Site icon Teketek Haber

VEHBÎ’NİN LÛTFİYYE’Sİ HAKKINDA BAZI TAKDİR VE TENKİTLER

Giriş

Bilindiği gibi, Lûtfiyye, 18. asrın tanınmış şairlerinden Sünbülzâde Vehbî’nin (1719?-1809) oğlu Lûtfullah adına yazdığı nasihatname türünden bir mesnevidir. Şair, eserinin başında oğluna sevgi ve şefkatle hitap ederek böyle bir eseri niçin yazdığını anlatır: Lûtfullah, yaşlılık çağında kendisine saadet getirmiş ve karanlık gönlünü aydınlatmıştır… Her ne kadar oğlunun soyu temiz ve öğüde ihtiyacı yoksa da kendisi yaratılıştan ileri gelen bir şevkle onun övülecek ahlâkla seçkin, yüceltilme derecesine lâyık olmasını dilemektedir… Ahlâkî konularda nazım ve nesirle yazılmış eserler çoktur… Fakat incelikleri bilen ve güzel şiir söyleyen Nâbî’nin Hayriyye’si manalarla doludur. Gerçi şair orada sözü uzatmıştır ama ele aldığı konularda doğrusu gerçeği iyice araştırmıştır… İşte kendisi de andığı nasihat kitabına nazaran kısa olan bu eseri yazmıştır. Kısa olsa da derli toplu, nice iyilikleri içine alan, faydalı bir eserdir bu… Oğlu bazan ona, bazan da buna bakarak babasının sözünün değerini bilmelidir. Nasihatname, Lûtfullah için yazıldığından adı “Lûtfiyye-i Vehbî” diye konmuştur:

“Çün senün-çün yazılup oldı tamâm

Kondı Lûtfiyye-i Vehbî diyü nâm”

Şair, Lûtfiyye’nin “Hâtime” (Sonuç) kısmında, anılan eserini bir hafta zarfında, hastayken yazdığını, bundan dolayı onun kırık dökük olmasına şaşmamak lâzım geldiğini belirtir. Çünkü şair, onu istediği gibi güzelce tertip edememiş; karalama hâlindeki garip üslûbu sonradan değiştirmemiştir. Vehbî, bazı nükteleri şairce yazmış; gülmeye vesile olsun diye eserinde mizahî bir üslûbu tercih etmiştir. Niyeti, nasihatnamesinin rağbet görmesi için kalpleri neşelendirmektir. Bundan dolayı hatası, yanlışı ve sürçmesi varsa, bunlar hoş görülüp bağışlanmalıdır. Kısacası, söz uzatmamıştır. Nihâî arzusu, oğlunun terk edilmesi gerekli ve süslenilecek şeyleri bilip kendisine iyi bir terbiye vermesi, güzel ahlâk sahibi olması, böylece herkes tarafından beğenilmesidir. Lûtfullah, güzel ahlâkı baştan sona kadar öğrenmek için İhyâ-yı Ulûm’u “bin cân ile” okumalı, Ahlâk-ı Alâî’ye de bakmalı, (Nasîrüddîn-i Tûsî’nin) Ahlâk-ı Nâsırî adlı eserindeki manaya da erişmelidir. Tarih kıt’asından H. 1205/ M. 1790-91 yılında tamamlandığı anlaşılan Lûtfiyye’nin muhtevası hakkında çeşitli edebiyat tarihlerinden edeceğimiz iktibaslar kâfi derecede fikir vereceği için, burada o konu üzerinde durmayacağız. Bu eser, on dokuzuncu asırda defalarca basılmış; bazı Tuhfe-i Vehbî baskılarının kenarında ve Münşeât-ı Azîziye fi Âsâr-ı Osmâniyye gibi antolojilerde yer almış; hulâsası da neşredilmiştir.

            Çalışmamızda Lûtfiyye’nin yazıldığı yıldan 20. asrın sonlarına kadar, yani yaklaşık olarak iki yüz sene boyunca çeşitli şairler, şuara tezkiresi yazarları, Osmanlı tarihçileri, edebiyat tarihçileri ve araştırmacıları tarafından nasıl tanıtıldığı, takdir yahut tenkit edildiği konusunda zaman sırasına göre bilgi verecek; nihayet bu eser hakkındaki belli-başlı övgü, tesbit, tanıtım, tahlil ve değerlendirmeleri topluca ele alıp kanaatimizce isabet yönünden incelemeye çalışacağız.

  

            Lûtfiyye hakkında iki manzum medhiye

Lûtfiyye-i Vehbî’nin bazı yazma nüshalarında birinin mahlası belli, diğerinin belirsiz iki şair tarafından övüldüğüne rastlanır. “Nûrî” mahlasını kullanan 18. asrın son çeyreği veya 19. asır şairlerinden biri, Vehbî’nin Lûtfiyye’sini kaside şeklindeki bir manzumesinde şöyle övmektedir:

“Ne güzel tuhfe-i zîbâdır bu

Hibe-i Vehbi-i dânâdır bu

 

Eski Hayriyye-i Nâbî’den de

Dahi ra‘nâ dahi a‘lâdır bu

 

Lûtfu Lûtfullâh’a mahsûs değil

Cümleye ni‘met-i uzmâdır bu

 

Olamaz böyle nev-âyîn sühan

Eser-i pîr-i sühanhâdır bu

 

Sımt-ı elfâza çekilmiş gûyâ

Lü’lü-i lücce-i ma‘nâdır bu

 

Sünbülistân-ı hüner sünbülüdür

Diyemem bir gül-i ra‘nâdır bu

 

Şer‘ u kānûna mutâbık sözler

Hep halîmâne edâhâdır bu

 

Sünbül-i Hindi değil ey Attâr

Misk-i Rûmî-i ıtır-sâdır bu

 

Çelebi vehb-i İlâhî’dir hep

İ‘tibâr etmeye ahrâdır bu

 

Okuyan âgehi bînâ eyler

Tev’em-i mu‘ciz-i ulyâdır bu

 

Kudemâ tarzı gibi köhne değil

Tâze bir tuhfe-i ra‘nâdır bu

 

Nûriyâ şerbet-i İstambul’dur bu

Asel-i Kandiye’den ahlâdır bu”[1]

[Günümüz Türkçesiyle: Ne güzel, ne süslü bir armağandır bu!.. Bilgili Vehbî’nin bağışıdır bu! Eski Nâbî’nin Hayriyyesinden de daha güzel, daha yüksektir bu! Bu eserin iyiliği sadece Lûtfullâh’a has değil, herkese büyük bir nimettir bu! Böyle yeni üslûplu bir eser olamaz!.. Söz söyleyen pirin eseridir bu!.. Sanki söz dizisine çekilmiş mana engin suyunun incisidir bu! (Dışı sarı, içi kırmızı renkte olan) güzel güldür diyemem; hüner sümbül bahçesinin sümbülüdür bu! Hep dine ve kanuna uygun sözler, halim selimce ifadeler, üslûplardır bu!.. Ey Attâr, Hind sümbülü değil, ıtır gibi Anadolu miskidir bu!..[2] Çelebi, bu eser, tamamen Allah vergisidir; ondan dolayı değer ve ehemmiyet vermeye (diğer nasihatnamelerden) daha lâyıktır. Okuyan bilgili ve uyanık kişiyi, görücü eder. (Onun gözünü açar). (Bu bakımdan denebilir ki, Hz. İsa’nın) pek yüce mucizesinin eşi, benzeridir bu!..[3] Eskilerin ifadesi gibi köhne değil, yeni ve güzel bir armağandır bu!.. Ey Nûrî, bu, İstanbul şerbetidir, Kandiye balından daha tatlıdır!..]

Mahlasını bildirmeyen başka bir şair de kıt’a şeklindeki manzumesinde Vehbî ve onun Lûtfiyye’sini şöyle övmektedir:

“Âferîn Vehbi-i hoş-güftâra

Nazm edip böyle müferrih gevher

 

Etdi mahdûmuna hem ahbâba

Nush u pend ile niçe dürlü iber

 

Hak bu kim böyle baba-yı âlem

Herkese şefkat ü ihsân eyler

 

Olsa şâyeste misâl-i incü

Gerden-i akl ü şuûra zîver

 

Kilk-i iz‘ân ile ben de etdim

Levh-i sînemde yazıp hoş ezber

 

Olsa târîhi mücevher ne aceb

Aña hem-kıymet olur mu cevher”[4]

[Aferin güzel söz söyleyen Vehbî’ye!.. Böyle iç açıcı bir inci (gibi güzel ve parlak sözler) nazmedip hem oğluna, hem de dostlarına nasihatla çok çeşitli ibretler, dersler verdi… Doğrusu şu ki, böyle âlemin babası (sayılacak derecede dünyayı gezip görmüş, tecrübeli ihtiyar) herkese şefkat ve iyilik eder. (Bu eser) akıl ve şuur boynuna inci gibi zinet olsa, yakışır… Anlayış kalemiyle ben de onu göğüs levhamda yazıp güzelce ezberledim. (O eserin sonundaki tamamlanış) tarihi “mücevher”[5] olsa, şaşılır mı? Cevher, onunla aynı değerde olabilir mi?!.]

 

Şânîzâde’nin Vehbî’ye ait eserleri tanıtımı

Divan şairlerinin hayatı ve eserleri konusunda sadece şuara tezkireleri, eş-Şakāiku’n-Nu‘mâniye tercüme ve zeyilleri, vefeyâtnameler gibi biyografik,  bibliyografik eserlerde değil, Osmanlı tarihlerinde de az- çok bilgi bulunabilmektedir. İşte Sünbülzâde Vehbî’nin hayatı hakkında, denebilir ki on sekizinci ve on dokuzuncu asır şuara tezkirelerindeki malûmattan daha çok bilgiyi, on dokuzuncu asırda yazılmış iki Osmanlı tarihinden edinmekteyiz: Şânîzâde Atâullah Efendi (ö. 1242/1826), Âsım Târîhine zeyl olarak yazdığı tarihinde, Sünbülzâde Vehbî’nin H. 1224/ M. 1809’da vefatı dolayısıyla hayatı ve şahsiyetine dair uzunca bilgi verir; bu biyografinin sonunda eserlerinin adlarını sayarak gördüğü rağbeti belirtir. Yine on dokuzuncu asrın meşhur tarihçi ve devlet adamlarından Ahmed Cevdet Paşa (1238-1312/1822-1895) da tarihinde, 1224/1809 yılındaki “Ba‘z-ı Vefeyât” arasında Sünbülzâde Vehbî’nin hayatı, vefatı ve eserlerinden bahseder.[6] Cevdet Paşa, şairin hayatını, şahsiyetini anlatırken olduğu gibi, eserlerini sayarken de Şânîzâde Târîhi’nden faydalanmıştır. Bundan dolayı biz sadece Şânîzâde Târîhi’nden Vehbî’nin eserleri hakkındaki cümleyi nakletmekle yetineceğiz. Şânîzâde Atâullah Efendi’nin Vehbî’den bahsetmesinin sebebi, tarihinde 1225-1236 (1808-1820) yılları arasındaki vak’aları anlatması, hâcegânlık, elçilik gibi bazı mühim memuriyetlerde de bulunan meşhur şairin bu zaman dilimi içinde vefat etmesidir.

Şânîzâde, adıyla anılan tarihinde Vehbî Efendi’nin maceralı hayatını, zevk u safaya düşkün yaşayış tarzını hikâye ettikten sonra, Nuhbe-i Vehbî dışındaki eserlerini şöyle sayar: “Müdevven dîvân-ı eş‘âr ve münşeâtı, husûsâ manzûme-i Şâhidî’ye nazîre Tuhfe-i Vehbî nâm te’lîfi ve Hayriyye-i Nâbî’ye nazîre Lûtfiyyesi ve Şevkengîz nâm eseri ve sâir eserleri cümle indinde mu‘teber ve birer yâdigâr-ı makbûl ve bergüzâr-ı müftehardır.”[7]

[Kitap hâline getirilmiş şiirler divanı, Münşeâtı (hususî ve resmî mektupları), hele Şâhidî’nin manzumesine benzer biçimde yazdığı Tuhfe-i Vehbî adlı telifi, Nâbî’nin Hayriyye’sine nazire Lûtfiyyesi, Şevkengîz ismindeki eseri ve diğer eserleri, herkesin yanında itibarlı, beğenilen birer yadigâr ve iftihar edilen şanlı armağandır.]

 

Ârif Hikmet Bey’in Lûtfiyye hakkındaki vasıflandırması

On dokuzuncu asır Osmanlı âlimlerinden ve tezkire yazarlarından Ârif Hikmet Bey (1201-1275/1786-1859), Tezkire-i Şuarâ’sında Sünbülzâde Vehbî hakkında bilgi verirken, onun eserlerini saymakla ve vefatına Adanalı Sürûrî’nin (1165-1229/1752-1814) düşürdüğü tarihi anmakla yetinmiştir. Burada Lûtfiyye tanıtılırken dikkat çekici olan ibare, onun “Hayriyye-i Nâbî siyâkında”, yani Nâbî’nin Hayriyye’sinin ifade şeklinde bir mesnevi olduğunun belirtilmesidir. Başka bazı edebiyat tarihçileri ve yazarlar gibi Ârif Hikmet Bey de Lûtfiyye’nin Hayriyye’ye benzer bir eser olduğunu ifade eder:

“Vehbî- Sünbül-zâdelikle şöhret-şiârdır. Lûgat-ı Fârisiyyeyi müştemile Tuhfe ismiyle müsemmâ ve lûgat-ı Arabiyyeyi müştemile Nuhbe unvânıyla muanven iki aded manzûmesi vardır. Hayriyye-i Nâbî siyâkında Lûtfiyye nâm mesnevîsi vardır. Bir hikâye-i hezl-âmîzi müştemil Şevk-engîz nâm mesnevîsi vardır. Kasâ’id ve gazeliyyât-ı Arabiyye ve Fârisiyye ve Türkiyye’yi müştemil yiğirmi cüz’ mikdârı dîvân-ı belâgat-unvânı pîrâye-bahş-ı eyâdî-i nâsdır. Sürûrî:

Cennet olsun rûhuna Vehbî Efendinin mekân. Sene 1224.”[8]

[Vehbî- “Sünbül-zâde” diye tanınmıştır. Farsça kelimeleri içine alan Tuhfe ismiyle adlanmış ve Arapça kelimeleri ihtiva eden Nuhbe başlığıyla başlıklı iki aded manzum eseri vardır. Nâbî’nin Hayriyye’sinin ifade şeklinde Lûtfiyye adlı mesnevisi vardır. Eğlenceli bir hikâyeyi içine alan Şevk-engîz isimli mesnevisi vardır. Arapça, Farsça ve Türkçe kasideleri, gazelleri ihtiva eden, yirmi parça kadar belâgat unvanlı divanı, insanların ellerine zinet vericidir. Sürûrî:

Cennet olsun rûhuna Vehbî Efendinin mekân. Sene 1224.]

 

Hammer: “Lûtfiyye, Hayriyye’ye benzer, öğretici bir şiir…”

Osmanlı Şiir Sanatı Tarihi’ni yazan ve bu manadaki dört ciltlik hacimli Almanca eserini 1836-38 yıllarında Peşte’de bastıran Avusturyalı şarkıyatçı Hammer-Purgstall (1774-1856), söz konusu kitabında Sünbülzâde Vehbî’nin Lûtfiyye’sini, “Nâbî’nin oğlu Hayrullah[9] için tertip ve tanzim ettiği Hayriyye’ye benzer biçimde, mesnevi şeklinde öğretici bir şiir” olarak vasıflandırır. Bunun ardından eserin Allah’a hamd, Hz. Peygamber’e dua ve selâm mahiyetindeki başlangıç kısmıyla “Der-Hitâb-ı Ferzend-i Hîş” (Kendi oğluna hitabı hakkında) başlıklı parçasını Almancaya nazmen çeviren mütercim, mesnevinin ihtiva ettiği bahislerin listesini verir. Yazar, Lûtfiyye’den örnek olarak “Der-Fezâ’il-i İlm-i Şerîf” (Değerli İlmin Faziletleri Konusunda), hikmet (felsefe), tasavvuf, musikî, edebiyat, tarih ve siyer, şiir ve inşâ (nesir), âlimlere hürmet, hâcegân-ı dîvân mesleği ve “hâtime” (bitiş) bölümünü kısmen yahut tamamen Almancaya çevirmiş;[10] böylece Osmanlı Türkçesini bilmeyen Alman okuyuculara nasihatnamenin muhtevası hakkında umumî bir fikir vermiştir.

 

Fatîn’e göre Lutfiyye: Hayriyye’ye “nazîre-gûne bir eser-i güzîde…”

On dokuzuncu asır şairlerinden ve tezkire yazarlarından Fatîn Dâvud Efendi (1229-1283/1814-1866), Hâtimetü’l-eş‘âr adlı şuara tezkiresinde Vehbî’nin eserleri ve edebî şahsiyeti hakkında bilgi verirken, Lûtfiyye’sini “Nâbî Efendi Hayriyye’sine nazîre-gûne (…) bir eser-i güzîde”, yani Nâbî’nin Hayriyye’sine nazire tarzında, seçkin bir eser diye vasıflandırır:

“Mûmâ ileyh Sünbülzâde unvâniyle arîf bir şâir-i zarîf olup âsâr-ı adîdesinden olmak üzere Nâbî Efendi Hayriyye’sine nazîre-gûne Lûtfiyye isminde bir eser-i güzîdesi ve Şevk-engîz isminde bir aded hikâyet-nâme-i pesendîdesi, lûgat-ı Fârisiye’ye dâir Tuhfe isminde bir kitâb-ı rengîn-hitâbı ve lûgat-ı Arabiyye’ye müteallik Nuhbe isminde dîger bir kitâb-ı müstetâbı olduğundan fazla Arabî ve Fârisî ve Türkî olarak müretteb ve matbû bir kıt’a dîvân-ı belâgat-unvânı vardır ki müctemi‘ olduğu maânî ve mezâmîni müstağnî-i ta‘rîf ü tebyîndir.”[11]

[Adı geçen “Sünbülzâde” unvanıyla bilinen, zarif (anlayışlı, ince ve hoş üslûp sahibi) bir şair olup birçok eserinden olmak üzere Nâbî Efendi’nin Hayriyye’sine nazire tarzında Lûtfiyye adlı seçkin bir eseri, Şevk-engîz isminde beğenilmiş bir hikâye kitabı, Farsça lûgata dair Tuhfe isminde güzel hitaplı kitabı ve Arapça lûgata ait Nuhbe isminde başka hoş bir kitabı olduğundan fazla, Arapça, Farsça ve Türkçe olarak tertip edilmiş ve basılmış bir parça belâgat ünvanlı divanı vardır ki, bunun derlediği manalar, nükteli, sanatlı sözler, tarif ve beyana muhtaç değildir.]

