle açıklamak ve özetlemek mümkündür:
Büyük Selçuklu Devletinin kuruluş döneminde (935-1040), Selçuklu beylerinin ordusu, tamamen Türkmen atlı savaşçılardan meydana geliyordu. Dandanakan zaferinden sonra (1040) Gaznelileri kendilerine örnek alan Selçuklu beyleri, tıpkı onlar gibi ordularını “gulâm sitemi”ne göre yetiştirilmiş hür Türklerden teşkil etmeye başladılar. Bunun için onlar, gerek Dandanakan savaşından önce gerekse bu savaş sırasında kendilerine sığınan Gazneli gulâmları hizmete aldılar. Böylece yeni Selçuklu ordusunun temeli atılmış oldu. Öte yandan büyük zaferin kazanılmasına ve devletin kurulmasına kadar bir asırdan fazla bir süre, yersiz ve yurtsuz bir hâlde, sığınmacı (mülteci) olarak bin bir sıkıntı çekmiş olan Türkmenler, geri plana itilerek, devletin bütün imkânlarından mahrum edildi. Selçuklu beylerinin bu tutumu, Türkmenler arasında haklı olarak ihmale ve ihanete uğramışlık duygusu uyandırdı. Bu duygu onlarda Selçuklu beylerine karşı şiddetli bir hoşnutsuzluk yarattı. Bu yüzden Selçuklu beylerine küsen Türkmenler, başta Batı İran (Irak-ı Acem) olmak üzere, Kuzey Irak (Irak-ı Arap) ve Azerbaycan gibi batı ve kuzey uçlarına yerleşerek, başlarındaki beylerin yönetiminde kendi hayatlarını yaşamaya başladılar.
Burada sorulması ve cevaplandırılması gereken soru şudur: Selçuklu beyleri, devlet kuruluncaya kadar kendilerine, gönüllü ve masrafsız tam bir ordu sağlayarak büyük fedakârlıklarda bulunmuş olan Türkmenleri neden tasfiye etmişlerdir? Bu hususta iki faktör rol oynamış gözükmektedir. Bunlardan birincisi, Türkmen kitlelerinde aile ve boy bilincinin hâlâ çok kuvvetli olmasıydı. Dolayısıyla her Türkmen, Selçuklu beylerinden çok başlarında bulunan aile büyüklerine ve boy beylerine itaat ve bağlılık göstermekteydi. Öyle anlaşılıyor ki, Selçuklu beyleri, kendi iktidarları ve gelecekleri için bu durumu tehlikeli ve zararlı görmüşlerdir. Öte yandan Türkmenlerdeki bu kuvvetli aile ve boy bilinci, gulâmlarda pek fazla görülmüyordu. Çünkü onlar, çocuk yaşta devlet hizmetine alınıyor, hükümdara tam bir itaat ve bağlılık anlayışı içinde, saray terbiyesi ve gelenekleriyle yetiştiriliyordu. Bu eğitimin sonunda, hükümdarın şahsına tam bir itaat ve bağlılık göstermeyi en büyük erdem sayan bir insan tipi ortaya çıkmaktaydı ki, Selçuklu sultanlarının da istediği bu idi.
Bu tasfiyede rol oynayan ikinci sebep de şudur: Büyük Selçuklu Devletinin hâkimiyet sahasında Türkmenlerden başka, başta Farslar ve Araplar olmak üzere birçok yabancı soydan ve kültürden topluluk bulunmaktaydı. Bu toplulukların iyi bir şekilde idare edilmesi ve memnun edilmesi gerekmekteydi. Bu da hiç kuşkusuz yerli halklar ile iş birliği yapılmasına ve onların da desteklerinin alınmasına bağlıydı. Bunun için bu toplulukları temsil eden uzmanlara ve elemanlara idarede yer verilerek, onların da idareye katılmaları ve iktidarın nimetlerinden faydalandırılmaları sağlanmalıydı. Daha doğrusu Selçuklu Devletinin başında bulunan ilk hükümdar Tuğrul Bey’in bu husustaki düşüncesi ve politikası şu idi: Eğer iktidar paylaşılacaksa, bu kendi soyundan değil, daha önemsiz ve zararsız gözüken yabancı soydan ve kültürden kişilerle olmalıydı. Burada hemen belirtelim ki, Tuğrul Bey’in temelini atmış bulunduğu bu politika ve bu hususta göstermiş olduğu tutum, sadece Selçuklu Devletinin idarecilerinde değil, Selçuklulardan günümüze kadar devam eden bütün Türk devletlerinin idarecilerinde de yerleşmiş ve değişmez bir anlayış olarak devam etmiştir[2].
