Site icon Teketek Haber

Vahdet ve kesret

Ben derim ki, uzlet asırların en hayırlısı olan Peygamberimiz (s.a.v) dönemine yakınlığına rağmen, selef-i sâlihînin mesleği ve sireti olduysa, Allah’a sâlik olana imkân nispetinde insanlardan firar ve halka karışmayı terk etmesi evleviyetle gerekir. Hele hele hicri 1241 yılı Zilhicce’nin on dördüncü günü bugünümüzde makamı terk etmek, adı sanı anılmayan, özellikle namının ün salacağı yerlerden firar etmek, insanların gözünde küçük görülecek bazı mubahları bile yapmaktan çekinmemekle mürid ancak kendini emniyette görebilir.

Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şerîfinde şöyle buyurur: “Ümmetim arasında Üveys el-Karânî adlı bir kişi olacak. Bu kişinin şefaatiyle Rabîa ve Mudar kabileleri adedince kişiler Cennete girecek. O, Allah’a yemin etse, Allah yemininde yalancı çıkarmayacak. Benden sonra onunla kim karşılaşırsa, benim selâmımı söylesin.”[1] Kendini o kadar gizlemiş ki, insanlar onu alaya alıp eğlenmişler, eziyet bile etmişler.

Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye (r.a) Bürde-i Şerîfesini ona teslim etmelerini emreder. Yine Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye onunla karşılaştıklarında kendilerine istiğfarda bulunmasını istemelerini emreder. Doğrusu bu konuda çok hadis-i şerif bulunur. Allah onun yüzü suyu hürmetine ondan da bizden de razı olsun.

Abdullah bin Mesleme şöyle söyler: “Halîfe Hz. Ömer’in (r.a) hilâfeti döneminde Azerbaycan’a savaşa gittik. Üveys Karânî de bizimle beraberdi. Geri dönüşte ise hastalanıp vefat etti. Hemen konakladık. Aman Allah’ım, kazılmış kabir, hazır su, kefen, hatta tütsü bile hazırdı. Yıkadık, kefenledik, cenaze namazını kılıp defnettik. Biraz gittikten sonra birbirimize keşke dönsek de, en azından kabrini bilsek, belirlesek dedik. Aman Allah’ım, gömdüğümüz yerde ne kabir var, ne de kabrin izi.”

Şeyh İbn Atâullah Hikem‘inde şöyle söyler: “Uzlet kadar kalbe fayda veren bir şey yoktur. Sâlik tefekkür meydanına uzletle girer.”

Hikem şârihi şöyle söyler: “Kalp hastalıklarını tedavi etmek mürîde vaciptir. Kalp hastalıkları ise tabiat ve fıtrat ahkâmının galebesinden olur. Tabiat ve fıtrat ahkâmından bazıları şunlardır: Kendinden büyükleriyle sohbet etmekle, emsaliyle beraber kalmakla, nefsin hevasına inkıyat etmekle, his âlemiyle ünsiyet etmekle olur. Bunlar da konuşmasında veralı davranmayanların ve gıybetin inceliklerinde dilini kullanmaktan, insanları ta’n etmekten ve insanların namuslarına laf atmaktan çekinmeyenlerin sohbetini sevmekle oluşur. İşte bütün bunlar kalbin sâfiyetini bulandırır, Rab Teâlâ’yı gazaplandıracak fiilleri işlemeye insanı sevkeder. Öyleyse aslandan kaçar gibi bütün bunlardan da kaçınılmalıdır.”

Bazıları şöyle söyler: “Seni tanıyan kişiye görünmemeye çalış, tanımayan kişiye ise kendini tanıtmaya çalışma. Uzletle sâlikin himmeti toplanır, Allah’ın zatı hakkında azmi artar. Halkın içinde olmak ise tam tersidir. Hem himmeti dağıtır hem de azmi azaltır.”

Hz. İsa’dan (a.s) şöyle rivayet edilir: “Ölülerle oturmayınız ki, kalpleriniz ölmesin.” “Ölüler kimler?” diye sorulduğunda, “Dünyayı sevip rağbet gösterenler.” diye cevap verir.

Bu sözün bir benzeri Peygamberimizden şöyle rivayet edilir: “Ümmetim hakkında en çok yakîn zayıflamasından korkuyorum. Yakîn zayıflaması ise gaflet ehlini görmekten, tembel ve katı kalblilerle beraber olmaktan kaynaklanır.”[2]

Halktan ayrılıp Hakk’a yönelen bir ebdâle, “Hakk’a tahkik ve vuslat tariki nasıl?” diye sorulduğunda, “Halka bakma. Zira halk zulmettir.” diye cevap verdi. “Bu imkânsız” dediğimde, “En azından sözlerini dinleme. Zira sözleri kasvettir.” dedi. “Muamele kaçınılmaz.” dediğimde, “Uzun oturma. Zira uzun oturmak helaktir.” dedi. “Ama bunun bir sebebi var.” dediğimde, “Oynayanlara bakarsın, cahillerin sözlerini duyarsın, tembellerle muamelede bulunursun, helak olanlarla oturursun, kalbin Allah’tan başkasıyla olurken de, sen taatin tadını hissetmek istersin. Heyhat, bu asla mümkün değil. Bu sözleri hiç kimse küçümsememelidir. Çünkü bunlar kalpte büyük hastalıklara sebebiyet verir. İnsanlardan uzlet eden ise, Allah’ın izniyle selâmet bulur.”