 

Ziyâ Paşa’ya göre, mesnevisi hoştur; Nâbî’ye ikinci dense pek lâyık…

On dokuzuncu asrın tanınmış şair ve yazarlarından Ziyâ Paşa (1244?-1297/1829?-1880), Harâbât adını koyduğu şiir antolojisinin, kısa, manzum bir şuara tezkiresi sayılabilecek başlangıcında, “Ahvâl-i Şuarâ-yı Rûm”, yani Anadolu şairlerinin hâllerinden bahsederken, Sünbülzâde Vehbî’nin eserlerini de değerlendirir. Paşa’ya göre, manzum sözlük yazma konusunda Vehbî’nin benzeri yoktur. Onun Tuhfe ve Nuhbe adlı lûgatları bu iddianın iki delilidir. Mesnevisinin de hakikaten hoş, “Nâbî’ye ikinci” dense bu vasıflandırmaya pek lâyık olduğunu belirten şairin, Hayriyye’ye benzer biçimde yazılmış olan Lûtfiyye-i Vehbî’yi kast ettiği anlaşılmaktadır:

“Vehbî’ye lûgatda yokdur akrân

Tuhfe ile Nuhbe iki burhân

 

El-hak bu iki eser güzeldir

Yok misli denir ise mahaldir

 

Bilhâssa Nuhbe müntehabdır

Keşşâf-ı belâgat-ı Arab’dır

 

Hoşdur dahi mesnevîsi elhak

Nâbî’ye ikinci dense elyak”[12]

[Vehbî’nin lûgat konusunda eşi, benzeri yoktur. Tuhfe ile Nuhbe (adlı eserleri bu iddiamıza) iki delildir. Gerçekten bu iki eser güzeldir. “Eşi yok” denirse, yeridir. Hele Nuhbe, seçkin; Arap belâgatının gizli ve bilinmeyen yönlerini meydana çıkarıcı(bir lûgat)dır. Hakikaten mesnevîsi (Lûtfiyye) de hoştur; “Nâbî’ye (Nâbî’nin Hayriyye’sine) ikinci” dense, pek lâyıktır.]

Vehbî’nin söz konusu mesnevisini hakikaten hoş bulduğu ve Nâbî’nin Hayriyye’si tarzında, ikinci bir eser saydığı görülen Ziyâ Paşa, antolojisinin mesnevilerden seçmeleri ihtiva eden üçüncü cildine Lûtfiyye’nin çeşitli bölümlerinden –başlıklarına yer vermeksizin- 510 beyit almıştır.[13]

 

Necmî: “Ne güzeldir Vehbî’nin Lütfiye’si”

Urfalı Nâbî’nin Hayrî-nâme’si ve Maraşlı Vehbî’nin ona benzer biçimde yazdığı Lûtfiyyesinin okuyucular üzerindeki müsbet tesirleri, sadece yazıldıkları 18. asrın başları ve sonlarında görülmez; müteakip zamanlarda da nesiller boyu denebilecek kadar devamlılık arz eder.  Anılan ilk eserin 19. asırda Arap harfleriyle üç kere, ikincisinin ise orta dereceli mekteplerde ders kitabı olarak okutulmasının da sayesinde yaklaşık yirmi defa basılmış olması, ayrıca yurt içi ve yurt dışındaki yazma eser kütüphanelerinde onlarca nüshasının bulunması, bu sürekli tesir yahut geniş rağbetin delilleri arasındadır. 18. asır şairlerinden Kayserili Remzî, Hayriyye-i Nâbî’ye bir nazire[14], 19. asrın ikinci yarısında sağ olduğu bilinen Ercişli Necmî de Nâbî’nin anılan mesnevisi ile Vehbî’nin Lûtfiyye’sine benzer tarzda nasihat-name yazmıştır. 19. asrın ikinci yarısında hayatta olduğu anlaşılan divan şairlerinden Ercişli Mehmed Necmeddîn Efendi[15], “Nusuh-nâme” adıyla, şekil ve muhteva yönünden Hayriyye ve Lûtfiyye’ye benzer bir manzum eser meydana getirmiş ve bu kitabın önsözünde, örnek aldığı o iki meşhur mesneviden övgüyle bahsetmiştir:

“Pende dâir ‘urefâ-yi esbak

Yazdılar nice kitâb-i revnak

Fârisîde Hazret-i Şeyh Attar

Âlem üzre zer-bend etdi nisar

Nu[s]ha dâir nice ra’nâ ma’nâ

Dürr-i yektâ gibi kıldı inşâ

Ne suhandır NÂBÎ’NİN HAYRİYE’Sİ

Ne güzeldir Vehbî’nin Lütfiye’si

Okuyup anları kim eyle amel

Anla esrârın kim kılma cedel

Ben dahi anları taklîd etdim

Pend edüp işbu cihandan gitdim”[16]

[Pek önce gelen arifler, öğüt konusunda birçok güzel, parlak kitap yazdılar. Farsça’da Hz. Şeyh Attâr, âlemin üstüne sırmalı kumaş saçtı. Nasihata dair birçok güzel manayı eşsiz inci gibi yazdı; meydana getirdi. Nâbî’nin Hayriyye’si ne (hoş) sözdür! Vehbî’nin Lûtfiyyesi ne güzeldir!.. Onları okuyup (bu güzel eserlerin gereğince) iş yap. Onların sırlarını anla; (ihtiva ettikleri bilgi, fikir ve tavsiyelere karşı çıkıp) tartışma! Ben de onları taklid ettim; öğüt verip bu dünyadan gittim…]

 

Muallim Nâcî’ye göre, Lûtfiyye, gerçekten faydalı eserlerden…

  1. asrın ikinci yarısının tanınmış edebî şahsiyetlerinden Muallim Nâcî (1265-1310/1849-1893), Mecmûa-i Muallim’de Sünbülzâde Vehbî’den bahsederken, onun eserleri ve şairliği hakkında da değerlendirmede bulunur. Muallim Nâcî, Vehbî’nin Tuhfe, Nuhbe isimli manzum sözlükleriyle Lûtfiyye adlı mesnevisini hakikaten faydalı eserlerden sayar. Buna ilâveten şiirinde gerçek zevk sahiplerinin arayacağı tatlılığın bulunamayacağını ifade eder: “Merhûmun Tuhfe’si, Nuhbe’si, Lûtfiyye’si hakîkaten âsâr-ı müfîdeden ise de şi‘rinde zevk-ı hakîkî ashâbının arayacağı halâvet bulunamaz.”[17]

[Merhumun Tuhfe’si, Nuhbe’si, Lûtfiyye’si gerçekten faydalı eserlerden ise de şiirinde hakiki zevk sahiplerinin arayacağı tatlılık bulunamaz.]

 

  1. J. W. Gibb’in yazdığı Lûtfiyye özeti ve tenkidi

Osmanlı Şiir Tarihi’ni yazan meşhur İskoçyalı şarkıyatçı E. J. Wilkinson Gibb (1857-1901), Sünbülzâde Vehbî’nin hayatını hikâye ettikten sonra eserleri hakkında bilgi verir ve bazı değerlendirmeler yapar. Gibb, ilk cildinden sonraki beş cildi ölümünden sonra bastırılan bu hacimli şiir tarihinde, Lûtfiyye’yi genişçe özetlemiş; Hayriyye ile kısaca karşılaştırmış; söz konusu mesnevinin başarılı taraflarını isabetle belirtmiş; fakat sonuçta büyük bir adamın eseri sayılamayacağını,  edebiyat yönünden hayli bayağı olduğunu iddia etmiştir. Yazara göre, Vehbî, Lûtfiyye’yi sağlık yönünden daha uygun zamanda da yazmış olsaydı, onun bu mesnevisinin Nâbî’nin anılan nasihatnamesine rakip olabileceği pek muhtemel görünmemektedir.

Gibb’in adı geçen eserinde Vehbî’nin bu mesnevisi hakkındaki “edebiyat nokta-i nazarından (…) oldukça bayağı bir eserdir” hükmünü yazımızın sonunda ele alıp değerlendirmek üzere Lûtfiyye’yi nasıl özetlediğini ve tenkid ettiğini görelim:

“Eserinin ismine oğlu Lutfullah’ın adına izafeten Lutfiyye diyen yazar, Nâbî’nin Hayriyye’sini model olarak almış ve bir dizi nasihatleri içeren bu eseri oğlu Lutfullah için yazmıştır, ona ithaf etmiştir. Her iki eser de içerdikleri na­sihatler itibariyle birbirinden farklı olsa da düzenleniş bakımından birbirine çok benzemektedir. Vehbî eğitime büyük önem vermiş, hangi ilimlerin tahsil edi­leceği nelerin gereksiz olduğu konusu üzerinde önemle durmuştur. Zamanın he­kimlerinin çoğunun güvenilmez olduğu için tıb, her ilmin temeli olduğu için de mantık, tavsiye ettiği ilimler içerisindedir. Faydasız olduğunu düşündüğü için felsefe ve matematiği, bilinmesi imkansız olan konularla uğraştığı için de za­manında hakim olan astrolojik astronomiyi tavsiye etmemiştir. Ona göre bütün gizli ilimlerle meşgul olmak aynı sebeplerle faydasızdır. Müziğin zevk verici ol­duğunu söylemekle birlikte bir beyefendi için herhangi bir enstrümanı kul­lanmanın ve dinlemenin uygun olmayacağını ifade eder. Tarih ve edebiyat, öğ­renilmesi gereken bilimlerdendir; Şiirden bahsederken, o sıralarda İran’da meşhur olan muamma üzerinde çalışılması gerektiğini söylerken oğluna hiç de iyi bir nasihatte bulunmuş olmaz. Veysi ve Nergisi tarzının da modası geçtiği için nesirde yeni bir yolun tutulması gerektiğini söyler. Hattatlık tavsiye ettiği meslekler arasında yer alır. Satranç ve keyif verici maddeleri kullanmak insanı meşgul ettiği için tavsiye edilmez. Hovardalık, ayyaşlık, ikiyüzlülük, sofuluk ve buna benzer her türlü ahlâksızlık kınanırken, bunların zıddı olan erdemler övülür ve bunlara sıkıca yapışılması tavsiye edilir. Vehbi de tıpkı Nâbî’nin yaptığı gibi, oğluna, devlet makamlarında görev almaya heveslenmemesini, devlet me­murluğunun çok tehlikeli olduğuna ve devlet memurlarının dürüst ve şerefli ya­şamalarının çok zor olduğuna işaret ederek bu nasihatine uymasını ister. Nâbî hocalığı tavsiye ederken Vehbi tavsiye etmez ve kendisinin bu mesleği de­nediğini ve kadılık uğruna seve seve bu meslekten vazgeçtiğini söyler. Zira ona göre zaman, yaşlı Nâbî’nin zamanından bu yana oldukça değişmiş ve içinde bu­lunulan durum da eskisi gibi değildir. Ayrıca günlük hayatta nasıl davranılacağı, gelire göre harcamaların nasıl ayarlanacağı vb. konularda oldukça sağlam, pratik tavsiyelerde de bulunur. Evlilik konusunda Vehbi’nin görüşleri Nâbî’ninkinin tam aksidir; Nâbî oğluna, evlenerek kendisini bir takım yükümlülüklerin altına sokmaktan kaçınmasını tavsiye eder ve şer’î hukukun izin verdiği ölçüde cariyelerle yetinmesini söyler. Vehbi ise cariyelerin umumiyetle güvenilmez, cahil ve nasıl davranacağım bilmeyen kişiler olduğunu söyleyerek oğluna, iyi yetişmiş ve terbiye görmüş, kendi dengi olan bir hanımla evlenmesini tavsiye eder. Bu­nunla birlikte tıpkı Nâbî gibi o da Gürcü kızlarının tercih edilmesi gerektiğini ifade eder. Hizmetçilerin seçiminde de oldukça dikkatli olunmalı, bunlara iyi muamele etmeli, fakat gereksiz samimiyete girilmemelidir. Esrar ve afyon gibi bütün mükeyyifatlardan sakınılmalı, hatta tütün ve kahve de oldukça dikkatli ve arasıra kullanılmalıdır. Şair, oğluna yaptığı nasihatleri, boş ve faydasız gördüğü zamanın modası olan kuş beslemek, çiçek yetiştirmek gibi çılgınlıklardan uzak durması, bilhassa son derece insafsızca bir davranış olan, özgür yaşaması ge­reken kuşları hapsetmek gibi bir alışkanlığa asla mübtela olmamasını söyleyerek tamamlar.

Vehbi, hatimede yine oğluna hitaben, bu eserini bir hafta içerisinde ve hiç de iyi olmadığı bir zamanda yazdığını, bunun neticesi olarak şiiriyyetten ya da olması gereken intizam ve insicamdan yoksun olduğunu söyler. Yaşadığı süre zarfında dünyanın pek çok yerini gördüğünü, pek çok ülke gezdiğini ve pekçok insanla tanıştığını söyler; iyiliğiyle kötülüğüyle hayatı her yönüyle tanıdığını ve öğrenmesi gereken şeyleri öğrendiğini belirtir. Bu kitapta yazdıklarınınsa bizzat kendi tecrübeleri olduğunu, tavsiye olarak söylediği şeyleri kendisinin bizzat tec­rübe ettiğini bu sebeple büyük bir güvenle aynı şeyleri oğlunun da yararlanması için tavsiye edebildiğini ifade eder. Kitabın vezninden farklı bir vezinle yazılmış muamma kabilinden bir kıta ile telif tarihi 1790 (1205) olarak verilir.[18]

Bu sahada yazılan ikinci eser olmakla ve oldukça ilginç bir eser olmakla bir­likte Hayriyye’nin sahip olduğu orijinal niteliklerden yoksundur. Aynı şekilde içinde yaşanılan ve eserin yazıldığı dönemin doğru bir panoraması çizilmiştir; sosyal hayatla ilgili tasvirler oldukça canlıdır ve bütün teferruatıyla anlatılmıştır. Şairin şahsiyeti de şiirlerinde oldukça belirgindir; pekçok tecrübesiyle ilgili ola­rak imalarda bulunması, ilgilerini ve şahsiyetini gizlememesi de kendisinden ön­ceki şairlerin şiirlerinde bulunmayan ya da çok ender bulunan özelliklerdendir. Ne var ki bu eser için büyük bir adamın eseridir denemez; edebiyat nokta-i na­zarından da, şairin sağlığı dolayısıyla öyle olmuş olsa da, oldukça bayağı bir eserdir ve üstelik daha uygun bir zamanda da yazmış olsaydı Nâbî’nin eserine yine de rakib olabileceği pek muhtemel görünmemektedir.

Eserin üslubundan ve ihtiva ettiği hükümlerden anlaşıldığı kadarıyla yazar, sevgili oğlu Lutfullah için kendisininkinden daha şerefli bir hayat arzu etmiş ol­malıdır. Ancak talihsiz Lutfullah babasının tavsiyelerini yerine getirecek kadar uzun yaşamamıştır. Sürûrî’nin Divan’nında yer alan onun ölümüyle ilgili bir man­zumede yirmiyedi yaşındayken, 1795 (1210) yılında, yani Lutfiyye’nin ya­zılmasından beş yıl sonra, Vehbî’nin ölümünden de on yıl[19] önce ölmüştür. Yine Sürûrî’nin güzel bir beytinde dile getirdiği gibi annesi de daha önce vefat et­miştir:

Kurb-ı mâderde girüb kabre sevindirdi anı

Lâkin âlâm-ı firâkiyle peder oldı dütâ”[20]

 

Mehmed Âkif’in Lûtfiyye hakkındaki birkaç beyti

Mehmed Âkif, 7 Eylül 1321 (20 Eylül 1905) tarihinde yazdığı ve üç buçuk sene sonra Sırât-ı Müstakim’de yayımladığı manzum bir Hasb-i hâl’inde önce Vehbî’nin oğlu için Lûtfiyye yazdığını, gücü yetseydi kendisinin de muhatabı namına Fazliyye adında bir eser yazacağını söyler. Vehbî değilse de kendisinin de az çok manzumeler yazan bir kişi olduğunu, fakat şairlik istenirse, bu meziyetin onda da, kendisinde de bulunmadığını belirten Mehmed Âkif (Ersoy, 1873-1936), Lûtfiyye’de kafiye sıkıntısı yüzünden ilimlerin, sanatların inkâr edildiği düşüncesindedir:

“Tutup Lûtfiyye yazmış oğlu Lûtfullah için Vehbî

Yazardım ben de bir Fazliyye kudret yoksa nâ-kâfî

 

Ne var oğlum değilsen? Kardeşimsin, yâr-ı cânımsın,

Müşahhas bir ümîdimsin, refîk-ı râzdânımsın;

 

Ne var Vehbî değilsem? Ben de elbet nâzımım az çok…

Eğer şâirlik istersen ne Vehbî’den, ne benden yok!

 

Hakîkat söylemek lâzımsa Vehbî’nin kitâbında

Fünûn inkâr edilmişdir kavâfî pîç ü tâbında!.”[21]

[Sünbülzâde Vehbî, oğlu Lûtfullah için tutup Lûtfiyye yazmış… Ben de bir Fazliyye yazardım ama gücüm buna yetmez… Oğlum değilsen, ne çıkar?!. Kardeşimsin, can dostumsun; şahıs şekline girmiş ümidimsin, sır bilen arkadaşımsın!.. Vehbî değilsem, ne var?!. Ben de elbet az çok manzumeler yazarım… Eğer şairlik istersen, o (hüner) Vehbî’de de yok, bende de!.. Doğru söylemek gerekirse, Vehbî’nin anılan kitabında kafiye sıkıntısı yüzünden, fenler (ilim ve sanatlar) inkâr edilmiştir!..]

Birçok şair, yazar, edebiyat tarihçisi ve tenkitçi gibi bizim de eserleriyle edebiyat tarihimizde tuttuğu değerli yerden, millî hizmetlerinden dolayı şahsen saygı ve sevgi duyduğumuz merhum Mehmed Âkif, Safahât’ın birinci kitabını yayımlarken, dertleşmesinin Vehbî ve Lûtfiyye’si hakkındaki bu sekiz mısraını, herhâlde asıl konu dışında gördüğü için, çıkarmıştır. Âkif Bey de selefleri Ziyâ Paşa, Nâmık Kemâl ve Muallim Nâcî gibi, Sünbülzâde Vehbî’de şairlik gücü olmadığı fikrindedir. Ancak kolayca vezinli, kafiyeli söz söyleyebilen Vehbî’nin Lûtfiyye’sinde kafiye sıkıntısı yüzünden ilimlerin inkâr edildiği iddiası, bizce, hakikate çok uygun bir beyan değildir… Halkalı Baytarlık ve Ziraat Mektebi’nde bazı müsbet ilimleri tahsil etmiş ve Osmanlı memleketlerinin ilerlemesi için fenlerin ne kadar gerekli olduğunu kavramış bulunan Mehmed Âkif’in bu sözüyle Lûtfiyye’de felsefe, hendese (geometri) misali ilim dalları hakkında yazılmış

“Felsefiyyâta tevaggul etme

Rûz u şeb anı teemmül etme” (…)

(Felsefeyle alâkalı şeylerle çok uğraşma; gündüz gece onu derin derin düşünme!..)

“İ‘tibâr eyleme pek hendeseye

Düşme ol dâ’ire-i vesveseye” [22]

(Geometriye pek değer verme; o kuruntu dairesine düşme!)

gibi beyitleri kast ettiği anlaşılmaktadır. Ancak sözlerinin devamından anlaşılacağı üzere, Vehbî’nin felsefeye yönelttiği itirazın sebebi, filozoflarca veya felsefî eserlerde ileri sürülen fikirlerin, bazı İslâm inanç esaslarına aykırı bulunuşudur. Şairin hendese (geometri) hakkındaki beyitleri ise, eserinin sonunda anlattığı gibi, okuyucunun gönlünü neşelendirmek niyetiyle tercih ettiği mizahî üslûbun verimleri arasındadır. (Şairin Lûtfiyye’de felsefe, musiki gibi ilim ve sanatlar hakkında dile getirdiği, sonraki zamanlarda hayli tenkitlere uğrayan fikirlerini, yazımızın sonunda değerlendirmeye gayret edeceğiz).