Türkmen kitlelerinin İslâm ülkelerinde yerleşmiş oldukları yerlerde hayat tarzlarından kaynaklanan bazı olaylara sebep olmaları, Tuğrul Bey’i Türkmenler için yeni bir politika geliştirmeye ve uygulamaya zorladı: Türkmenler dinamik ve hareketli bir kitle oldukları için uzun süre sükûnet içinde kalmazlardı. Dış hedeflere olduğu gibi iç hedeflere de saldırmaları her zaman kendilerinden beklenebilirdi. Nitekim böyle de olmuştur: Türkmen kitleleri, İslâm ülkelerinde girdikleri her yeri kendi sürülerinin serbest otlakları olarak görmüşler ve kabul etmişlerdir. Hatta onlar, zaman zaman yerli halkın ekili ve dikili sahalarına zarar vermişlerdir. Onların bu tutumu da, başta Abbasî Halifesi olmak üzere Tuğrul Bey’e kadar uzanan şikâyetlere sebep olmuştur. Bu şikâyetler üzerine Tuğrul Bey, Türkmen kitlelerinin başında bulunan boy beylerini devlet hizmetine alarak, onları daha yakından kontrol etmek istedi. Fakat Türkmenler, Selçuklu beylerine kırgın ve kızgın oldukları için Sultanın bu teklifini kabul etmediler[3]. Yine de Türkmenlerin geleceğinden kendisini sorumlu sayan Tuğrul Bey, engin tecrübesiyle bu kitleye yeni bir hedef ve ülke göstermesi lâzım geldiğini anlamakta gecikmedi. Bunun için o, bir taraftan yerli meliklere Türkmenleri gazaya sevk etmeleri tavsiyesinde bulunurken, diğer taraftan Melik Hasan, İbrahim Yınal ve Kutalmış gibi hanedan üyelerini de, onlara yol açmaları ve rehberlik yapmaları için Anadolu’ya yapılan gazâların merkezi Azerbaycan’a gönderdi[4]. Bunlardan İbrahim Yınal, Tuğrul Bey’in emri üzerine Türkmen beylerine, “Sizin burada kalmanızdan dolayı ülkemiz sıkıntı içine girdi. Bana kalırsa, yapacağınız en doğru iş, Rûmlara karşı gazâya çıkıp Allâh yolunda cihat etmenizdir. Böylece ganimet de elde edersiniz. Ben de arkanızdan gelip yapacağınız işlerde size yardımcı olacağım” şeklinde bir haber göndererek[5], ordusu ile Azerbaycan’a hareket etti (1046). Böylece Türkmenlerin bir kısmı, İbrahim Yınal’ın bu yerinde tavsiyesine uyarak, Anadolu’ya gazâ yapmak, daha iyi ekonomik imkânlara sahip olmak ve üzerinde hür olarak yaşayabilecekleri bir yurt tutmak gayesiyle Azerbaycan’da toplanmaya başladılar. Çünkü onların, geride bırakacakları ve kaybedecekleri bir şeyleri yoktu. Bütün varlıkları, geçimlerini temin ettikleri sürüleri, bindikleri atları ve develerinin taşıdığı yüklerden ibaretti. Azerbaycan ise, çoktan beri Seyhun ötesindeki yurtlarından kopup gelmiş iman mücahitleriyle Türkmen kitlelerinin toplanmış olduğu bir bölge idi.
Görüldüğü gibi, Selçuklu Devletinin başında bulunan Tuğrul Bey, Türkmenleri gazâ ve cihat faaliyetine özendirerek, onları merkezden uzaklaştırma, yerli halkı da kendileriyle iş birliğine teşvik etme fikrine dayanan bir politika izlemiştir. Tuğrul Beyin temelini attığı bu politika, halefleri Alp Arslan, Melikşâh ve Sancar gibi sultanların zamanında da devam etmiştir. Bu politikanın doğal sonucu olarak da Selçuklu Devleti bir Türk devleti olmaktan çıkıp İranlılaşmaya, devletin başında bulunan sultanlar ile Türkmenler de birbirlerine karşı yabancılaşmaya başlamışlardır.