Hadiste beyan edildiğine göre, “Bir saatlik tefekkür insanların ve cinlerin ibadetlerinden daha hayırlıdır.” Tefekkür ise hep yalnızlıkta ve insanlardan uzlette bulunur.

Şeyh Muhyiddin (k.s) şöyle söyler: “Ebdâlin ziyneti dörttür; susmak, uzlet, açlık ve uykusuzluk.”

Şeyh İbn Abbâd (r.h) Şerhu’l-hikem’de şöyle söyler: “Sâlike şöhretten ve ününün yayılmasından daha zararlı bir şey yoktur.”

İbrahim bin Edhem (k.s) şöyle söyler: “Şöhret sevgisi olduğu müddetçe, kul Allah’a sadakatli olamaz.”

Bişr-i Hâfî (k.s) şöyle söyler: “Meşhur olmayı arzulayıp da, dini gitmeyen ve rezil olmayan birini tanımıyorum.”

Fudayl (k.s) şöyle söyler: “Allah Teâlâ kuluna yaptığı bazı ihsanları sayarken, ‘sana nimet vermedim mi? Senin günahını örtmedim mi? Senin ününü gizlemedim mi?” der. Zaten ihlâs nefse en zor gelen şeydir.

Sehl (k.s) şöyle söyler: “Nefse en zor gelen şey ihlâstır. Çünkü ihlasta nefsin payı bulunmaz.”

Belâgatçılardan biri şöyle söyler: “Kalbimden riyâyı atmaya çok ama çok çalıştım. Sanki kalpte başka bir renkte yeniden yeşeriyor. Riyadan kurtulmak, sadece vahdette (yalnızlıkta) müyesser oluyor.”

Hz. Ali (r.a) şöyle söyler: “Dostların en şerlisi, samimiyetsiz davranmana zorlayan ve özür dilemek zorunda bırakandır.”

Sevrî (r.h) şöyle söyler: “İnsanlarla muaşerette bulunan kimse, samimiyetsiz davranır, samimiyetsiz davranan gösteriş yapar, gösteriş yapan herkesin düştüğü hataya düşer. Sonuç itibariyle onlar helak oldukları gibi, kendisi de helak olur. Sâlike en güveniler ve en uygun olanı, dini ve dünyevi zaruretler müstesna insanlardan uzak durması ve zikre gayret göstermesidir.”

İbn Abbâs (r.a) şöyle söyler: “Allah kullarına farz kılmadığı her şeye, mutlaka belirli bir sınır koymuştur. Sonra özür halinde yapamayanları mazur görmüştür. Bunun yegâne istinası zikirdir. Allah zikre nihai bir sınır koymamıştır. Mecnun olma hali hariç zikri terk etme hususunda kimseyi mazur görmemiştir. Üstelik zikretmeyi bütün hallerde emretmiştir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ~~33.41~
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثٖيرًا ‘Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin çok.’[3]

Yani, gece gündüz, karada denizde, yolculukta ikamette, zenginlikte fakirlikte, sıhhatte hastalıkta, gizli açık, kısaca her halde zikir emredilmiştir.

Zikrin sonunda kalp her şeyden boşalır. Kalpte Allah Teâlâ’dan başkası kalmaz. Kalp Hakk’ın evi olur, zikirle dolar. Öyle ki, istemdışı, düşünmeden kendiliğinden zikreder durur. Sonuçta Hakk-ı Mübin Tebareke ve Teâlâ bu zâkirin konuşan dili, tuttuğunda Hak Teâlâ onun tutan eli, duyduğunda Hak Teâlâ duyan kulağı olur. Zikrettiği virdi gönlü kaplayınca, gönlü sahiplenir, hatta diğer azaları da hâkim olur, azaları da onu Allah’ın razı olacağı şeylere yönlendirir. Değil azalarına, bu kulun bütün sıfatlarına da hâkim olur. Allah’ın rızasına uygun istediği gibi yönlendirir. Artık zikir gönlünden tekellüfsüz gelmeye, bıkkınlık emaresi olmaksızın zevkle tadını ala ala ibadetlerini yapmaya başlar. Doğrusu bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütuftur. Allah büyük lütuf sahibidir.”

İbn Atâullah şöyle söyler: “Allah Teâlâ ile beraber olmanın huzurunu bulamasan bile, yine zikri terk etme. Çünkü Allah’ın varlığından gaflet göstermen, zikir esnasındaki gafletinden daha berbattır. Belki de, Allah seni gafletle yapılan zikirden yakaza halinde yapılan zikre, yakaza halinde yapılan zikirden huzurunda yapılan zikre, huzurunda yapılan zikirden mezkûrdan başkasının kalmadığı zikre seni yükseltir. Elbette bunları yapmak Allah’a hiç de zor değildir.”