 

Çocuk Edebiyatı Yönünden Lûtfiyye’ye Kısa Bir Bakış

Cenap Şehâbeddin’in küçük kardeşi Ali Nusret Bey (1288-1328/1872-1913), çocuk edebiyatı hakkındaki bir yazısında şiir ve nesir tarihimize bakınca, bu konuda Nâbî’nin Hayriyye’si ile Vehbî’nin Lûtfiyyesi’nin hatıra geldiğini belirterek anılan iki manzum eseri kısaca tenkit ve mukayese eder: Her iki eserin de konularına uygun fayda ve lezzetten mahrum, bazı mevzuları yönünden zararlı ve pek tatsız olduğunu iddia eden yazar, Lûtfiyye’yi Hayriyye’ye nazaran edebî değer ve hikmetlerle alâkalı mahiyet bakımından pek aşağı bulur. Ona göre, Hayriyye’de hiç olmazsa nazmedenin ilim ve fazilet gücünü gösteren bir kelime ve terkip zenginliği vardır ve yer yer yüksek manaları içine alan pek çok beyit, seçme bakışını süsleyebileceği gibi, baştan sona kadar, hattâ “Matleb-i Lâzime-i Hüsn ü Cemâl” (Güzelliğin gerekli oluşu) bahsinde bile edebî nezihlik korunmuştur.

Lûtfiyye’nin hendese (geometri) ilmi ve musiki sanatı hakkındaki bölümlerinden bazı beyitler nakleden Ali Nusret, o eserin bu gibi “sarîh hezeyânlarını” (açıkça saçma sapan lâflarını) Hayriyye’de bulmanın mümkün olmadığını söyler. Ayrıca ciğerinin parçası çocuğunun ahlâkını düzeltmek için hikmet kalemini dolaştıran bir babanın, kendince fazilet hükümlerine uygun bulduğu yüksek nasihatlar arasında “Kıssa-i Kimyacı” gibi bir “rezâlet-nâmeyi” nazım kalıbına dökecek kadar “şathiyyât”a kapılmış olmasına hayret eder. Sonuç olarak bugün çocuk edebiyatı adına hürmet ellerimizde birer yadigâr olması gereken bu iki eserin de konusuna uygun amelî bir değer gösterememek dolayısıyla itibardan mahrum bulunduğunu ileri sürer:

“Edebiyât-ı etfâl hulyâsı içinde mâzî-i şi‘r ve inşâmıza ircâ‘-ı nazar edince, iki eser-i manzûm hâtıra geliyor: Hayriyye-i Nâbî, Lûtfiyye-i Vehbî.

Ah! Bunlar şimdi elem-i hasretini çekdiğimiz edebiyât-ı etfâlin ne güzîde nümûneleri olabilirdi. Fakat heyhât! Her ikisi de mevzûları ile mütenâsib nef‘ ve lezzetden mahrûm, bâzı noktalarınca muzır, herhâlde pek bî-nemekdir!.

Bu iki nasîhat-nâme-i manzûmun mukāyesesi hâlinde Lûtfiyye’nin târîhan muahhariyetine nazaran hiç olmazsa selefinin nekāyisinden muarrâ olması îcâb ederken maa’t-teessüf Hayriyye’ye nazaran gerek kıymet-i edebiyye, gerek mâhiyet-i hikemiyyece pek dûndur. Hayriyye’de hiç olmazsa nâzımının sermâye-i ilm ü fazlına delâlet eden bir servet-i elfâz ve terâkîb vardır. Ve câ-be-câ maânî-i ‘âlîyeyi muhtevî pek çok ebyât, nazra-pîrâ-yı intihâb olabileceği gibi serâpâ, hattâ ‘Matleb-i Lâzime-i Hüsn ü Cemâl’ bahsinde bile nezâhet-i edebiyye mahfûzdur. Hele Lûtfiyye’nin:

İ‘tibâr eyleme pek hendeseye

Düşme ol dâ’ire-i vesveseye

 

Bakıp eşkâle mukarnes diyerek

Ya murabba‘ ya muhammes diyerek

 

Duş olup dâ’ire-i efkâra

Mâ-hasal dönmeyesin pergâra

 

Hatt ü adla‘ sözü dâ‘iyedir

Sanma kim eğlenecek zâviyedir!

 

Nâye tazyî-i nefes eylemeli

Üfleyip yâni anı n’eylemeli

 

Çalma öyle düdüğü mevlânâ

Ki dene adına neyzen monla

gibi sarîh hezeyânlarını Hayriyye’de bulmak mümkün olmadıkdan başka ciğer-pâresi evlâdının tehzîb-i ahlâkı ve tezkiye-i efkârı için icâle-i kalem-i hikmet eden bir pederin kendince muvâfık-ı ahkâm-ı fazliyet bulduğu nasâyih-i ‘âliye meyânında ‘Kıssa-i Kimyâcı’ gibi bir rezâlet-nâmeyi kâlbüd-i nazma ifrâğ edecek derecede rubûde-i şathiyyât olmasına taaccüb edilir!. Hâsılı bugün edebiyât-ı etfâl nâmına eydî-i hürmetimizde birer yâdigâr olmak îcâb eden bu iki eser dahi mevzûu ile mütenâsib bir kıymet-i ameliye ibrâz edememek hasebiyle mahrûm-ı i‘tibârdır.”[23]

 

Lûtfiyye’nin muhatabı Lûtfullah Çelebi’nin kısa hayatı

Hayrî-nâme’nin yazıldığı Hicrî 1113 (M. 1701) senesinde muhatabı olan Ebü’l-hayr Mehmed’in yedi yaşında, Lûtfiyye’nin yazıldığı 1205 (1790-91) yılında ise Vehbî’nin oğlu Lûtfullâh’ın (1183-84-1210/1769-70-1795-96) çocuk değil, 21-22 yaşlarında, yani söylenen sözü anlayabilecek seviyede bir genç olduğunu burada ifade etmek yerinde olur. Vehbî’nin çağdaşı ve arkadaşı Adanalı Sürûrî’nin divanındaki tarih manzumeleri arasında Sünbülzâde’nin oğlu Lûtfullâh’ın sakal bırakması[24], cariye alması[25] ve vefatı[26] hakkında kıt’alar da vardır. Bu kıt’alardan Lûtfullâh’ın yaşı, dolayısıyla doğum yılı[27], ahlâkı, şiirlerinde kullandığı mahlas, sakal bıraktığı sene, İlbasan’daki memuriyeti, cariye alış zamanı, ölüm sebebi, annesinin kendisinden önce öldüğü, vefatının babası ve dostları üzerindeki tesiri konularında bilgi edinmekteyiz. Bu bilgileri Vehbî’nin Tuhfe’si, Dîvânı ve Lûtfiyye’sinden aldığımız malûmatla birleştirerek şöyle bir hayat hikâyesi inşa edebiliriz:

Sünbülzâde Vehbî’nin oğlu Lûtfullah, H. 1183 (M. 1769) veya 1184 (1770) yılında dünyaya geldi. 1718-1719 yılında doğduğu bir şiirinden anlaşılan Vehbî’nin kendisi o sene elli yaşındaydı. Yaşlılık çağında bir oğul sahibi olmak, onu hayli sevindirmiş ve mutlu etmiştir. İran elçiliğinden dönen Vehbî, uygunsuz hâlleri yüzünden yedi sene işsiz kalmış; fakirlik ve ümitsizlik içinde bunalmış; nihayet sadrazam Halil Hamîd Paşa’nın alâkası sayesinde 1197 /1783’de kadılık mesleğine geri dönebilmişti. Bu iyiliğine bir teşekkür niyetiyle aynı yılda Tuhfe-i Vehbî’yi paşanın iki oğlu adına yazan şair, anılan Farsça-Türkçe manzum sözlüğü kendi oğlu Lûtfullâh’ın da okumasını istiyordu.

Babasının terbiyesi altında yetişen, hem ondan, hem de diğer hocalardan ilim tahsil eden Lûtfullah, H. 1200 (M. 1785-86) yılında, demek oluyor ki 16-17 yaşlarında sakal bıraktı; çelebinin sakal bırakmasına baba dostu, şair Adanalı Sürûrî iki tarih düşürmüştü. O devirde mektep ve medreselerde öğretilen ilimleri edinen Lûtfullah, bilgili bir genç oldu; babasının izinden giderek şiir yazmaya da başladı. Manzumelerinde “nimet verilen, iyilik edilen” manasındaki “Mün‘am” kelimesini mahlas kullanırdı. Annesi Gülsüm Hanım’ın 1205 (1790-91) yılında vefatı, yaşlı babasını pek üzmüş, çok mütessir etmişti.[28] Aynı sene, babası, yirmi bir yaşındaki “ciğer-pâre”si Lûtfullah için Lûtfiyye adını koyduğu bir nasihatname yazdı. (Bu eserdeki

“Hak seni eyledi çün kim kādî

Sen de ol hükm-i kazâya râzî”[29]

beyti, eğer bütün kadılara hitaben değil, şairin oğluna söylenmişse, o takdirde Lûtfullâh’ın o sıralarda kadı olduğu anlaşılır). Mesnevi şeklinde, 1183 beyitli bir öğüt kitabıydı Lûtfiyye… Kendisine çeşitli ilimler, sanatlar, iyi ve kötü huylar, insanlarla birlikte yaşama adabı, meslekler gibi birçok konuda nasihatte bulunan yaşlı babası, evlilik ve cariye alma hakkındaki fikirlerini de anlatmış; iyi bir aile mensubu, namuslu ve dindar bir kızla evlenmesini tavsiye etmişti. Fakat Lûtfullah, 25 yaşındayken bir cariye almış; böylece denebilir ki, babasının değil, Urfalı Nâbî’nin Hayrî-nâme’sinde evlenmeyip cariye alma tavsiyesini tutmuştu.

Yaşlılar gibi ağırbaşlı ve akıllı, güzel huyları kendisinde toplamış, nazik bir kişi olan Lûtfullah Molla, memurluk gereği İlbasan’da bulunduğu sırada[30], H. 1210/ M. 1795-96 yılında beklenmedik bir zamanda veba hastalığına tutuldu ve bu hastalık sonucu vefat etti[31]; annesinin kabrinin yanına gömüldü. Onun genç yaşta ölümü, bütün samimi dostlarını üzmüş; fakat bilhassa beş yıl önce karısını da kaybetmiş yaşlı babasını, daha çok tesiri altında bırakmış ve perişan etmişti…

 

Süleyman Nazif’e göre, Lûtfiyye-i Vehbî, Hayriyye-i Nâbî

Süleyman Nazif (1869-1927), Nâmık Kemâl’in eserlerine dair Mecmûa-i Ebü’z-Ziyâ’da yayımlanan 27 Şubat 1323 (11 Mart 1908) tarihli mektubunda Lûtfiyye-i Vehbî ve Hayriyye-i Nâbî’nin şiir değil, “tenahnuh” (gırtlağını temizlemek üzere hırıltılı ses çıkarma) ve “tenassuh” (nasihat dinleme) olduğunu iddia eder. Buna ilâveten, şiir heyulâsına ancak Nedim gibi zengin yaratılış sahiplerinin “i‘câz” (herkesin yapamayacağı işi gören) ellerinin şekil vereceğini söyler: “Hâsılı, Lûtfiyye-i Vehbî, Hayriyye-i Nâbî gibi tenahnuh ve tenassuh şi‘r değil; heyûlâ-yı şi‘re ancak Nedîm gibi tabâyi‘-i müstağnî ashâbının eyâdî-i i‘câzı şekil ve sûret verir.”[32]

Görülüyor ki, Süleyman Nazif, bu mektubunda Lûtfiyye-i Vehbî ve Hayriyye-i Nâbî’nin şiir değil, herhâlde anılan iki eseri ahenksiz bulduğunu ve didaktik (talîmî) mahiyette gördüğünü belirtmek üzere, “tenahnuh ve tenassuh” olduğunu söylemektedir. Ancak Nazif’in Mehmed Âkif hakkındaki kitabında ifade ettiği gibi[33], insanın edebî eserler ve şahsiyetler hakkındaki kanaatleri değişebilmekte;  daha önce beğendiği bir edebî eserden zevk almaz hâle gelebildiği veya beğenmediği bir edebiyat verimi hakkındaki fikrinin tam aksine döndüğü yahut tenkit ettiği şairi, yazarı takdir etmeye başladığı görülebilmektedir.

 

Şehabeddin Süleyman’a göre Lûtfiyye

Osmanlı edebiyatı tarihini yazanlardan Şehabeddin Süleyman (1885-1919?)[34], 1910 yılında yayınlanan Târîh-i Edebiyât-ı Osmâniyye adlı eserinde Sünbülzde Vehbî’nin hayatı, eserleri ve şairliği hakkında, Ziyâ Paşa ve Muallim Nâcî’nin yazdıklarından da faydalanarak bilgi verir. Şehabeddin Süleyman, Vehbî’yi zamanında az-çok ehemmiyete sahip olmakla birlikte geleceğin inceleme eliyle şairlik sahasından çıkarılacak kadar iğnelemelere ve tenkitlere uğramış bir şair diye tanıtır ve onun şairlik yaratılışından pek az bir pay aldığını belirtir. Ş. Süleyman’a göre, Vehbî, zamanının âlimleri ve faziletli insanlarından sayılabilir. Arapça ve Farsçadaki ustalığı, bilgisi bakımından son derece mühim bir kişidir. Tuhfe ve Nuhbe adlı eserleri bunlara birer delildir… Fakat hiçbir zaman ince bir hassasiyetle geniş, ince bir hayal gücünün uyuşmasından veya birbirine üstün gelmesinden ibaret bulunan şairliğe yükselememiştir.

Daha sonra Vehbî’nin şöhretini muhtemelen Tuhfe ve Nuhbe adlı eserlerine borçlu olduğunu söyleyen yazar, manzum sözlük yapmanın büyük bir kudret ve bilgiye muhtaç bulunduğunu, bu kitapların (Farsça, Arapça) kelimeleri öğretmek için mekteplerde okutulduğunu, fakat zavallı memleket çocuklarının beyinlerinin tamamen anlayamadıkları mısralarla ezildiğini ileri sürer. Biz, Şehabeddin Süleyman’ın Tuhfe-i Vehbî ve Nuhbe-i Vehbî lehinde, aleyhinde yazdıklarını, Vehbî’nin şöhretini ihtimal ki anılan eserlerine borçlu olduğu şeklindeki fikirlerini uzun uzadıya tenkit etmeyecek, sadece Lûtfiyye hakkında kurduğu birkaç cümleyi aktaracağız:

Lûtfiyye’sinde Nâbî’nin Hayriyye-i Nâbî’sini taklîd ediyor. Bu mevzûn bir ahlâk kitâbıdır. Maamâfih içinde

Felsefiyyâta tevaggul etme

Rûz u şeb anı teemmül etme

gibi zamânın felsefiyyâta karşı kînini gösteren saçma sözleri olmakla berâber asrının ulûm ve fünûn, âdât ve ahvâl-i beşer hakkındaki fikrini gösterdiği cihetle mâzîyi tedkîk etmek isteyenlere güzel bir risâle-i vesâ’ikdir.”[35]

[Lûtfiyye’sinde Nâbî’nin Hayriyye’sini taklid ediyor. Bu, vezinli bir ahlâk kitabıdır. Bununla birlikte içinde

Felsefiyyâta tevaggul etme

Rûz u şeb anı teemmül etme

(Felsefeyle ilgili şeylerle meşgul olma; gündüz gece onu etraflıca düşünme!) gibi zamanın felsefeyle alâkalı şeylere karşı kinini gösteren saçma sözleri olmakla beraber asrının ilimler, fenler, âdetler ve beşer hâlleri hakkındaki fikrini göstermesi yönünden geçmişi incelemek isteyenlere güzel bir vesikalar kitapçığıdır.]

 

Târîh-i Edebiyat Dersleri yazarının kaleminden Lûtfiyye

“Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi Târîh-i Edebiyat muallimi” İbrâhim Necmi (Dilmen, 1887-1945) 1922 yılında yayınladığı Târîh-i Edebiyat Dersleri adlı kitabında Sünbülzâde Vehbî’nin meşhur eseri Lûtfiyye’yi şöyle tanıtır:

Lûtfiyye-i Vehbî– Nâbî’nin ‘Hayriyye’sine nazîre olan bu eser, Vehbî’nin mahdûmu Lûtfullah Efendi’ye hitâben yazdığı nasîhatları ihtivâ eder. Fâilâtün feilâtün feilün vezninde ve mesnevî şeklinde olan Lûtfiyye ulûmun envâı, âdâb-ı muâşeretin şerâiti, ahlâk-ı ferdiyyenin îcâbâtı, münâsebât-ı beşeriyye eşkâli, turuk ve menâsıb ahvâli hakkında nesâyihi câmi‘dir. İlim hakkındaki anlayışı

İ‘tibâr eyleme pek hendeseye

Girme ol dâire-i vesveseye

demesinden anlaşılacağı gibi, ictimâî telâkkisi de

Avrete verme hazer kıl ruhsat

Ki anun çoğu esîr-i fursat

Anları etme umûra mahrem

Çıkmasın taşraya hiç savt-ı harem

yolundaki nesâyihinden istidlâl olunabilir.”[36]

[Lûtfiyye-i Vehbî– Nâbî’nin ‘Hayriyye’sine nazîre olan bu eser, Vehbî’nin oğlu Lûtfullah Efendi’ye hitaben yazdığı öğütleri içine alır. Fâilâtün[37] feilâtün feilün vezninde ve mesnevi şeklinde olan Lûtfiyye, ilimlerin çeşitleri, insanlarla birlikte yaşama âdâbının şartları, ferdî ahlâkın gerekleri, beşerî münasebetlerin şekilleri, kazanç yolları ve devlet memuriyetinin hâlleri hakkında nasihatları toplayıcıdır. İlim hakkındaki anlayışı

İ‘tibâr eyleme pek hendeseye

Girme ol dâire-i vesveseye

(Geometriye pek değer verme! O kuruntu dairesine girme!..)

demesinden anlaşılacağı gibi, sosyal görüşü de

Avrete verme hazer kıl ruhsat

Ki anun çoğu esîr-i fursat

Anları etme umûra mahrem

Çıkmasın taşraya hiç savt-ı harem

(Sakın kadına izin verme! Çünkü onların çoğu fırsat düşkünüdür. Onları işlerine sırdaş etme! Evin kadınların oturduğu kısmının sesi dışarı hiç çıkmasın!) yolundaki nasihatlarından çıkarılabilir.]