Selçuklu hükümdarlarının idare anlayışlarından kaynaklanan bu hatalı politikaları tepkisiz kalmamıştır: Türkmenler, Dandanakan zaferinden sonra geri plâna itilmiş olmalarını, düzeni sağlamak için Selçuklu idaresi tarafından sık sık yerlerinden edilmelerini ve özellikle kendi devletlerinin gittikçe yerli halkın devleti hâline gelmesini ve Türk kültüründen uzaklaşmasını bir türlü içlerine sindirememişlerdir. Selçuklu idaresine karşı devamlı bir muhalefet ve tepki içine girmişlerdir. Onlar, zaman zaman Selçuklu sultanlarına karşı iktidar için harekete geçen İbrahim Yınal (1059)[6], Kutalmış (1063) ve Kara Arslan Kavurt (1072) gibi hanedan üyelerinin arkasında topluca yer alıp onlara destek vererek, bu muhalefet ve tepkilerini açıkça ve defalarca göstermişlerdir. Fakat bu hanedan üyeleri, Türkmenlerin tam desteğini almalarına rağmen, giriştikleri iktidar mücadelesinin hiçbirinde başarıya ulaşamamışlar, yani Türkmenlerin arzu ve gayelerine uygun olarak Selçuklu iktidarını değiştirememişlerdir. Böylece dışlanmışlık ve ihmal edilmişlik duygusu Türkmenlerin kafalarında ve ruhlarında şiddetli bir travma yaratmıştır. Bu travmanın etkisi zaman içinde ne azalmış ve ne de ortadan kalkmıştır. Türkmenler, bu travmanın etkisiyle “Selçuklular, bizim gibi Türkmen olup sizinle karındaşız dedilerse de halka faydaları dokunmadı” gibi iğneleyici sözlerle bu dışlanmışlık ve ihmal edilmişlik duygularını ifade etmekten hiçbir zaman geri durmamışlardır. Hâlbuki Ebû’l-Gazi Bahadır Han onların bu duygularını tespit ettiğinde, Selçuklu hanedanı tarih sahnesinden iki asır önce çekilmiş bulunuyordu. Demek ki, Türkmenlerin Selçuklu beylerine ve idaresine karşı tepkileri ve muhalefetleri, aradan asırlar geçmesine rağmen varlığını ve etkisini korumuştur. Onların bilinçaltlarına yerleşmiş olan bu tepki ve muhalefet duygularının Anadolu’da tekrar canlanmış olması hiç de şaşırtıcı bir durum değildir. Çünkü Büyük Selçuklu sultanlarının Türkmenlere karşı temelini attıkları ve uyguladıkları politika, Türkiye Selçuklu sultanlarında da pek fazla değişmemiştir. Hâlbuki Türkmenler, tıpkı Büyük Selçuklu Devletinin kuruluşunda olduğu gibi Türkiye Selçuklu Devletinin kuruluşunda da büyük sıkıntılar çekerek ve fedakârlıklar yaparak aynı rolü oynamışlardı.
[1] Kafesoğlu, 1977: 218.
[2] Türk idarecileri, yabancı soydan olanlara gösterdikleri erdemli davranışları kendi soyundan olanlara göstermekten daima kaçınmışlardır. Başka bir deyişle onlar, başka soydan olanlarla birleşip kaynaşmada gösterdikleri başarıyı, kendi soyundan olanlar için gösterememişlerdir. Daha doğrusu onlar, Türkmenleri memnun etmek ve devlete bağlamak için hiçbir gayrette bulunmamışlardır. Birbirlerine karşı, daima anlamsız bir güvensizlik ve soğukluk içinde olmuşlardır.
[3] İbnü’l-Esîr, 1979: IX, 508; 1987: IX, 388.
[4] İbnü’l-Esîr, 1979: IX, 389; 1987: IX, 301.
[5] İbnü’l-Esîr, 1979: IX, 546; 1987: IX, 415.
[6] Türkmenler, İbrahim Yınal’ın iktidar mücadelesine destek verirken ondan “kendilerine sormadan hiç kimseyi vezir tayin etmeyeceğine ve bulundukları yerlerden de hiçbir sebeple başka yerlere sürülmeyeceklerine” dair söz almışlardır (Sıbt İbnü’l-Cevzî, 1998: XVIII, 31; Köymen, 1963: 61).