Hikem şârihi şöyle söyler: “Zikir Allah’a giden yolların en yakınıdır. Zikir velayetin simgesidir. Şöyle söylenir, zikir velayet fermanıdır. Zikre muvaffak olana, fermanı verilir. Zikri alınan kişi, velayetten azledilir.”

İmam Ebu’l-Kâsım Kuşeyrî (k.s) şöyle söyler: “Zikir velayetin unvanı, vuslatın menzilleri, müridliğin gerçekleşmesi, bidayette himmet alâmeti, nihayette safa göstergesidir. Zikrin daha ötesi yoktur. Bütün övgüye layık hasletler zikre dayanır, menşei zikirdir. Elbette zikrin faziletleri saymakla bitmez.”

Dediler ki, “Zikrin özelliklerinden bir diğeri, vakitle kayıtlanmamasıdır. Vacip olsun, mendûp olsun kulun zikri her vakit matluptur. Hâlbuki diğer ibadetler böyle değildir.”

Ey Allah yolunun yolcusu, vuslatı arzulayan kişi!

Zikir yapman gerekir. Belki de zâkir, Kerîm, Semî, Mücîb olan Rabbini bir kez bile zikretmekle muradına ulaşır.

Semerkandi adıyla maruf Şeyh Ebu Hafs Ömer bin Hasan Nisabûrî (r.h) şöyle söyler: “Nisabur zâhidlerinden birisinin şöyle dediğini duydum: Hindistan’da yaşlı bir adam vardı. Yetmiş yıl aralıksız puta hizmet etti, ilah olduğunu ikrar etti. Bir gün önemli bir işi oldu. Ayağa kalktı, puthanenin kapısına yöneldi. Her günkü gibi ridasını, elbisesini giyindi. Putun huzurda durdu. Saygısında kusur etmedi. Hazin hazin ağladı. Sonra şöyle nidâ etti: ‘Ey put! Sen de biliyorsun, ben sana yetmiş yıl aralıksız hizmet ettim. Senin ulûhiyetini ikrar ettim. Bugüne kadar senden hiçbir şey istemedim. Şimdi ise bana önemli bir iş arız oldu. N’olur, işimi bana kolaylaştır, bana müyesser kıl.’ Tabii ki, puttan çıt yok. Aynı cümleleri bir kez daha tekrarladı. ‘Ey put! Bari zayıflığıma acı, yetmiş yıl aralıksız hizmetimi hatırla.’ Bunları yetmiş kez tekrar etse de, gene cevap yok. Nihayet ümidini kestiğinde, Allah kalbine inayet ve rahmet nazarıyla baktı. Aklına şöyle demek geldi. ‘Ben bu puta yetmiş yıl hizmet ettim. Yetmiş kez dua dua yalvardım, ama bana bir kez bile cevap vermedi. Öyleyse ben Samed olan Hakk-ı Kerime yalvarayım. Umarım icabet eder.’

Bu halet-i ruhiyeyle puttan uzaklaşır, başını kaldırır, gözlerini semaya diker, utana sıkıla nida eder. Daha ‘Ya Samed!’ der demez, ‘Lebbeyk, ya kulum’ diye üç defa şöyle nidâ edilir: ‘Dile benden ne dilersen.’ Adam şaşırır, melekler avazlarının çıktığı kadar bağırır: ‘Ey Ulu İlahımız! Bu kul ömrünü puta ibadette tüketti, yetmiş kez yalvardı, ama cevap alamadı. Sana ibadet etmedi, başkasını Sana tercih etti. Şimdi bir kez dua etti diye nasıl icabet edersin.’ Allah meleklere şöyle hitap eder: ‘Saneme (put) dua ettiği zaman, icabet etmedi. Samed’e dua ettiği zaman Samed de icabet etmeseydi, Samed ile sanem arasında ne fark kalırdı?’” Ebu Hafs’ın sözü burada sona erdi.

Sen de bu Hindli adamın haline bak, ibret al. Düşün ki, Semi’, Karib, Mücip, Rahim, Latif olan Allah Teâlâ ism-i şerifinin bereketiyle bir kez duasına icabet etti, üç kez “Buyur, kulum.” dedi. Öyleyse Rabbini çok zikreden, Allah’la ünsiyet eden, halktan uzaklaştığı zaman, âşık, ihlaslı müminin hali nasıl olur? Halktan uzaklaşmak, yalnızlığı sevmekle rızıklandığın zaman, muştun olsun, sen gerçek evliyâullahtan olacaksın.

[1] Ebû Nuaym el-Isfahani, Ahmed bin Abdullah bin Ishak, Hilyetü’l-evliya ve tabakatil’l-asfiya, Beyrut, 1968, II, 241; Acluni, I, 33.

[2] Suyûtî, el-Camiu’s-sağîr, I, 142.

[3] Ahzâb, 33/41.

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version