 

Urfalı divan şairi Emîn’in Lûtfiyye övgüsü

On sekizinci asrın sonlarıyla on dokuzuncu asırda Lûtfiyye-i Vehbî’nin şairler, şuara tezkiresi sahipleri, tarihçiler, edebiyat tarihi araştırıcıları tarafından umumiyetle beğenilip övüldüğünü bilmekteyiz. Yirminci asrın ilk çeyreğinde ise bu eserin felsefe, hendese (geometri), musiki gibi bazı ilim veya sanat dalları aleyhinde fikirleri içine aldığı, çocuk edebiyatı örneği olamayacağı ileri sürülerek veya kadınlar hakkında yadırganacak tavsiyeler taşıdığı ima edilerek çeşitli yönlerden tenkitlere uğradığını gördük. Ancak bu menfi değerlendirmelere rağmen eserin birçok güzel ahlâkî öğütleri, faydalı tavsiyeleri ihtiva etmesinden dolayı bazı edebiyatseverler tarafından zevkle okunup beğenildiği, başka bir ifadeyle hakkının teslim edildiği de bir vakıadır. Yirminci asır divan şairlerinden Urfalı Kıratoğlu Emîn’in (1884-1934) Lûtfiyye hakkında -adı geçen eser boyunca kullanılmış olan- “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla ve mesnevi şeklinde yazdığı manzumesi, bu hayranlık derecesindeki takdirlerin örneklerinden biridir. İşte Kıratoğlu Emîn’in Lûtfiyye ve sahibi Vehbî Efendi hakkındaki övgüsü: “Der-Hakk-ı Lutfiyye-i Vehbî

Ne güzel pend ü nasîhat-nâme

Tutan elbetde erer bir kâme

 

Safha-i lûtfuna kilk-i hüneri

Yemm-i irfândan akıtmış güheri

 

Bırağıp böyle bulunmaz bir eser

Ki bakanlar misini eyleye zer

 

Eder ihyâ nice dil-mecrûhu

Mazhar-ı lutf-ı Hak olsun rûhu

 

Koydu Lûtfiyye-i Vehbî nâmın

Dü cihânda vere Mevlâ kâmın

 

Kim bu tarz ile kıla azm-i bekā

İki âlemde Emîn olsa revâ”[38]

[Vehbî’nin Lûtfiyye’si Hakkında- Bu ne güzel bir öğüt ve nasihat kitabıdır!.. O öğütleri tutan, elbette muradına erer (istediğine erişir). Hüner kalemi, lûtuf sayfasına irfan denizinden mücevher(gibi güzel ve parlak sözler)i akıtmış. (Sahibi Sünbülzâde Vehbî, ardında) böyle bulunmaz bir eser bırakmış ki, bakanlar (okuyanlar), bakırını altın etsin (kötü huylarını güzel ahlâka çevirerek kâmil insan olsun). Bu eser, nice kalbi (manen) yaralanmış kimseyi diriltir… (Vehbî’nin) ruhu, Cenab-ı Hakk’ın lûtfuna mazhar olsun (ihsanına kavuşsun)! Kendisi, nasihat kitabının adını “Lûtfiyye-i Vehbî” koydu. Allah, iki cihanda onun isteğini versin! Kim bu tarzda ebedî kalıcılık yurduna giderse, o, iki âlemde emin olsa lâyıktır.]

 

Besim Atalay: “…Lûtfiyye… herkes tarafından takdir olunurdu”

Maraş Târîhi ve Coğrafyası adlı bir eser yazarak bastıran Besim Atalay (1882-1965), anılan kitabının sekizinci babında bu şehirde geçmiş âlim, din bilgini ve şairleri tanıtırken Sünbülzâde Vehbî hakkında da kısaca bilgi verir. Bizi, konumuz yönünden Vehbî’nin edebî şahsiyeti, eserleri ve bilhassa Lûtfiyye’ye dair malûmat alâkadar ettiği için, Atalay’ın o mevzudaki cümlelerini nakledeceğiz:

“Son teceddüd-i ilmî devresine kadar mûmâ ileyh yegâne tanılmakda idi. Eserleri pek mu‘teber sayılırdı. Tuhfe, Nuhbe, Lûtfiyye nâm eserleri âdetâ herkes tarafından takdîr olunurdu. Tuhfesi yakın zamanlara kadar medreselerde ve rüşdiye mekteblerinde talebeye ezber etdirilir ve bu sakîm usûlle talebeye Fârisî belletdirilir idi. Mûmâ ileyh ince ve hassas bir şâir olmakdan ziyâde lâ-kayd ve perde-bîrûn bir nâzımdır.”[39]

[Son ilmî yenilenme devresine kadar adı geçen (şair) biricik tanınmaktaydı. Eserleri çok itibarlı sayılırdı. Tuhfe, Nuhbe, Lûtfiyye adı eserleri adeta herkes tarafından beğenilirdi. Tuhfe’si yakın zamanlara kadar medreselerde ve rüşdiye mekteplerinde talebeye ezber ettirilir ve bu sakat usulle öğrencilere Farsça öğrettirilirdi. Adı geçen, ince ve hassas bir şair olmaktan ziyade kayıtsız (dindar olmayan) ve edep dışı bir nâzımdır.]

Atalay’ın bu satırları, Vehbî’nin son ilmî yenilenme devrine kadar büyük şair kabul edildiğini, eserlerinin çok itibarlı olduğunu, Tuhfe, Nuhbe, Lûtfiyye adlı kitaplarının âdetâ herkes tarafından beğenildiğini belirtmekte; başka bazı şair ve yazarların aynı husustaki şahitliklerini teyid etmektedir.

 

İbrahim Alâeddin’in Lûtfiyye Hakkındaki Tenkitleri

Sünbülzâde Vehbî’nin Lûtfiyye’sini terbiye (eğitim) ve tahsil (öğrenim) yönünden ele alıp oldukça tafsilâtlı biçimde inceleyen yazarlarımızdan biri de İbrahim Alâeddin’dir. 1913-16 yılları arasında İsviçre’de psikoloji ve pedagoji tahsil eden, mezun olduktan sonra on sene boyunca Dârü’l-muallimîn-i Aliyye’de ilim dalıyla alâkalı dersler veren İbrahim Alâeddin (Gövsa, 1889-1949), Tedrîsât Mecmuasında yayımlanan “Sünbülzâde Vehbî’ye Nazaran Terbiye ve Tahsîl” başlıklı yazısında önce Lûtfiyye’yi iktibaslarla tanıtır; sonra şairin felsefe aleyhindeki sözlerini tenkide koyulur:

“Vehbî ve mensûb olduğu medrese nazarında felsefenin birtakım basmakalıp ıstılâhâtdan başka bir şey olmadığı tabîîdir. Dar bir softa kafasının hakîkati taharrîden nasıl ihtirâz etdiğini bu manzûme pekiyi gösteriyor. Bilhassa şer‘î hükümler için ‘Akıl evvel, nakil onunla müevveldir’ esâsına rağmen, nakle muhâlif olan fikirlerin akla muvâfık olsa da reddi lâzım geleceği hakkındaki beyit şâyân-ı ibretdir.”[40]

[Vehbî ve mensub olduğu medresenin fikrine göre felsefenin birtakım basmakalıp terimlerden başka bir şey olmadığı, olağandır. Dar bir softa kafasının hakikati araştırmaktan nasıl sakındığını bu manzume pekiyi gösteriyor. Bilhassa şer‘î hükümler için ‘Akıl önce (gelir), nakil (yoluyla aktarılan dinî hükümler) onunla tevil edilir’ esasına rağmen, nakle aykırı olan fikirlerin akla uygun olsa da reddedilmesi gerekeceği hakkındaki beyit ibrete lâyıktır.]

Vehbî’nin “ilm-i nücûm”u da iltifata değer bulmadığını kaydeden  İbrahim Alâeddin, hey’etin (astronominin) onlarca bilinen manasına ve eski kitaplardaki verilerine göre bu hükmün pek de haksız sayılamayacağını; aynı mazeretin felsefe, kimya gibi mahkûm ettiği ilim dalları hakkında da hatırlanabileceğini belirtir. Ancak onun çağındaki batı düşünürleri ve edebiyatçıları arasında bu kadar çocukça zihniyet taşıyan adamların bulunmadığı düşünülürse, son asırlarda geri kalışımızın sebeplerinden birinin anlaşılmış olacağını ifade eder. Sünbülzâde’nin gizli ilimler, o arada kimya hakkındaki yergi ve alaya almasını da nakleden makale sahibine göre bu durum, bizim âlimlerimizin, zamanlarındaki fikir ve kabullerden habersiz ve katmerli cahil olduklarını gösterir:

“İlm-i nücûmu da Vehbî sezâ-yı iltifât bulmuyor. Fi’l-hakîka hey’etin onlarca mâlûm olan medlûlüne ve eski kitablardaki mu‘tâlarına göre bu hüküm pek de haksız addolunamaz. Aynı mâzereti felsefe gibi, kimya gibi ilh. gibi mahkûm etdiği ilim şu‘beleri hakkında da hâtırlamak mümkündür. Ancak onun yaşadığı zamandaki garb mütefekkirîni ve üdebâsı arasında bu kadar çocukca zihniyet taşıyan adamların bulunmadığı düşünülürse, son asırlarda ne kadar müdhiş bir fark ile geri kaldığımızın sebeplerinden biri idrâk edilmiş olur zannederim.

Vehbî bundan sonra ulûm-ı hafiyye hakkındaki nasîhatlarına geçiyor. (…) Kimyâyı bu meyanda kimyâ-yı bâtıl sûretinde telâkkî ederek uzun uzun hiciv ve bir hikâye ile tehzîl etmesi, bizim ulemâmızın zamanları efkâr ve telâkkiyâtına karşı ne kadar gāfil ve ve cehl-i mürekkeb mânâsıyla ne derece câhil olduklarını gösterir. Üçüncü Selîm Avrupa terakkıyât ve teşkîlâtını memlekete idhâle çalışırken en sevdiği ve himâye etdiği bir şâirin bu derece geri bir zihniyetde olduğu düşünülür ve Vehbî gibi zevâtın o devirdeki en yüksek fikir erbâbımızı temsîl etdikleri de hâtırlanırsa, o zaman terakkî uğrundaki teşebbüslerin ne kadar gayr-ı şuûrî olduğu kolayca tahmîn olunabilir.”[41]

[Vehbî, astrolojiyi de dikkate yaraşır (ilgilenmeye uygun) bulmuyor. Doğrusu astronominin onlarca bilinmiş olan manasına ve eski kitaplardaki verilerine göre bu hüküm pek de haksız sayılamaz. Aynı mazereti felsefe gibi, kimya gibi vb. mahkûm ettiği ilim dalları hakkında da hatırlamak mümkündür. Ancak onun yaşadığı zamandaki Batı düşünürleri ve edebiyatçıları arasında bu kadar çocukça zihniyet taşıyan adamların bulunmadığı düşünülürse, son asırlarda ne kadar müthiş bir farkla geri kaldığımızın sebeplerinden biri anlaşılmış olur sanırım.

Vehbî bundan sonra gizli ilimler hakkındaki nasihatlarına geçiyor. (…) Kimyayı bu arada batıl kimya şeklinde kabul ederek uzun uzun yermesi ve bir hikâye ile alaya alması, bizim âlimlerimizin zamanları fikir ve kabullerinden ne kadar habersiz ve katmerli cahillik manasıyla ne derece cahil olduklarını gösterir. Üçüncü Selim Avrupa ilerlemeleri ve teşkilâtını memlekete dahil etmeye çalışırken, en sevdiği ve koruduğu bir şairin bu derece geri bir zihniyette olduğu düşünülür ve Vehbî gibi kişilerin o devirdeki en yüksek fikir sahiplerimizi temsil ettikleri de hatırlanırsa, o zaman ilerleme uğrundaki teşebbüslerin ne kadar şuursuzca olduğu kolayca tahmin olunabilir.]

İbrahim Alâeddin, söz konusu ettiğimiz yazısında, musikinin Vehbî’nin gözünde aslında değerli olmakla birlikte bu sanatla uğraşılmasının itibar düşürücü olarak gösterildiğini de belirtir:

“Mûsikî Nâbî’de olduğu gibi Vehbî nazarında da aslen kıymetli olmakla berâber iştigāli haysiyet-şiken olmak üzere gösterilmişdir. Fi’l-hakîka aramızda el-ân bile mûsikîyi ehl-i hevânın vesîle-i sefâheti ve ale’l-âde insanların sermâye-i maîşeti olmak üzere telâkkî ve mûsikî ile iştigāli bi’n-netîce hafif-meşreblik add edenler çokdur.”[42]

[Mûsikî, Nâbî’de olduğu gibi Vehbî’nin gözünde de aslında değerli olmakla beraber (bu sanatla) uğraşılması itibar düşürücü olmak üzere gösterilmiştir. Gerçekten aramızda şimdi bile müziği nefsinin isteklerine uyan haylazların sefahet sebebi ve sıradan insanların geçim sermayesi olmak üzere kabul edenler ve müzikle uğraşmayı sonuç olarak hafifmeşreplik sayanlar çoktur.]

Vehbî’nin Lûtfiyye’sine umumiyetle menfi gözle baktığı, yazısının bu nasihatnameye ayırdığı beş buçuk sayfasında onun konularını özetleme yanında sadece kusur ve noksan saydığı tarafları üzerinde durduğu görülen İbrâhim Alâeddin, eski adamlarımızın düşüncesinde tahsilin medreselerde okunan ve icazet almağa esas olan konulardan ibaret, değerli geçim vasıtalarının da ancak devlet işlerine has gibi olduğunu anlatır. Ona göre, bu zihniyetin asırlarca sürmesi, az-çok okuyan gençlerin hükûmet kapılarına koşmaları sonucunu vermiş; belirtilen anlayışın yaptığı kabuller de biraz seviyeli Türklerin üretim hayatından uzak yaşamalarına, millî servetin gayr-ı Müslim unsurların eline geçmesine sebeb olmuştur. Yazar, Vehbî gibi eski adamlarımızın sanatları cahillere has saydıklarını ve az-çok hor gördüklerini de belirtmektedir:

“Eski adamlarımızın nazarında tahsîl medreslerde okunan ve icâzet almağa esâs olan mevâddan ibâret olduğu gibi, kıymetli vesâ’it-i maîşet de ancak devlet işlerine münhasır gibidir. Bu zihniyetin asırlarca pâydâr kalması, az- çok okuyan gençlerin kâmilen hükûmet kapılarına koşmalarını intâc etmiş ve bütün bu anlayışın yapdığı telâkkiyât biraz seviyeli Türklerin istihsâl hayâtından uzak yaşamalarına, bilhassa istîlâ devirlerinden sonra millî servetin Müslüman olmayan unsurlar eline geçmesine sebeb olmuşdur. Onların nazarında hiref ve sanâyi‘ de cühelâya mahsus ve az-çok hakîr addedilen işlerdi. Nitekim Vehbî

Ba‘z-ı esnâf eder ammâ râhat

Hiç çekilmez hele züll-i hirfet

Yokdur anlarda muazzez bir ferd

Çün yiğitbaşıları baş nâmerd

mukaddimesiyle esnâfın ve san‘at erbâbının türlü kusurlarını tâdâd ediyor.”

İbrahim Alâeddin’e göre, hayatı böyle sınırlı ve hatalı gören Vehbî’nin aile ve evlilik hakkındaki düşüncesi Nâbî’nin Hayriyye’de yazdığından daha geniş ve dürüst değildir. Kadınlık hakkında şimdi izlerini gördükleri geleneğe bağlı düşünme tarzına Vehbî pek güzel tercüman olmaktadır. Bundan sonra Lûtfiyye’nin evliliğe dair bölümünden şu on iki beyti iktibas eden yazar, böylece fikrini desteklemeyi hedeflemektedir:

“Avrete virme hazer kıl ruhsat          Ki anun çoğı esîr-i fursat

Anları itme umûra mahrem               Çıkmasun taşraya hîç savt-ı harem

Ruhsat-ı fâhişedir ol ruhsat                Ki göre kâr-ı ricâl[i] avret

Mâkiyândan gelicek bâng-ı horûs     Olup ol hânenin ehli me’yûs

Şûm u idbârını cezm ile tamâm         Başını kesmeğe eyler ikdâm

Merd işine karışırsa nisvân                Çâresin görmelidir böyle hemân

Irz-ı İslâm’a yakışmaz aslâ                Zen-i küffâr olur öyle rüsvâ

İrtikâb eylemez ehl-i gayret               Ki ide ehline dâ’ir sohbet

Sonra lâyık mı lisâna düşmek            Ni‘met-i ırza köpekler üşmek

Ba‘zılar yazdı azâb-ı nârı                  Nâşize âteşe benzer karı

Çün Hudâ kıldı ricâli kavvâm           Olma mağlûb-ı zen-i bed-fercâm

Seni me’mûn u muvaffak ide Hak     Hânene gālib-i mutlak ide Hak”[43]

Yazarın Nâbî’nin Hayriyye’de yazdığından daha geniş ve dürüst bulmadığı, geleneğe bağlı düşünce tarzını pek güzel ifade ettiğini söylediği bu beyitleri günümüz Türkçesiyle şöyle nesre çevirebiliriz:

“Sakın kadına izin verme ki, onların çoğu fırsat düşkünüdür. Onları işlerine mahrem (sırdaş) etme; evinde haremin (kadın ve kızların oturduğu kısmın) sesi hiç dışarı çıkmasın. Erkeklerin işini kadının görmesi, ahlâka aykırı bir izindir. Tavuktan horoz sesi gelince, o evin sahibi ümitsizliğe düşüp bunun uğursuzluk ve bedbahtlığına kat’î karar vererek başını kesmeğe çalışır… Erkek işine kadınlar karışırsa, işte böyle hemen çaresine bakmak gerekir… Bu, İslâm namusuna yakışmaz, kâfirlerin kadınları öyle rezil olur… Gayret sahibi kişiler, (başkalarıyla kendi) hanımı hakkında konuşma kabahatini işlemez. Sonra dile düşmek, namus nimetine köpeklerin üşüşmesi yakışır mı?!.

 

 

 

Bazıları cehennem ateşinin azabını şöyle yazdılar: ‘Kocasına itaat etmeyen, düşmanlık ve muhalefet eden, ateşe benzer (yaşlı) kadın…’[44] Mademki, Allah erkekleri koruyup gözetici kıldı, o hâlde sonu kötü kadına mağlûp olma.[45] Allah seni emin, başarılı ve evinin mutlak galibi etsin!”

İbrahim Alâeddin, Sünbülzâde Vehbî’ye göre terbiye ve tahsil konusundaki makalesinin Lûtfiyye’ye ayırdığı sayfalarını şu hüküm cümleleriyle sona erdirmektedir:

“Bu kadarcık bir tahlîl bile göstermeğe kifâyet ediyor ki, Vehbî’nin Lûtfiyye’sinde zamânının telâkkîlerini, kıymetlerini manzum bir şekle koymakdan başka bir meziyet yokdur. Orada ne şahsî bir görüşe, ne de zamânının dar çerçevesinden sıyrılmış bir fikre tesâdüf edemiyoruz. Yüz sene evvelki Nâbî’nin Hayriyyesi nasıl bir kalıp mahsûlü ise Lûtfiyye de tıpkı onun gibi ve aynı kalıpdan dökülme bir eserdir. Başlarının muhteviyâtı bu kalıpdan dökülme şeylerden ibâret olan okumuş insanlara aramızda çok tesâdüf etdiğimiz için onların menbâlarını görmek mûcib-i ibretdir. Cıopşüncelerimizi kal‘ ve tard için istinâdgâhların kofluklarını teşrîh ve isbât etmeliyiz. Ben fikir târîhimizin bu vesîkalarını araşdırırken o ciheti de ihmâl etmemeğe çalışıyorum. Bugün otuz yaşını geçmiş hemen her tahsil gören zâtın hâfızasında Hayriyye ve Lûtfiyye’nin bâzı parçaları pâydârdır. Kāni‘ olmadığımız fikirlerin bile bâzan mâdûn-ı şuûrumuza sirâyet etdiği düşünülürse, yalnız medreselerde ve eski rüşdiyelerde değil, bir kısım i‘dâdîlerde bile senelerce okutulmuş olan bu kabîl kitabların zihniyetimizin teşekkülü üzerinde ne mühim izler bırakmış olacakları tahmîn edilebilir. Hâlbuki bu eserlerin nesl-i âtî için ancak birer vesîka olmakdan başka kıymetleri yokdur.”[46]

Makale sahibi, Vehbî’nin Lûtfiyye, Tuhfe ve Nuhbe adlı eserlerini tanıtıp tenkit ettiği yazısının sonunda bunların büyük bir emek ve gayret alâmeti olduğunu belirtir; fakat bütün o yazılar karşısında Fikret’in Nef’î’yi tasvir eden şiirinde geçen bir mısraı iktibas ederek Sünbülzâde’nin, kabiliyetini verimsiz bir zeminde harcadığını ileri sürmekten kendini alamaz:

“Görülüyor ki gerek Lûtfiyye, gerek Tuhfe ve Nuhbe büyük bir sa‘y ve himmet eseridir. Bunu takdîr etmekle berâber insan bütün o yazılar muvâcehesinde Fikret merhûma tebean ‘Fakat eyvah çorak yerde akıp gitmişsin!’ demekden men‘-i nefs edemez.”

Birçok aydın, şair ve yazarımızda olduğu gibi İbrahim Alâeddin’in de II. Meşrutiyet’ten sonra basın, yayın dünyasında şiir ve yazılarıyla ortaya koyduğu düşünceleri, Cumhuriyet’ten sonra bir hayli değişikliğe uğramıştır. Kendisinin 1925’te Lûtfiyye hakkındaki tenkitlerini yazarken, devrin İslâmî doğu kültürü dairesinden çıkarak ileri, medeni sayılan Batılı milletler dairesine girmeye yönelmiş resmî ideolojisinin tesiri altında ve tercihlerine uygun olarak faaliyet gösterdiğini göz önünde tutmak gerekir. (Onun Lûtfiyye’ye yönelttiği belli-başlı tenkitleri, yazımızın sonunda değerlendirmeye çalışacağız).

 

Tahirü’l-Mevlevî: “İçinde acayip fikirler vardır”

“Kuleli Askerî ve Darüşşefeka hususî liseleri edebiyat muallimlerinden Tahir” (Olgun, 1877-1951), talebeye bir hatırlatıcı (not) olsun diye yazdığı ve 1931 yılında İstanbul’da bastırdığı “Başlangıcından Tanzimat devrine kadar Edebiyat tarihimize dair Manzum Bir Muhtıra”da Sünbülzâde Vehbî’nin de hayatını kısaca hikâye ettikten sonra, edebî şahsiyeti ve eserleri hakkında bilgi vererek bazı değerlendirmeler yapar. Biz burada çalışma konumuzu göz önünde tutarak merhum muallimin sadece Lûtfiyye hakkında yazdıklarına temas edecek; diğer eserleri ve edebî şahsiyetine dair görüşlerini ise nakletmekle yetineceğiz. Tahir Bey’e göre, Vehbî’nin oğlu Lûtfullâh’a nasihatleriını içine alan Lûtfiyye adlı manzum eserinde, acayip fikirler vardır. “Şairin görüşü epeyce dardır.”

Burada açıkça söylemediği için muallimin Lûtfiyye’deki hangi fikirleri acayip (tuhaf ve hayret verici) bulduğunu bilmiyor, ancak tahmin ediyoruz. Tahminimize göre, başka bazı şair ve yazarlar gibi Tahir Bey’in de Lûtfiyye’de acayip bulduğu fikirler, felsefe, hendese (geometri), musiki gibi bazı ilimler ve sanatlar hakkındaki alaycı ve iğneleyici sözlerdir. Mevlevî tarikatine bağlı olan, bundan dolayı bütün mutasavvıf şair ve yazarlarımıza saygı ve sevgi beslediği, adı geçen öğretici eserinden de anlaşılan Tahir Bey’in[47], Lûtfiyye’de ney ve “Yunus ilâhîsi” hakkında yazılmış birkaç dikkatsiz ve saygısızca görünen beyti de hoş karşılamayacağını tahminen söylemek, herhâlde yanlış olmayacaktır.

Ancak onun gibi millî (İslâmî) ve ahlâkî değerleri mühim kabul ettiği eserlerinden anlaşılan bir edebî şahsiyetin, Lûtfiyye’de az bir yer tutan bu gibi “acayip fikirler”e temas etmekle yetinmeyip söz konusu nasihat kitabının büyük kısmını teşkil eden faydalı fikir ve isabetli tavsiyeleri takdir etmesi, bizce, hakkaniyete uygun davranış olurdu. Muallimin, Vehbî tarafından Tuhfe ve Nuhbe adlı manzum sözlüklerin yazılmasını “büyük hizmet” sayıp Lûtfiyye’de acayip fikirlerin olduğunu belirtmekle yetinmesi, kanaatimizce, noksan ve eserin bütünü hakkında yanıltıcı fikir verebilecek bir tariftir. Şimdi Tahirü’l-Mevlevi’nin muhtırasında ilkin umumî olarak Vehbî’nin edebî şahsiyeti, sonra Lûtfiyye’si hakkında hece ölçüsüyle yazdıklarını görelim:

“Hakkiyle nâzımdı bu koca âlim

Üslûbu görünür hatadan sâlim

 

Bununla beraber şâir değildi

O, şi’ri nazımdan ibaret bildi

 

Bir asır evvelki adaşı gerçek

Şâirlikte elbet kendinden yüksek

 

Vehbî’nin âsârı edilse hisap:

Muazzam bir divan, dört manzum kitap

 

Divanı: vezinli sözler derneği

O sözler belâgat bahsi örneği

 

(Lütfiye) ünvanlı manzum eseri

Oğlu Lütfullaha nasihatleri

 

İçinde acayip fikirler vardır

Şairin görüşü epeyce dardır

 

(Tuhfe)yle (Nuhbe)si manzum lügattir

Bunları yazması büyük hizmettir

 

Çocuklar bunları ezber ederdi

Hem lügat, hem aruz öğrenirlerdi

 

(Şevkengiz) isimli kitabı fakat

Ahlâk noktasından sakatmı, sakat

 

Hafiflik göstermek istemiş gibi

Yazmış açık, saçık bu (Şeyhi Sabî)

 

Kendisi kocamış, gönlü genç kalmış

Hava vü hevese boyuna dalmış

 

(Sürurî) dolamış diline bunu

Bu da karalamış hicviyle onu

 

Yazılan sözlerden bilinmiştir ki

Vehbînin edebî mesleki iki:

 

Bâzı sözlerinde Nâbiye uygun

Bâzısında ise Nedimden coşkun

 

Hicivde Nef’înin mukallididir

Üç türlü söz söyler Mer’aşlı şâir”[48]

[Bu koca âlim, gerçekten vezinli, kafiyeli yazılar (manzumeler) yazardı. Onun üslûbu hatasız görünür. Bununla beraber kendisi şair değildi. O, şiiri nazımdan (vezinli, kafiyeli sözlerden) ibaret bildi. Bir asır önceki adaşı (Seyyid Vehbî), doğrusu şairlikte elbette kendisinden yüksektir. Sünbülzâde Vehbî’nin eserleri hesap edilse, (görülür ki) büyük bir divanı, dört manzum kitabı var. Divanı, vezinli sözler derneği, o sözler belâgat bahsinin örneğidir.

Lûtfiyye adlı manzum eseri, oğlu Lûtfullah’a nasihatleridir. Bu nasihatnamenin içinde acayip fikirler vardır. Şairin görüşü epeyce dardır… Tuhfe’yle Nuhbe’si birer (Farsça-Türkçe, Arapça- Türkçe) manzum sözlüktür. Bunları yazması büyük hizmettir. Çocuklar bunları ezber eder; hem kelime (Farsça, Arapça sözcükleri ve onların Türkçedeki karşılıklarını), hem de aruz ölçüsünü öğrenirlerdi.

Fakat Sünbülzâde’nin Şevkengiz isimli kitabı, ahlâk yönünden sakat mı, sakattır!.. Bu çocuk (davranışlı) ihtiyar (şair), hafiflik göstermek istemiş gibi, açık-saçık şeyler yazmış… Kendisi yaşlanmış ama gönlü genç kalmış; heva ve hevese (nefsin gelip geçici, uygunsuz isteklerine) boyuna dalmış… Adanalı Sürûrî bunu diline dolamış; bu da hicviyle (yergileriyle) onu karalamış…

Yazılan şu sözlerden anlaşılmıştır ki, Vehbî’nin edebî yolu ikidir: O, bazı sözlerinde Nâbî’ye uygun, bazısında ise Nedim’den de coşkun; hicivde ise Nef’î’nin taklitçisidir. (Bu bakımdan denebilir ki) Maraşlı şair üç türlü söz söyler.]

Agâh Sırrı: “…içinde, bu gün için tuhaf görülecek fikirler de vardır.”

Liselerde verdiği edebiyat derslerinde öğrenciler tarafından tutulan notları genişleterek 1932’de “Edebiyat Tarihi Dersleri” adıyla bastıran Agâh Sırrı (Levend, 1894-1978), bu kitabında Sünbülzade Vehbî’nin hayatı, karakteri ve eserlerinden de kısaca bahseder. Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ını divan edebiyatı içinde mesnevi tarzının en başarılı eseri sayan Agâh Sırrı,  bundan sonra o nazım şekliyle yazılmış verimlerin hiç birinin bediî (estetik) değeri olmadığını ileri sürer. Vehbî’nin Şevkengiz adlı eserini, Enderunlu Fazıl’ın mesnevileri gibi estetik yönden kıymetsiz ve ahlâk bakımından “okunmağa değmez” bulan yazar, Lûtfiyye-i Vehbî hakkında Şehabeddin Süleyman, İbrahim Necmi misali selefleri yolunda kısa bir değerlendirme yapar:

Lûtfiye-i Vehpi: Yukarıda bahsettiğimiz gibi, manzum bir ahlâk kitabıdır. Nabinin, oğlu Ebülhayr için yazdığı Hayriyei Nabi ismindeki esere naziredir. Vehpi de oğlu Lûtfullah için bu eseri yazmıştır. Bu da birçok nasihatları ihtiva eder. Bunların içinde, bu gün için tuhaf görülecek fikirler de vardır. Ezcümle ilimlerden bahsederken şunları söyler:

Felsefiyyata tevaggul etme

Ruzu şep anı teemmül etme

 

İtibar eyleme pek hendeseye

Düşme ol dairei vesveseye”[49]

Sadettin Nüzhet’in Vehbî ve eserleri hakkındaki tanıtımı

Edebiyat tarihçisi Sadettin Nüzhet (Ergun, 1899-1946), “Tanzimat’a kadar Muhtasar Türk Edebiyatı Tarihi ve nümuneleri” adlı eserinde Sünbülzade Vehbî’nin şairliği ve Lûtfiyyesi hakkında seleflerine benzer düşünceler ileri sürmüştür:

“Vehbi, klasik edebiyatın bütün kaidelerini bilen bir adamdır. Divanı bir şiir mecmuası değil, adeta Bedi ve beyan denilen eski belâgat ilimlerinin tatbikat sahasıdır. Ne kadar lâfzî ve manevî san’at varsa hiç birisi onun kaleminden kurtulmamıştır. Her gazeli leffü neşirlerle muraatı nazirlerle ve bilhassa cinaslarla doludur. Bütün bunlar, şairane bir meziyet olmamakla beraber, Vehbi’nin bu husustaki meharetine hayran olmamak elde değildir. Vehbi, lisan itibarile selistir; şiirlerini de kolaylıkla yazabilirmiş. Netekim, Nabi’nin ‘Hayriyye’sini taklit ederek kaleme aldığı ‘Lûtfiye’sini bir hafta zarfında yazmıştır. Lûtfiye, didaktik bir eserdir. Manzum bir nasihat kitabıdır. Telâkki itibarile Nabi’den ayrılmaz. Bazan pek yavan, ilme karşı pek bigâne sözler söyler. Bunların en meşhuru

İtibar etme hele hendeseye

Düşme ol dairei vesveseye

beytidir.”[50]

 

Filozof Rıza Tevfik: “…oğluna talimatı çok kıymetli…”

1922’de 150’likler listesine alınan, bundan dolayı yirmi bir yıl yurtdışında sürgün hayatı yaşayan Rıza Tevfik’in (Bölükbaşı, 1869-1949) 1943’te İstanbul’a döndükten sonra gazetelerde edebiyat ve sanatla alâkalı yazılar yazdığı bilinmektedir. Rıza Tevfik, 1944 Mayıs’ında Yeni Sabah gazetesinde yazdığı yazılardan üçünü Sünbülzâde Vehbî’nin Lûtfiyye’sine ayırmıştır. Bize göre, Lûtfiyye’nin ahlâkî faziletleri telkin ve devrin millî gayret sahibi görünen riyakâr muhalifleri, yüksek mevkilerdeki devlet adamlarının çektiği sıkıntıları, dindar tavırları takınan hilekâr ve menfaatçi esnafı, sahte derviş ve şeyhleri gibi tiplerini ustaca tasvir etme yönündeki başarısını kadir-şinaslıkla belirten yazarlardan biri, Rıza Tevfik’tir. Şimdi onun Vehbî ve Lûtfiyye’si hakkındaki yazılarından iktibaslarda bulunarak bu nasihatnamenin ahlâkî ve tarihî ehemmiyetini nasıl ortaya koyduğunu göstermeye çalışalım:   

“Çoktan beri bir eski adamdan bahsetmek istiyordum ki, (Sünbülzade Vehbi)dir. Şairlik itibarile fevkalâde olmıyan bu zat (moraliste) olarak pek ehemmiyetli bir muharrirdir. Bu vâdide çok kıymetli şeyler yazmıştır ki, ben pek beğenirim. Halbuki bu mübarek adam kadar bana benzemiyen kimse tasavvur edemem!.. O kadar birbirimize yabancı mizaç ve seciyede yaradılmışızdır. Halbuki (Lâtife)[51] ünvanile oğlu için yazmış olduğu uzun mev’izeyi, yani nasihatnameyi okumaktan o kadar zevk alırım ki, tarifi sözle güçtür. Şunu da itiraf edeyim ki, bu kitaptan çok istifade etmişimdir. Hem eski zamanın idarî, ictimaî uygunsuzluklarına, hem de ilimlere ve güzel san’atlara dair besledikleri fikirlere vâkıf oldum ki, bu cihetleri hiçbir tarih kitabında bu kadar sarih ve (muhlis= sincère) bir lisan ile anlatmış olan bir kimse bilmiyorum. Ondan maada Avrupalıların (savoir vivre) yani âdabı muaşeret dedikleri (vâcibat les obligations) üzerine oğluna talimatı çok kıymetli fikirleri havidir. Yalancı dervişlikleri, çığrından çıkmış olan tekkeleri tasvirde cidden emsalsiz bir (realist artiste)dir. Esasen bir (Mev’ize+ poème didactique) mahiyetinde olan bu kıymetli eserde pek müstahsen bir sürü ahlâk prensipleri gayet asîl bir üslûp ile şefkatli bir baba nasihati olarak söylenmiştir. Birçok yerleri de ince istihzalarla dokunaklı bir içki gibidir.

Fakat en hoşuma giden ciheti hükûmete karşı son derecede (loyal) yani sadık, muti, hürmetkâr ve (muhafazakâr) bir memur nümunesi olmasıdır. Alelıtlâk hükûmete, yani hangi hükûmete olursa olsun, muhalif bir vaziyet alıp da onun icraatını tenkide kalkan müfsitler hakkında o kadar hoş ve bazan (hünerli humouristique) –fakat gönülden, muhlisâne!..- sözler söylüyor ki, iş başında bulunan hiçbir hükûmet adamı  tasavvur edemem ki, Vehbi merhumun o sözlerini okusun da: (Barek Allah!. Vehbi efendi. Allah emsalini arttırsın!..) demesin.

Merhum bu mev’izesinde mevzuu bahis ve hakkile tasvir etmiş olduğu o nikbetîler arasında bana çok benzer bir çehrede bulunduğu için, kırk seneden beri arasıra bu kıymetli eseri okuyorum ve her okuyuşumda güle güle katıldığım halde, yine bıkmadım. İçim sıkıldıkça yine alır o parçayı okur ferahlanırım. İyi bir vesika olduğu için en evvel o parçayı muhterem okuyucularıma arzediyorum. Daha çok mühim parçalar vardır ki, ehemmiyetle tavsiye ederim. (…)

Bu fasıl burada bitiyor. Lâkin burada Vehbi merhumun şu tarifi ile tasviri, o kadar mahiranedir ki, devlet hazinesinden pay alamadığı için devleti zemmetmeğe kalkan musibet herifin ve her devirde bulunan emsalinin –gariptir ki- şikâyetleri de hep ayni cümleler, ayni formüllerle ayni iftiralar ve yalanlar savuruyor. Tuhaf değil mi?. İki yüz sene evvelki muhaliflerle bugünküler hep bir ağız kullanıyorlarmış meğer!..

Hepsi de nimet içinde yaşıyan devlet adamlarına bilâsebep düşman!.. Hepsi de asrın kibarlarını, büyüklerini faslediyor. ‘Artık devlet adamı kalmadı, kıyamet yakındır; zaten nice alâmetler belirdi. Mehdî ve deccâl çıkacak!. Derhal bu cihan yıkılır durmaz!’ gibi sözlerle bozgunculuk ettiği halde, bir de ikbal yüz gösterip de mesrur olunca, dünyanın ömrünü nihayetsiz eder. Anlaşılan Vehbi merhum gibi daima kadılıkta gezen hükûmet adamlarile hükûmet kazanından bir kaşık çorbaya bile nail olamıyan nikbetiler her zaman ve ayni suretle makamlarına münasip olarak söz söylüyorlarmış! Burası bana garip geliyor. Maamafih bu pek kıymetli bir vesikadır. Bu dikkatli ve hamiyetli şairin zamane muhtekirleri hakkında da gayet mühim sözleri var ki tamamen bugüne kabili tatbiktir. Onlarda da hiç değişiklik yok! Eğlenceli bir manzume olduğu için onu da gelecek müsahabemde zikretmek isterim.”[52]

“Hükûmete karşı muhalefetten hiç haz etmiyen ve muhaliflerden fena halde ürken Vehbi bir vakit (Hâcegân)lık rütbesine nail olarak, sefaret hizmetile İrana gidip müflis olarak dönmüş olduğu için (zahiren çok tantanalı, fakat çok masraflı olan) o ünvandan ve memuriyetten hiç hoşlanmadığını pek iyi anlatıyor. (Hâcegân) sınıfından olan zavallıların bu ihtişamlı yaşayışına rağmen hem Ermeni sarrafa, hem de imansız muhtekir esnafa daima borçlu olarak yaşamağa mahkûm olduklarını o kadar iyi hikâye ve o kadar canlı bir surette tasvir ediyor ki, bu hikâyede bizim için pek kıymetli ibret dersi var.”

*

Bizde tarih yazmayı meslek edinmiş olan mütehassıslardan hemen hiçbirinin ilimde en doğru yol olan araştırma usulüne göre işe teşebbüs edip de siyasî ve sosyal hadiseleri –tarafsız bir şahit gözüyle kavrayamamış, onların gizli birtakım manevî ve iktisadî sebeplerle bağını düşünememiş olduğunu ileri süren Rıza Tevfik, Nâbî’nin Hayriyye’si ve Vehbî’nin Lûtfiyyesinden bu konularda hayli bilgi edinmenin mümkün olduğunu anlatır: “ (…)

Bunlardan maada bir de (âyan) var ki bizim memleketimizde Meşrutiyet zamanında, hükûmet tarafından nasb olunup mebuslar gibi bir meclis teşkil ederlerdi. Bunlar o cinsten değil, millet âyanı; başka çeşit adamlar: Kendileri halk arasından türeyip sivrilmiş ve halkı hâkimlerin ve hükûmet memurlarının zulmünden korumak ve müdafaa etmek davâsile meydana atılmış oldukları halde, halka zulüm etmekte, hükûmet memurlarını bastırmış ve hükümsüz bırakmış salâhiyetsiz cerrahlardır. Bu heriflerden hem (Urfalı Nabi) hem de (Maraşlı Vehbi) pek yana yakıla bahsediyorlar ve fuzûli olarak idare işlerine nasıl ve niçin karıştıklarını lâyıkile anlatıyorlar. Tarih yazanların hakkiyle ifâ etmedikleri bu ehemmiyetli vazifeyi -büyük şair olarak doğmamış olan- bu iki malûmatlı nâzım hakkiyle ifâ etmiş! Allah razı olsun!. Bunları müverrihler de okumalı!

Buraya bazı parçalar naklediyorum ki, Vehbi’nin oğluna yazdığı Lûtfiye adlı nasihatnamesindendir. Vehbi Nabi’ye özenerek bu kitabı yazmıştır ve onun izinden ayrılmıyarak tamamen üslûbunu taklit ve dediklerini tasvip ve tekrar etmiştir.

Vehbi, çok müddet kadılıklarda dolaşmış ve bir zaman da hâcegânlık rütbesine nail olarak İrana sefaretle gitmiş ve hayatı rahat ve meşakkati ile tecrübe etmiş olduğu için oğluna verdiği muhlisane nasihatler kıymetli tecrübelerinin mahsulüdür. (…)

Hepsini buraya nakledemediğime çok esef ediyorum, çünkü bu fecî hikâye daha çok uzun sürüyor. Lâkin bu kadarı da hamiyetimizi galeyana getirmek için kifayet eder. Ben bilirim ki, gençliğimde hükûmeti mutlaka zamanında –pek nâdir olan birkaç zengin vezirden maada- hemen bütün devlet memurlarının (malî ve idarî vaziyeti itibarile) yüzde seksen beşi tamamile Vehbinin nakil ve tasvir ettiği gibiydi. Bizde aşağı tabakadan türeyip de büyük makamlara çıkacak yollar bularak “ricâli devlet” sırasına geçen, hattâ hayli zengin olan bir çok kişilerin niçin üçüncü nesle varmadan aileleri perişan ve sefil olup, çarçabuk torunları, büyük babalarının aslına rücu ediveriyor?. Neden başka memleketlerde olduğu gibi, bizde de halk arasından en büyük bir mevkie yükselip de bir aile kuran becerikli adamın refah içinde yaşayan ailesi, o seviyei içtimaiyeyi asırlarca muhafaza ederek bir aristokrat sülâle temin edemiyor?. Pek uzaklara gitmiyelim!. Hani Sultan Mahmut veya Mecit zamanı vezirlerinin aileleri ve hafidleri?. Hani cihan seraskeri Rıza paşanın, Âli paşanın ve dünkü Hüseyin Avni paşanın, Mithat paşanın, Abdülkerim paşanın torunları?.. Ne çabuk kayboldular, hattâ bazılarından bir fert kalmadı!.. Ben bu meseleyi kırk seneden beri düşünmekteyim.

Eminim ki çoktan beri tanıdığım Vehbi’nin ve Nabi’nin bu fecî tablolarında yukarıki müthiş sualin aradığı sebeplerden bazıları pek açık görülüyor. Evvelâ hiç şüphe yok ki, asalete yakışacak terbiyei hususiyeden mahrumiyet en mühim sebeplerden biridir. Sonra çabuk türeyenlere has olan nümayiş aşkı ve ondan doğan sefahat iptilâsı, o en mühim sebeplerin ikincisidir.

Üçüncüsü de –zannıma göre- ya hükûmet divanında ya ticaret meydanında her nasıl olursa olsun, bir mühim mevki tutmuş (dünyalık da kazanmış) becerikli bir adam, çalışmaktan, yorulmaktan hiç çekinmediği halde evlâdının babası kadar zahmetli işlerden haz etmemesi olsa gerektir. (…)”[53]

“Vehbi’nin oğluna verdiği nasihatlerden oğlu zerre kadar istifade edip de, belli başlı bir adam olamamış. Demek ki nasihatin hiç hükmü olmuyor. Kabiliyet de şarttır. Ondan sonra şu ciheti de unutmamalıdır ki, ahlâk nazariyatı ahlâktan sayılmaz; ilimden sayılır. Biz Vehbi’nin bazı rivayetlerinden istifade edebiliriz. Biz o ahlâk prensiplerinin âlâsını biliriz. İşlediğimiz işlerde o ahlâk prensiplerini, hiç hatıra getirmiyecek olduktan sonra, yalnız bilmek ne işe yarar?.. Vehbi – ve yolunu takip ve usulünü tasvip ettiği Urfalı Nabi- gayet tuhaf bir hedefe ok atıyorlar: İnsanları değil, meslekleri zemm ü kadih ediyorlar!.. Meselâ Nabi ‘paşalığa heves etme!. Dağdağası, tantanası çoktur ‘badihava’(1) olmadıkça, rüşvet almadıkça olmaz, konağın ve bir sürü uşakların ağaların, kâhyaların idaresi mümkün olmaz!.’ diyor. Tabiîdir ki bu, dediği bâtıldır; çünkü o unvan muvazzaf bir büyük memuriyetin mertebesini gösteriyorsa bir devletin idaresinde öyle bir vazife pek mühim bir yer tutar. Bir hizmettir, hattâ bir meslektir, ve o itibarla bunlar zemm ü kadih edilemez, fakat ‘bu memuriyetler insaf ve namus ile idare edilemez, masrafı çoktur. Zamanımız vezirleri vâkıa melek gibi adamlardır, dindar kimselerdir, lâkin ne çare?..’ deyip öyle şeyler anlatıyor ve rüşveti kelâm verdikten sonra, tamamen içini boşaltıyor ki, işte biz bu rivayetlerinden hayli istifade edebiliriz; çünkü tarihlerimizde bu zulümlerin bu haksızlıkların bu kadar realist ve objectif tasvirlerini göremeyiz.

Nabi’yi aynen taklit eden ve bu yolda onun izinden giden Vehbi, ömrünün kısmı küllîsini kadılıklarda geçirdiği halde oğluna verdiği nasihatlerin birçoğunu kendi işlerine tatbik hususunda ihmal etmiştir sanırım. Lâkin hayatta birçok tecrübesi olduğu muhakkaktır. O tecrübelerden hâlâ istifade edebiliriz, çünkü o zaman bazı sınıflar muamelâtında teamül şeklini alan bir takım âdetlerden bahsediyor ki, onlar bugün bile bizde mevcuttur. Meselâ bugün hâlâ birçok kimseler -hususâ küçük memurlar- esnaftan veresiye alış veriş ederler ve hesaplarını zapt u rapta alamadıkları için ölünceye kadar esnafın elinde esir olup kalırlar. Ben şarkta her hangi memlekete gittim ve hizmet ettimse bu felâketi tâundan vebadan daha mühlik bir musibet olarak gördüm. Demek ki, Vehbi zamanından (benim bildiğime göre hazreti Nuh zamanından!) bu âna kadar bu fena âdet devam ediyor; ve şekil ve idarei hükûmet değişmekle böyle yerleşmiş fena âdetler ve teamüller kolay kolay değişmiyor.

İşte Vehbi onun için tacirlere ve esnaf gürûhuna fena halde yüklendikten sonra, oğluna pek güzel nasihatler veriyor:

Evvelâ esnafla san’at erbabına hakaretle bakıyor ve bunlara karşı tavrı derebeylik zamanına has bir aristokrat tavrıdır. Bu türlü işleri zelil ve sefil addediyor: (…)

Bu güzel ve doğru nasihate ne kadar ailelerin ve efradın muhtaç olduğunu herkes benden iyi bilir, onun için daha fazla söze lüzum görmüyorum. Yalnız şunu ihtar ederim ki, bu hususta hâlâ Vehbi ile muasır olarak yaşamaktayız. Halbuki Maraşlı Vehbi (1214) senei hicriyesinde[54] pek ihtiyar olarak ölmüştü.

Teessüf ederim ki Vehbi bahsini uzatamıyacağım, yalnız gariptir ki o zaman, hükûmete zerre kadar söz söylemeyi revâ görmiyen bu loyaliste(2) adamlar, daha ziyade hürriyetle her düşündüklerini söylerlerdi. Vehbinin tekkeler ve zikrullah ile meşgul olmak iddiasında bulunan dervişler hakkında söylediği şu sözlere bakınız!.. (…)”[55]

 

Ali Canib Yöntem: “…tarihî değeri vardır.”

Yeni Türk edebiyatıyla alâkalı araştırma ve yayınları yanında klâsik Türk edebiyatı tarihine dair makaleleriyle de tanınan Ali Canib Yöntem (1887-1967), bir yazısında Hayriyye ile Lûtfiyye’yi mukayese etmiş; “Sünbülzade Vehbi” adlı başka bir yazısında ise onun diğer eserleriyle birlikte Lûtfiyye’si hakkında da bilgi vermiştir. “Sünbülzade Vehbi” isimli makalesinin başında söz konusu şairin “daima yavan, soğuk şeyler yazar bir geveze” olmadığını belirten Yöntem, “zevk sahipleri tarafından beğenilecek pek çok güzel ve üstadane şiirleri”nin bulunduğu üzerinde durur.

Ali Canip Bey, Vehbî’nin eserlerini tanıtıp değerlendirirken Lûtfiyye’nin didaktik bir metin olduğunu, edebî olmaktan çok tarihî yönden değer taşıdığını, o devrin ahlâk, hareket ve gidişini anlamak için bu gibi vesikalara başvurmak gerektiğini ifade eder. Rıza Tevfik’in Sünbülzâde Vehbî’ye dair 1944 Mayısında Yeni Sabah gazetesinde çıkmış yazılarını okuduğunu ve onlardan faydalandığını tahmin ettiğimiz Yöntem’in bu konuda yazdıkları, Lûtfiyye hakkındaki kısa tanıtım ve tenkitlerini naklettiğimiz edebiyat tarihlerine nazaran daha genişçe ve gerçeğe uygun bir değerlendirmedir. Bu parçanın, söz konusu mesneviden yapılan iktibaslar dışında kalan kısmını aynen naklediyoruz:

Lûtfiye- Nabi’nin Hayriye’sine nazîre olarak kaleme aldığı manzum bir nasihatnamedir. Divanın sonunda münderiçtir. Oğlu Lûtfullah için yazdığı bu uzun manzume tabiatiyle Didaktik bir eserdir. Tıpkı Hayriye gibi edebî olmaktan ziyade tarihî değeri vardır.13 Naima istisna edilecek olursa eski tarihlerimizde meşgul oldukları devrin hususiyetlerini bulmak mümkün değildir. İşte bazı edebî eserler ve bunlar arasında Nabi’nin Hayriye’siyle Vehbi’nin Lûtfiyesi bu hususiyetleri görmek, devirlerinin ahlâk ve mişvarını anlamak için baş vurulacak vesikalardandır. Vehbi’nin ciddî olmaktan ziyade lâtifeye hamledilmesi lâzım gelen

İtibar eyleme pek hendeseye

Düşme ol daire-i vesveseye

demesine aldanarak onun geri kafalı bir adam olduğunu sanmak hatâdır.[56] O, devrinde pek revaçta olan bakıcılık, büyücülük gibi asıl ve esası olmayan yalancı ilimleri red ve tekzip etmiş, oğlunu bunlara inanmaktan meneylemiştir. Bundan başka ıstılah paralamanın; hasisliğin, mükeyfiyatın[57], kuşbazlığın aleyhinde bulunan şair bu eserinde bilhassa devrinin yer yer portrelerini çizmiştir. Bir iki misal verelim; yüksek mevkide olanların ruhan nasıl daimî bir üzüntü içinde olduğunu, manevî başdönmelerin bu adamları ahlâk itibariyle ne kadar tereddiye uğrattığını bakınız ne canlı tasvir etmektedir: (…)

Esnaf hakkında da tipik tasvirleri vardır: (…) Nabi’nin, oğluna ‘hacegânlık’ meslekini tavsiyesine karşı, Vehbi ‘ilmiye’ tarıkına girmesini ister. (…) İlmiye tarikine mensup olanların, öteki meslek sahiplerine nisbetle daha emin olduklarını anlatarak şöyle der: (…)”[58]

 

Yöntem’in Hayriyye- Lutfiyye Karşılaştırması

Ali Canib Yöntem’in Hayriyye ile Lûtfiyye’yi ele alıp karşılaştırdığı makalesinden de bazı paragrafları nakletmek istiyoruz:

“Eski tarihlerimiz -Naîmâ Tarihi müstesna- son derece basit sathî şeylerdir. Geçmişteki içtimaî hayat ve içtimaî ahlâkı bunlardan öğrenmek mümkün değildir. Bu sebeple uğraşılan devrin, örf ve âdetini, zihniyetini tarih kitapları dışında kalan eserlerden öğrenebiliriz. Avrupalı seyyahların kaleme aldıkları hatıralar ve emsalleri ilk plânda olmak şartıyla yerli eserlerden Evliya Çelebi ‘Seyahatnâmesi’, Seyyid Vehbî’nin Surnâmesi, Haşmet’in ‘Velâdetnâme’si hemen akla gelenlerdir.

Nâbî’nin ‘Hayriye’si ile Sünbül-zâde Vehbi’nin ona nazîre olarak vücuda getirdiği ‘Lütfiye’si, bize devirlerinin zihniyetini, örf ve âdetlerini ifade etmeleri bakımından az önemli değildirler.

Hayriye ve Lütfıye, frenklerin ‘genre didactique’ dedikleri nev‘e girecek edebî eserlerdendir. Bir hakikati telkin etmek gayesiyle kaleme alınmış yazıların umûmuna didaktik eserler denilir. Bunlar bedîî vicdanımıza doğrudan doğruya hitap etmeyebilir. Edebî neviler arasında sayılmaları, bir milletin zekâ ve kültür derecesiyle yakından alâkalı oldukları içindir. Garp memleketlerinde yazılan edebiyat tarihlerinde bu nevi eserlerin yazarlarına yüksek mevki verirler. Muvaffak bir didaktik manzûme kaleme almak kolay bir iş değildir; ince bir zekâya, derin bir vukûfa muhtaçtır. İki Lâtin şairi, Lucrecius ve Vergilius bu nev’e giren eserleriyle dâhî sayılmışlardır. Meşhur ‘fable’lerin sahibi La Fontaine’in Fransız Edebiyatındaki müstesnâ yeri herkese malûmdur.

Hayriye ve Lütfiye böyle yüksek değerde manzûmeler değildir. Ziya Paşa’nın Hayriye için:

Nâbi de bu yolda pehlevândır;

Hayriyyesi fazlına nişândır.

 

Ol hüsn-i edâ o hüsn-i ta’bîr

Eyler işiden kulağı teshîr.

 

San’at ile eylemişdir ol pîr

Asrındaki hâl-i mülki tasvîr

 

Zulm-i vüzerâyı söylemişdir

Hâl-i fukarâyı söylemişdir.

deyişinde doğru ve yanlış cihetler vardır. Hayriye, o devir için, sahibinin ‘fazl’ına şahadet eder. Fakat edebî bakımdan öğülecek bir hususiyeti yoktur. Tarihi aydınlatmak noktasından o ve naziresi olan Lûtfiye aslâ ihmal edilemez. Her iki manzûmede telkin edilen ahlâk yüksek, menfaatbilmez bir ahlâk değildir. Müstebit bir muhitin icap ettirdiği ‘neme lâzımcı’ bir ahlâktır.

Hayriye ve Lûtfiye -bütün eski eserlerimizde mutâd olduğu gibi- Allah’a hamd ü senâ ile başlar. Nâbî bu hususta sözü uzatır, İslâm’ın şartlarından namazdan, oruçtan, hac’dan, zekât’dan ayrı ayrı “matlab”lar hâlinde bahseder. Vehbi sözü kısa keser. Her iki eser ‘ilm’in lüzumunda ‘remil’, ‘nücûm’ gibi yalancı ilimlerin mânâsızlığında müttehittir. (…)

Bu hususta Vehbi sözü daha uzatır: Vefk gibi, üfürükçülük gibi, sonra eski kimya ve simya gibi şeylerin boşluğunu anlatır. Vakıâ arada:

İ’timad eyleme pek hendeseye,

Düşme ol dâire-i vesveseye

gibi garabetler de gösterir amma bu gibi sözler için bile:

Ma‘rifetdir sözümüz yok ammâ

Bile gitsin anı mi‘mar-ı binâ

yolunda tamirlerde bulunmağı ihmal etmez.

Nesep ve asalet gibi şeylerle öğünmenin mânâsızlığında iki şair müttefiktir. (…)

Hayriye ve Lûtfiye’nin önemleri, yukarıda işaret ettiğimiz gibi devirlerinin tarihlerini aydınlatan, bize ahlâkî ve içtimaî manzaraları gösteren kısımlarındandır. Meselâ Hayriye’nin ‘Matlab-ı Dağdağa-i paşayî’ bahsi pek dikkate değer. Önce oğluna îtidalden ayrılmamasını, masrafın îrâda uygun olması lâzım geldiğini söylüyor, sonra şunları anlatıyor: (…)

Bu bahis çok mühimdir. Bugünkü dille biraz anlatalım:

‘Vezirlerin çoğu, yarın başına neler gelebileceğini düşünerek ölümü tercih eder. Aynı zamanda dairesinin masrafı onu zulüm yapmağa zorlar. Çünkü zulüm yaparak şuna buna saldırmasa para bulamaz, dairesi halkını besleyemez. Mansıbı rüşvetle aldığı için borca batmıştır. Fakat vezirlik debdebesine halel getirmemek iktiza eder. Maiyeti halkı hep hilekâr ve hırsız… Muharebe olur, asker lâzımdır. Askere de para vermek şarttır. Vezir, dairesinin batak idaresi içinde iflas ettiği için parayı halktan toplamağa mecburdur, fakat kimse gönül rızasiyle on para vermez, işte o zaman zulüm, işkence başlar. Gerçi Padişahın fermanında vezire ‘Nizâmü’l-mülk’ unvanı verilmiştir amma o hüküm sürdüğü yerleri virâneye döndürür. Bu rezalet hiç bir memlekette yoktur,
bize mahsustur. Memleketi adaletle idare lâzımdır, o zaman ne düşman kalır ne eşkiyâ…’

Lütfiye’de de aynı bahiste aşağı yukarı bunlar anlatılır:

Ehl-i câhın hele hiç râhatı yok,

Düşünüp azlini emniyyeti yok.

 

Belki etbâ’ı ider zevk ü safâ

Kendinin çektiğidir cevr ü cefâ

 

Lütfile âlemi memnûn idemez.

Herkesin hâhişi üzre gidemez.

 

Bâhusûs oldı zamâne gaddâr,

Söylenir hakkına yüz bin güftâr.

 

Böyle mihnetle geçer eyyâmı,

Düşünür kim ne olur encâmı…

Vehbi’nin de bu hususta anlattıklarını gene bugünkü dille hulâsa edelim: ‘Vezirler, mansıplarının verdiği sarhoşlukla yatarken birdenbire elindeki saadet kadehi düşer, kırılır. Esasen çoğunun himmeti kıttır. Rütbesi arttıkça azameti çoğalır. Eski ahbabını unutur. Onlarla konuşmaktan âdeta utanır, yanına girse de yüzüne bakmaz. Elinden geleni esirger. Mansıpta iken etrafını dalkavuklar alır. Kendini âleme rezil eder, başına bin türlü belâ gelir. Elinden fırsat gidince nâdim olur. Fakat tekrar eline fırsat geçer geçmez eskisinden beter işler yapar.’

Vehbi bunda sonra oğluna şu nasihatte bulunur:

İffet erbâbı selâmet buldı,

Gûşe-i azlde izzet buldı.

 

Hıfz iden ırz u vekâr u şânın

Kârının görmedi hiç husrânın.

 

Gıpta itme bakıp ehl-i câha

Düşme ol ka’rı bulunmaz çâha.

 

Mutavassıt ola hâl ü mâlin

Ötesin pek arama ikbâlin…

 

Nabî ile Vehbî arasında -bilhassa zamanın tesiriyle- bazı telâkki farkları da görülür. Meselâ Nâbî, kendisinin de mensup olduğu hâcegânlık yolunu tercih eder. Bunu bugünkü dille şöyle anlatabiliriz:

‘Kadıasker bile olsan medrese yolunu tutma. Önce bir çok zamanın zarûretle geçer. Müderrisken yıllar geçer terfi edemezsin. Sonra ihtiyarlarsın. Bin müşkülle bir kadılık koparırsın…”

Nâbî, bundan sonra şunları söylüyor:

Elliden sonra olup ehl-i sefer

Haremiyle Haleb ü Şâm’a gider.

 

Eyler aksâ-yı bilâda seferi,

Sorma yollardaki havf ü hatarı.

 

Varsa da mansıba râhat mı görür,

Başı kavgâda selâmet mi görür.

‘Yaşayabilirse yetmiş yaşında İstanbul’a gelir. Anadolu kadıaskeri olur. Fakat rahata erer sanma. Bir de bakarsın, Rodos’a sürülür. Bunun için, oğlum, sana hâcegânlık mesleğini tavsiye ederim. Herkesten itibar görürsün. Terbiyeli ve alçak gönüllü de davrandın mı senden mesut adam olmaz.’

Vehbî, bunun aksini söyler. Der ki: ‘Nâbî hâcegânlığı metheder. Vaktiyle bu mesleğe çok rağbet edildiği için mensupları çoğalmış, bu da zilletlerine sebep olmuştur. Hepsi gırtlağına kadar borca girmiştir. Alacaklısından bucak bucak kaçar… Gene en iyisi medrese tarîkıdır. Gerçi mensupları biraz fakirâne yaşarlar. Fakat hiç olmazsa padişah öteki meslek erbabı gibi sık sık kafalarını uçurmaz…’

Umûmî hüküm ve tasvirleri itibariyle Nâbî çok muvaffak olmuştur. Vehbî de daha münferit bahislere, psikolojik tahlillere, tip tasvirlerine girişmiştir: Esnaf hakkında anlattıkları, evlenmek hususunda öğütleri, hizmetçilere dair söyledikleri, o devrin züppelerini tasvir eden ‘Der men‘-i istılâh-perdazî’de anlattıkları ayrı ayrı tahlile değer şeylerdir.

Bütün bunları söyledikten sonra her iki eserin telkin ettiği ahlâk hakkında kısaca deriz ki: Nâbî ve Vehbî eserleriyle yüksek bir ahlâk değil (opportuniste) bir ahlâk telkin etmişlerdir. Her ikisinde de çocuklarını azme, cidâle, menfaat bilmez gayelere doğru sürüklemek himmeti yoktur. Ahlâk noktasından nasihatleri uzun bir ‘sakın haaa’dan ibarettir.”[59]

Kocatürk’e göre, eserin en enteresan tarafları…

  1. asırda Türk edebiyatı tarihini yazan edebî şahsiyetlerden Vasfi Mahir Kocatürk (1907-1961), Vehbî’nin divanı, bilhassa edebî görüşlerini anlattığı “sühan” kasidesi üzerinde durduktan sonra Lûtfiyye’si hakkında bilgiler verir. Nasihatnamenin musiki sanatına dair kısmında ney üflememeyi mizahî bir tarzda tavsiye eden beytiyle zamanenin şair geçinen bazı dilencilerinin tasvir edildiği bölümünde sözlerinin Yunus ilâhîsi sanıldığının söylenmesi, umumi kanaate aykırı olduğundan yazarın dikkatini çekmiştir. Ancak burada Yunus Emre’nin “saz şairi” olarak tanıtılması, bizce delil ve dayanağı belirsiz bir vasıflandırmadır. Çünkü Yunus Emre, saz şairi değil; zaman zaman “ümmî” olduğunu söylese de şiirlerinden anlaşıldığına göre ilim, irfan sahibi bir mutasavvıftır. Kendisi, Türk Halk Edebiyatı içinde mütalâa edilse dahi edebiyatımızın bu kolunun “Tekke edebiyatı” ismiyle de adlandırılan dinî- tasavvufî kısmına mensup sayılır. Türk Edebiyatı Tarihi müellifinin Lûtfiyye’yi tanıtıp değerlendirirken bu mesnevide en enteresan bulduğu taraflardan biri, devrin bazı tip ve karakterlerinin keskin çizgilerle tasvir edilmesidir:

Lûtfiye-i Vehbî, şairin Lûtfullah adlı oğluna hitaben yazılmış, ahlâkî ve didaktik bir eserdir. Hayriye-i Nâbi’nin daha muhtasarı, daha basitidir. Bütün nazımlarında olduğu gibi bunda da kolay bir söyleyiş vardır. Rastgele çeşitli serlevhalar altında kısa kısımlarda, klâsik görüşe bağlı umumi bilgiler ve öğütler veriliyor. Bu arada musikiden bahsederken, umumi kanaate aykırı olarak Mevlâna ile eğleniyor. Zamanının sahte şairlerinden bahsederken divan edebiyatı mümessili sıfatiyle saz şairi Yunus’a karşı duyduğu antipatiyi de açıklıyor.

Eserde zamanının bazı tip ve karakterlerini tasvir etmesi eserin en enteresan taraflarındandır. Devrin hayatından sahneler, çeşitli meslek sahipleri, bazı devlet adamlarının yaşayışları kısa ve keskin hatlarla tasvir edilmiştir. Esnaf hakkındaki şu beyitleri bunlardandır:

Kizbi sermaye edip hileyi kâr

Düşürür dâmına enva-i şikâr.

 

Nazarı dirhem ü dinardadır,

Çıkacak iki gözi kârdadır.

 

Müşteri anlasa yoldan çevirir,

‘Buyurun!’ der eline kahve verir.

 

‘Hacı Ağa’ deyü ikram eyler,

Kendü zu’münce anı ram eyler.

 

Medhe ağaz ederek kâlâsın

Çıkarır sanki ana âlâsın.

 

Sonra der kim iyi tutkun buldum.

Avlayıp toy gibi bir kaz yoldum.

 

Nicesi şekl-i taassupta gezer,

Sürmeli gözlerini hoşca süzer.

 

Açmaz ol besmelesiz dükkânı,

Aldatır bulsa veli şeytanı…

Muhtasar ve sistemsiz olan Lûtfiyye’de de, Hayriye gibi, ferdi ve şahsi ahlâk anlayışı hâkimdir. Fikir bakımından bir orijinalliği yoktur.”[60]

 

Banarlı’ya göre Lûtfiyye’de bulunan ve bulunmayanlar

Edebiyat tarihi yazarlarımızdan Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi adlı eserinde Sünbülzade Vehbî’nin divanı üzerinde fazla durmadan Lûtfiyye adlı mesnevisini tanıtıp değerlendirir. Ona göre, Vehbî’nin şöhretini sağlayan ve çok okunan eserleri, mesnevileridir. Lûtfiyye, Vehbî’nin oğlu Lûtfullah’a ve onun şahsında diğer gençlere nasihat tarzında yazdığı bir mesnevidir. Banarlı, bazı tezkire tezkire ve edebiyat tarihi yazarlarının söz konusu eser hakkındaki fikirlerine işaret ederek onun Nâbî tarzı mesnevînin, demek oluyor ki Hayriyye’nin bir devamı sayıldığını, başka bir ifadeyle adı geçen nasihatnameye nazire olduğunu söyler. Lûtfiyye’nin Hayriyye naziresi sayılmasının sebebini her iki eserin mevzularının ortak oluşu şeklinde ifade ettikten sonra Vehbî’nin meslek seçimi gibi bazı konularda Nâbî’den biraz farklı fikirler taşıdığını da sözlerine ekler. Her iki şairin çocuklarına ilim tahsilini tavsiye ettiklerini, Vehbî’nin bu hususta biraz iğneli ve nükteli konuştuğunu birkaç beytini örnek göstererek ileri süren Banarlı, her iki öğüt kitabında da “gençlere yüksek bir gaye, enerjik bir kalkınma yolu ve bir hamle ufku” gösterilmediği, hattâ bu eserlere hâkim olan nasihatın, fazla yükseklere göz dikmeden, alçak gönüllü fakat menfaatçi bir insan olma ahlâkı gibi göründüğü kanaatindedir. Ona göre, bunun sebebi, 18. asrın sonunda Türk aydınlarının Batı ülkelerindeki fikrî ve sosyal hamlelerden habersiz olmalarıdır. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi sahibi, Lûtfiyye’nin “o devrin çeşitli meslek ve mes’eleleriyle bunların aksayan taraflarını tanıtması bakımından” tarihî vesika değerinde olduğunu da ifade eder:

“Lûtfiyye, Vehbî’nin oğlu Lûtfullah’a ve onun şahsiyetinde dîğer gençlere nasihat vâdîsinde yazdığı bir mesnevîdir. Bu eserinde Vehbî, yer yer kendi görüş ve düşünüşleri ile kendi devrinin mes’elelerini işlemekle berâber, eseri, Nâbî tarzı Mesnevî’nin bir devâmı sayılır. Bunun sebebi, Lûtfiyye’nin Nâbî’nin Hayriyye’sine nazîre olmasıdır. Şâir, bu eserinde temâs ettiği ahlâkî, içtimâî, iktisâdî ve hayâtî mevzuları, Nâbî’nin mevzûları hâlinde ele almıştır. Aradaki fark dildedir ve hayatta meslek seçme gibi bâzı bahislerde görüşlerinin Nâbî’den biraz ayrı oluşundadır. Meselâ her ikisi de çocuklarına ilim tahsîlini harâretle tavsiye ederler. Vehbî bu hususda biraz iğneli ve nükteli konuşur, der ki:

Ulemā çekse de farza hüsran

İlm sermâyesi bulmaz noksan

 

Ateşe yansa cihan hark olmaz

Kopsa tūfan suya da gark olmaz

 

Cebr ile hākim ü vālî alamaz

Kalsa meydanda da hırsız çalamaz

 

Bununla berâber, Vehbî’nin eserinde, Nâbî’de de olduğu gibi, gençlere yüksek bir gaye, enerjik bir kalkınma yolu ve bir hamle ufku gösterilmez. Hattâ bu eserlere hâkim olan nasihat, fazla yükseklere göz dikmeden, mütevâzî fakat menfaatçi bir insan olma ahlâkı gibi görünür.

Bunun sebebi XVIII. asır sonunda Türk münevverlerinin, Batı’da dünyâ ölçüsünde hareket yapan ve yapacak olan fikrî ve sosyal hamlelerden hâlâ habersiz olmaları ve öyle yetişmeleridir. Vehbî’nin eseri bize o devrin çeşitli meslek ve mes’eleleriyle bunların aksayan taraflarını tanıtması bakımından, ayrıca, târîhî vesîka değerindedir.”[61]

Banarlı’nın Lûtfiyye ve dolayısıyla onun doksan sene önceki örneği Hayriyye hakkında verdiği hükümler ve yaptığı değerlendirmeler bizce de umumiyetle doğrudur. Ancak biz, ilim ve âlimler hakkında Lûtfiyye’den alınan beyitlerin, Hz. Ali’ye ait olduğu rivayet edilen bir mukayeseye dayandığını düşünmekteyiz. Hz. Ali, Kümeyl bin Ziyâd’a ilmin maldan, yani maddî varlık, kazanç ve zenginlikten üstün olduğunu çeşitli yönlerden izah ederken der ki: “Ey Kümeyl, ilim maldan hayırlıdır; ilim seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. Mal sâhipleri malın zevâliyle zevâl bulup giderler.”[62] Vehbî, geçen asırlarda çeşitli manzum ve mensur eserlerde görülen ilim ve mal mukayesesinin bir kısmını nükteli biçimde aktarmıştır.[63]

 

Esere Dair Bazı Tesbit ve Tenkitlerin Değerlendirilmesi

  1. Şânîzâde Atâullah Efendi, Ârif Hikmet Bey, Hammer, Fatin Dâvud gibi tarih yahut tezkire yazarları Vehbî’nin Lûtfiyye’sinin Hayriyye-i Nâbî şeklinde veya ona nazire tarzında bir eser olduğunu belirtmiş; Ziyâ Paşa da Harâbât’ın manzum başlangıcında anılan kitabı kast ederek “Doğrusu mesnevisi de hoştur; Nâbî’ye (Nâbî’nin Hayriyyesine) ikinci dense pek lâyıktır” manasında bir beyit söylemiştir. Gustav Flügel[64], Edgard Blochet[65] gibi şarkıyatçıların da Türkçe yazmalara dair kataologlarında Lûtfiyye’nin Hayriyye’nin taklidi olduğunu kaydettikleri görülür. İbrahim Alâeddin, Agâh Sırrı (Levend), Ali Canib Yöntem, Vasfi Mahir Kocatürk, Nihat Sami Banarlı gibi çeşitli edebiyat tarihi araştırıcıları veya edebiyat tarihçileri de Lûtfiyye-i Vehbî’nin Nâbî’nin Hayriyyesine nazire olduğunu belirtmişlerdir.

Tahminimize göre bunun bir sebebi, Vehbî’nin Lûtfiyye’sinin baş tarafında kendi oğluna hitap ederken ahlâk ilmine dair nazım ve nesirle yazılmış çok eserin bulunduğunu, fakat Nâbî’nin Hayriyye’sinin mana dolu olduğunu belirtmesi, doksan sene önce meydana getirilmiş o nasihatnameyi överek tavsiye etmesidir. Vehbî’ye göre, Nâbî her ne kadar sözü uzatmışsa da ele aldığı konuları iyi araştırmıştır.

Lûtfiyye’nin Hayriyye’ye benzer bir eser sayılmasının diğer bir sebebi, her iki mesnevinin de öncelikli muhatabının o nasihatnameleri meydana getiren şairlerin oğulları oluşudur. Nâbî, eserini, 1701 yılında yedi yaşında bulunan oğlu Ebü’l-hayr Mehmed için yazmış; bundan dolayı onun ismini “Hayrî-nâme” koymuştur. Sünbülzâde Vehbî’nin oğlu Lûtfullah dünyaya geldiğinde, kendisi elli yaşındadır. Şair, yaşlılığında bir oğula sahip olmanın sevinciyle bu eserini H. 1205/ M. 1790-91 yılında, demek oluyor ki 72-73 yaşlarında yazmış; adı geçen selefine benzer biçimde ona “Lûtfiyye-i Vehbî” ismini koymuştur. Bu sırada oğlu 21 yahut 22 yaşındadır ve babasının kendi namına yazdığı nasihatnameyi anlayabilecek seviyededir.

Her iki eserin şekil ve içine aldığı fikir, tavsiye ve tenkitler yönünden büyük ölçüde benzerlik göstermesi de Lûtfiyye’nin Hayrî-nâme’ye nazire tarzında, onun taklidi ve kısaltılmışı mahiyetinde bir eser sayılmasının sebepleri arasındadır. İki basihat kitabı da aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla ve mesnevi şeklinde yazılmıştır. Hayrî-nâme, çeşitli yazma nüshalarına göre beyit sayısı 1650 civarında olup Mahmut Kaplan’ın tenkitli neşrine göre 1660 beyit[66], Lûtfiyye, tamamlanış tarihini belirten iki beyitli tarih kıt’ası hariç tutulursa, 1183 beyitten ibaret; demek oluyor ki ilkinden aşağı yukarı 470 beyit daha kısa bir eserdir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, söz konusu nasihatname türündeki iki meşhur mesnevi, sırf beyit sayısı ve başlıkları gibi şeklî yönlerden değil, içine aldığı konular bakımından da bazı değişiklikler gösterir. Meselâ, Nâbî Hayrî-nâme’de “İslâm’ın şartları” olarak bilinen kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, Ramazan’da oruç tutmak, hacca gitmek, zekât farizasını yerine getirmek konularında oğluna tafsilâtlı bilgi ve öğütler verirken, Vehbî Lutfiyye’de bu mevzuları müstakil bahisler hâlinde ve uzunca ele alıp işlememiş; umumî olarak İslâmî emirleri yerine getirmek ve yasaklardan kaçınmak gerektiğini ifade etmekle yetinmiştir. Yine meslek seçimi ve evlilik gibi konularda da Vehbî, Nâbî’den ayrılmakta; Hayriyye sahibi oğluna meslek olarak hacegânlığı tavsiye ederken, Vehbî Efendi Lûtfullâh’ı bu kazanç yolunu tutmaktan –sebeplerini anlatarak- sakındırmakta; onun baba ve dede mesleği olan ulemâ mesleğini, yani kadılık veya müderrisliği seçmesini istemektedir. Yine Nâbî Efendi oğluna evlenmemeyi, izdivaç yerine cariye almayı tavsiye ederken, Vehbî her ne kadar cariye alma yolunu büsbütün reddetmezse de Lûtfullâh’ın soylu, hür, namuslu ve dindar bir kızla evlenmesini daha uygun görmektedir. Her iki mesnevi arasındaki farklardan biri de Hayriyye’de İstanbul’un üstünlük, güzellik ve imkânlarının anlatıldığı bir bölümün yer alması, Lûtfiyye’de ise böyle bir bahsin bulunmamasıdır.[67]

  1. Vehbî’nin kendi eserleri, çağdaşı ve arkadaşı Sürûrî’nin (1165-1229/ 1752-1814) Hezeliyâtı, hayatı, şahsiyeti hakkında bilgiler ihtiva eden Şânîzâde Târihi gibi kaynaklardan anlaşılabildiği kadarıyla çok ahlâklı, faziletli, büyük bir adam olduğu söylenemese de Lûtfiyye’sinin edebiyat bakımından “bayağı” veya “aşağı” sıfatıyla vasıflandırılması –kanaatimizce- isabetli bir hüküm değildir. Bize göre, Lûtfiyye, duygu ve hayal yönü ağır basan, okuyucuyu hislendirecek ve heyecanlandıracak bir şiir kitabı değildir. O, aşağı-yukarı elli yaşındaki bir şairin, genç oğluna hayatî bilgi ve öğütler verdiği, dinî, ahlâkî, meslekî, sosyal düşüncelerini, tecrübelerini, tavsiyelerini oldukça düzgün, edebî sanatlar ve yer yer mizahi üslûpla da güzelleştirmeye çalışarak anlattığı, öğretici bir eserdir. Edebî eserlerle alâkalı değerlendirmelerin edebiyat tarihçileri, araştırmacıları, tenkitçiler veya okuyucuların benimsediği dünya görüşü, din, ahlâk ve sanat hakkındaki kabulleri, o arada şiirin ne olduğu yahut ne olmadığı konusundaki şahsî fikirlerine göre bazan birbirine tamamen zıt denecek kadar değişiklikler gösterdiği bilinen bir gerçektir. İşaret ettiğimiz faktörler, Lûtfiyye’nin değerlendirilmesi sırasında da tesirli olmuştur.
  2. Vehbî Efendi, Lûtfiyye’sinde hikmet, yani felsefe ilmi hakkındaki fikirlerini ifade ederken, yüce Allah’ın hikmetinin gizli, filozofların sözlerinin vehim ve hayal olduğunu, her ne kadar akla uygun görünürse de pek çoğunun nakle, yani nakil yoluyla sonraki zamanlara intikal eden İslâmî esaslara aykırı bulunduğunu, Şerh-i Mevâkıf adlı eserde görüleceği üzere, kelâm âlimlerinin onları reddettiğini anlatır. Müslüman olan, başka bir ifadeyle İslâm inanç, ibadet, ahlâk ve muamelât esaslarını bilgili ve şuurlu olarak kabul eden bir kişinin, bu esaslara aykırı iddialar, “felsefe” adını taşısa, filozof, düşünür, (b)ilim adamı sıfatlı kimselerce ileri sürülse de onları hür düşünce mahsulü sayıp itirazsız benimsemesini beklemek ve istemek, fikir hürriyetine uygun bir davranış olmayacaktır. İlim edinmek, düşünmek, varlıklar üzerinde tefekkür, İslâm dininin mensuplarına emrettiği işler arasında bulunduğuna göre, sırf Vehbî’de değil, onun başka bazı çağdaşlarında ve Nâbî, Nahîfî gibi seleflerinde de görülen felsefe aleyhtarlığının iyice tahlil ve sebeplerinin tesbit edilmesi gerekir. Diğer taraftan hayat, cemiyet, devlet, ahlâk, kâinat, tabiat hakkındaki dine bağlı olan veya olmayan aklî tefekkür faaliyetine türlü sebeplerle alâkasız kalmanın ne gibi menfi sonuçlar doğuracağı üzerinde de düşünmekte fayda var.

Şair, hendeseye ayırdığı bahsin sonunda onun da bir ilim olduğunu, fakat bu bilgiyi, bina mimarı gibi, kullanacak kişilerin öğrenmesini kâfî gördüğünü de ifade etmiştir:

“Ma‘rifetdir sözümüz yok ammâ

Bilegitsün anı mi‘mâr-ı binâ”[68]

Nasihatnamesinin başında oğlunun değerli ilimleri tahsil etmesinin lüzumundan uzun uzun bahseden Sünbülzâde Vehbî, hocaya saygı konusunda tavsiyelerde bulunmuş; ilim bahsini öne almasının sebeplerini de anlatmıştır. Ancak o bu sözleriyle tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, siyer, tıp, mantık, edebiyat, tarih, şiir, nesir, güzel yazı, imlâ, firaset (fizyonomi) gibi faydalı bilgileri kast ettiğini de belirtme gereğini duymuş; oğlunu felsefeden başka, ilm-i nücûm (astroloji), remil, cifir, vefk, sihir ve muskacılık, kimya, simya gibi bazı gizli veya garip bilgi dallarıyla uğraşmaktan men etmiştir. Şairin tavsiye etmediği kimya ise bugünkü manada bir müsbet ilim değil, o devirde kolay yoldan zengin olmak isteyen kimselerin altın elde etmek amacıyla vakit ve nakitlerini harcayarak uğraştığı bir gizli bilgi dalıdır. Bundan dolayı Vehbî’nin Lûtfiyye’sinde ilimlerin, fenlerin inkâr edildiği iddiası, şahsî fikrimizce, hakikate uygun değildir. İslâm tarihinde bazı âlimlerin ilimleri “farz-ı ayn” ve “farz-ı kifaye” şeklinde sınıflandırması, bu konuda yol gösterici olabilir.

Ancak 18. asrın büyük bir kısmını ve 19. asrın ilk yıllarını idrak etmiş olan Vehbî’nin (ö. 1809) müsbet ilimlerin maddî kalkınmadaki yerini henüz tam manasıyla fark etmemiş göründüğü söylenebilir. Osmanlıların, müsbet ilimler sayesinde maddeten ilerleyen Avrupa ülkelerine göre geri kalışı, harplerde mağlûbiyetlere uğrayışı ve fethettikleri kale, şehir ve ülkeleri kaybedişinin sebepleri arasında bu ilimlere gerektiği kadar değer vermeyişini saymak, sanırız, hakikate aykırı olmayacaktır. İbrahim Alâeddin ve N. Sami Banarlı gibi yazarların Lûtfiyye’yi söz konusu ederken ileri sürdükleri bu fikre hak vermemek zordur.

  1. Vehbî’nin Lûtfiyye’de musiki ilmi hakkındaki fikir ve tavsiyelerini yazarken, o sanatın değerini takdir etmekle beraber oğlunu bestelenmiş eserleri, şarkı, türkü okumaktan, her hangi bir müzik aletini çalmaktan ve saz çalanlarla arkadaşlık etmekten sakındırdığı görülür. Şairin müzik konusundaki bu öğütlerinin sebebi, oğlunun çevresinde “ehl-i hevâ ve mâ’il-i zevk u safâ”, yani nefsinin arzularına uyan, zevk u safaya düşkün bir kimse olarak anılması ve herkes tarafından yerilmesi endişesidir. Nasihatnamesinde fikir ve öğütlerinin çoğunu Kur’an ayetlerine ve Hz. Peygamber’in hadislerine dayandırdığı görülen Vehbî’nin oğlu Lûtfullah’ı ve dolayısıyla diğer okuyucuları müzik aletlerini çalmaktan sakındırmasının sebepleri arasında, bu konuda bazı İslâmî eserlerde yer alan kınayıcı ve yasaklayıcı rivayetlerin tesiri de sayılabilir: Her ne kadar sıhhati hakkında farklı iddialar ileri sürülse de müzik aletlerini çalma ve dinleme aleyhinde çeşitli hadislerin rivayet edildiği bilinmektedir. Mevlevîler misali bazı tasavvuf ehli, ayin sırasında ney, def, kudüm gibi müzik aletlerini kullanmalarının hadis ve sünnetteki dayanaklarını göstermeye çalışarak mahzursuz olduğunu isbat etmeye çalışmış; buna karşılık Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi gibi bazı İslâm âlimleri, o konudaki sakındırıcı rivayetlerden ötürü nişan, düğün, nikâh merasimi veya zikirler, ayinler sırasında bahis konusu aletlerin çalınmasını tasvip etmemişlerdir. Bununla birlikte sözlerinde inkâr, günaha, haramlara teşvik ve tahrik unsurlarının bulunmaması gibi bazı kayıt ve şartlarla müzik eserlerini söylemeye yahut dinlemeye cevaz veren fakihlerin bulunduğunu da belirtmek yerinde olur.

Vehbî’nin Mevlânâ, Mevlevîlik ve bu tarikatta musiki aleti olarak itibarlı bir yer tutan ney hakkında asırlar boyu devam edegelen umumî saygıya aykırı şekilde

“Çalma öyle düdügi mevlânâ

Ki dine adına ney-zen monlâ”[69]

(Efendi, sana “neyzen molla” denmesine sebep olacak öyle düdüğü çalma!) diye ney üflemekten sakındırması, irfan sahiplerine saygılı insanlar, bilhassa Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamıştır. Meselâ, Mevlevî tarikatine bağlı şairlerimizden Yenişehirli Avnî Bey (ö.1301/1884), Muallim Nâcî’nin anlattığına göre, Vehbî’nin anılan beyitleri yazmakla affedilmez bir terbiyesizlik ettiğini söylemiştir.[70]

Yine Vehbî’nin Lûtfiyye’de dilencilerin hâllerinden bahsederken şair geçinenleri hakkında yazdığı

“İşiden Yûnus ilâhîsi sanır

Bed edâsın gören âdem usanır”[71]

(İşiten, Yunus ilâhisi sanır; kötü anlatış tarzını gören insan usanır) beyti de yüksek zümreye mensup sayılan divan şairlerinin halk edebiyatını hor görmesinin ve Yunus Emre’ye değer vermemesinin bir örneği olarak gösterilmiştir.[72]

Vehbî’nin anılan beytinin tasavvufî yönden –eski tabirle- bir “mübâlâtsızlık”, yani dikkatsizlik olduğunu söylemek rahatlıkla mümkündür. Fakat şairin eserinin “hâtime” (bitiş) kısmında belirttiği gibi, bazı nükteleri mizahî bir üslûpla yazmasının sebebi, kalpleri neşelendirmek, böylece nasihatnamesinin güzel olmasını, beğenilmesini sağlamaktır. Kendisi mesnevisinin yine aynı sonuç kısmında

“Var ise sehv ü hatâ vü hezeyân

Umarım ola karîn-i gufrân”[73]

(Eğer yanılma, hata ve saçmalama bulunursa, bunların affa mazhar olacağını umarım) diyerek olabilecek yanılmaları için özür beyan eder. Bizce bu gibi mizahî beyitlerine bakarak onun tasavvuf aleyhtarı, irfan sahibi, kâmil insanlara karşı saygısız olduğunu sanmak, maksadını aşan, hatalı bir çıkarım olur. Zira Vehbî Dîvânının çeşitli sayfalarında ney’in müsbet manada anılışı konusunda çeşitli beyitler görülür ki, bunlar da bize şairin Lûtfiyye’deki itiraza uğrayan alaycı beytinin nükte yapma isteğinin bir örneği olduğunu düşündürmektedir. İşte Vehbî Dîvânında rastladığımız birkaç ney’li beyit:

“Nevâya başla ey tab‘-ı sühan-sâz

Ney-i kilk eylesün bir nağme âgāz”[74]

(Ey söz uyduran yaratılış, ahenge, güzel sesler çıkarmaya başla! Kalem kamışı bir ezgiye başlasın!..)

“Misâl-i ney yine kilk-i sühan-sâz

Nev-â-nev nağmeye etdi ser-âgāz”[75]

(Söz yapan kamış kalem, yine ney gibi yeni yeni nağmelere baştan başladı)

“Niçe dem hankah-ı dehrde çeşm ü gûşuz

Görmedik ney gibi te’sîrli bir ehl-i nefes”[76]

(Biz çok zamandır dünya tekkesinde göz ve kulağız; yani çeşitli suretleri görmekte, sesleri işitmekteyiz… Fakat ney gibi tesirli bir nefes sahibi görmedik…)

Lûtfiyye’de yer alan “Der-İlm-i Tasavvuf” başlıklı bölüm okunursa, Vehbî’nin burada anılan “Bâtınî ilim” hakkında gayet âlimce, hatta ârifçe fikir ve görüşler dile getirdiği anlaşılır ve onun ney’le eğlendiği, Yunus Emre gibi irfan sahibi kişilere karşı küçümseyici bir tavır içinde olduğu kolay kolay ileri sürülemez. Sünbülzâde, tasavvuf ilmi hakkında sadece nazarî bilgi sahibi değil, aynı zamanda –her ne kadar henüz başka vesikayla teyid edilememişse de- amelî olarak da alâkalı bulunduğu nakledilen bir şairdir: Sicill-i Osmânî yazarı Mehmed Süreyyâ Bey (ö. 1326/ 1909), onu “Galatalı Tıflî Efendi’nin mürîdidir”[77] diye tanıtır. İşte Vehbî Efendi’nin, tasavvuf ilmi hakkındaki bazı beyitlerinin[78] günümüz Türkçesiyle nesre çevirisi:

“Tasavvuf ilmini okusan ne zararı var? Kalp temizliğiyle halis olarak bil ki, içini temizler… Çünkü o, salih, takva ve hayır, hasenat sahibi insanların mübarek ilmi, hakikatları işaret eden sırların hazinesidir. Hakikatları araştırıp meydana çıkaranlar, tasavvufa mensup olanlar cemaatidir. Onların temiz gönülleri, derin bir deniz gibidir… O zümre içinde olgunluğun en yüksek derecesine ulaşmış olan nice ‘hâl’ sahibi kişiler vardır… Onları bid’atle, sapıklık ve dinsizlikle suçlamak, ne büyük hatadır!.. Sakın geçmiş (değerli) şahsiyetlere dil uzatıp sövme! Sakın onları yerme; mutaassıpların yolunda gitme… Füsûsu’l-hikem’deki sözlerin hatalı olduğunu söyleme; belki de onlar, başkasında bulunmayan terimlerdir. Muhyiddîn-i Arabî’ye iftira etmek, hele dindarlara hiç yakışmaz… Fütühât’ını gör ki, o akıllı, hakikatları bilen âlim, orada nice sırları, insan aklının ermediği İlâhî hikmetleri yazar… Sözün özü, dilini tut; haklarında sakın iftira etme. Onlara sataşanlar, bedbaht ve perişan oldu; pek büyük dertlere tutuldu…”

  1. Muhatabının çocuk oluşu dolayısıyla Vehbî’nin Lûtfiyye’sini çocuk edebiyatı kategorisi içinde mütalâa eden yazarlara da rastlanmaktadır.[79] Fakat yazıldığı devirde belirli bir anlayış ve bilgi seviyesindeki yetişkinlerin anlayabileceği bu eserin, çocuklar tarafından anlaşılması, pek mümkün görünmemekte; bundan dolayı günümüz kabul ve ölçülerine göre çocuk edebiyatına dahil edilmesi, bazı yazarlar tarafından uygun bulunmamaktadır.[80] Hayriyye ve Lutfiyye’yi kastederek “Her ikisi de mevzûları ile mütenasip nef‘ ve lezzetden mahrûm, bâzı noktalarınca muzır, herhâlde pek bî-nemekdir!” diyen Ali Nusret’in de söz konusu manzum nasihat-nameleri, çocuk edebiyatının bizim edebiyat tarihimizdeki örnekleri arasında sayamadığını görmüştük. Yazar, anılan iki eseri konusuna uygun amelî (pratik) bir kıymet belirtmemesi dolayısıyla itibardan mahrum bulmaktadır.

18, 19 ve hatta kısmen 20. asırda çeşitli şair ve yazarlarımız tarafından takdirle anıldığını gördüğümüz, bildiğimiz Hayriyye ve Lûtfiyye’nin burada “fayda ve lezzetten mahrum, bazı noktalarınca zararlı, pek tatsız” manasına gelen hayli sert ve menfî sıfatlarla tenkit edilişi dikkat çekicidir. Ancak bu tenkidin anılan eserlerden ilkinin telifinden iki yüz, ikincisinin yazılışından yüz küsur sene sonra kaleme alındığını, o nasihatnamelerin meydana getirildiği zamanlardaki muhatapları tarafından nasıl karşılandığı konusunda her hangi bir bilgiye dayanmadığını belirtmek gerekir.

  1. İbrahim Necmi (Dilmen), İbrahim Alâeddin (Gövsa) gibi bazı edebiyat tarihi yazar ve araştırıcıları, Vehbî’nin Lûtfiyye’de evlilik hakkında ifade ettiği fikirleri ve verdiği öğütleri ima yoluyla veya açıkça tenkit etmişlerdir. Burada şunu belirtmek gerekir ki, bahis konusu düşünce ve tavsiyelerin bir kısmı, şairin şahsî anlayış, geleneğe dayalı endişe ve tecrübelerinin eseri, bir kısmı da Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadislerinin neticesidir. Erkeğin aile reisi, mes’uliyeti altında bulunanları görüp gözetici olduğuna inanan, babanın çoluk-çocuğunu dünya ve ahiretteki tehlikelerden, uygunsuz işlerden, ceza ve belâlardan koruması gerektiğine inanan şair, bu yönde öğütler vermekte; basiretli ve dikkatli olmayı telkin etmektedir. Lûtfiyye sahibi, kadınlara -sözünün devamından anlaşıldığına göre- dince ve ahlâkça uygun görülenden fazla izin vermenin mahzurlu sonuçlar doğurabileceği, onların nefislerine uyarak hatalar işleyebileceği fikrindedir. Yine –gizli kalması gereken- işleri kadınlara açıklamama tavsiyesinin ardında, onların emanet edilen sırları saklayamayıp başkalarına açabilecekleri düşüncesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Evin harem, yani kadın ve kızların oturduğu kısmına ait seslerin dışarı çıkmaması öğüdü de zevce, kız evlât, anne, teyze gibi yakınlara yabancıların ilgisini çekmekten kaçınma ve onları olabilecek kötülüklerden koruma gayretinin sonucudur. Erkeğin işini kadının görmesini ahlâka aykırı, aşırı bir izin sayan şair, tabiî çevreden bir örnek vererek fikrini açıklar: Tavuktan horoz sesi gelince, o evin sahibi ümitsizliğe kapılır; uğusuzluk ve düşkünlüğüne karar vererek onun başını kesmeğe çalışır. Eğer kadınlar erkek işine karışırsa, işte onların çaresine böyle bakmalıdır. (Dine aykırı davranışlar) namuslu, şerefli Müslüman’a asla yakışmaz. Kâfirlerin kadınları öyle rezil olur…

Vehbî’nin “Gayret sahibi, yani ailesini, namusunu zararlı şeylerden koruma hissi taşıyan kıskanç insanlar, ailesine dair (mahrem konularla alâkalı) sohbet etme kabahatini işlemez” fikrinin de eşi, çoluk- çocuğu hakkında konuşmanın sebep olabileceği kötülüklerden koruma isteğinden ve o konudaki hadislerden ileri geldiğini söylemek, yanlış olmayacaktır. Ailesi hakkında gizli kalması ve başkalarına anlatılmaması gereken hususî şeylerin anlatılmasının sonucu, dile düşmek ve namus nimetine köpeklerin üşüşmesidir. Kadınların hayırlısının, dine uygun işlerde kocasına itaatkâr hanım olduğuna inanan Vehbî, eşine itaatsizlikte direnen kadının erkek için Cehennem azabı olduğunu nakleder. Mademki Allah, erkekleri kadınlar üzerine idareci yapmıştır, şu hâlde onların da kadına mağlûp olmaması, başka bir ifadeyle kendilerine dince verilen bu idarecilik salâhiyetini kaybetmemeleri gerekir.

Vehbî’nin kadınlar ve aile hayatı hakkındaki bu tavsiyelerinin bir kısmının şahsî görüş ve tecrübelerine, diğer bir kısmının da İslâmî kaynaklara dayalı olduğunu ifade ettiysek de Batı kültürünün ve feminizm gibi yabancı ülkelerden gelen bazı fikir akımlarının tesiri altında bulunan kimselerin de o düşünce ve öğütleri yadırgayacağını, itirazlarla karşılayacağını tahmin etmek, zor değildir.

  1. Hayriyye ve Lûtfiyye hakkında ileri sürülen bir fikir de bu nasihatnamelerde yüksek bir ahlâkın değil, oportünist bir ahlâkın telkin edildiğidir. İddiaya göre, her iki eserde de şairlerin çocuklarını azme, mücadeleye, menfaat bilmez gayelere doğru sürüklemek gayreti yoktur. “Ahlâk noktasından nasihatleri uzun bir ‘sakın haaa’dan ibarettir.” Bilindiği gibi oportünizm, zor durumlarda davranışlarını ahlâk kaideleri veya düzenli bir fikirden ziyade, menfaatlerine uyacak şekilde ayarlamayı hedefleyici tavırdır. Bu iddiayı ileri süren yazar, Hayriyye ve Lûtfiyye’de ahlâk kaidelerine aykırı hangi tavsiyelerin telkin edildiğini belirtmemiştir. Biz baştan sona kadar okuduğumuz bu iki mesnevide de Nâbî ve Sünbülzade Vehbî’nin oğullarına insanî ve İslâmî bakımdan güzel ve övülen ahlâkı tavsiye ettiğini, onları fazilet esaslarına aykırı davranışlardan sakındırdığını gördük.

Her iki eserde de şairlerin çocuklarını azme, mücadeleye, menfaat bilmez gayelere doğru sürüklemek gayreti olmadığı manasındaki tenkide gelince, şunları ifade etmek yerinde olur: Nâbî ve onun halefi Vehbî, söz konusu mesnevilerinde oğullarına “evsatü’n-nâs” (insanların orta hâllisi) olmayı telkin ederken, hem onların can güvenliğini, hem de fakirlik, azil (işinden çıkarma), sürgün, müsadere (malına devletçe el koyma), idam gibi tehlikelerden uzak biçimde, rahat ve huzurlu bir kazanç yolu tutarak yaşamalarını düşünmektedir. Bu iki meşhur nasihat kitabında da hırslı olma, hedefe ulaşma yolunda yılmama, mücadele gibi fikirlerin belirgin olarak telkin edilmediğini söylemek mümkündür; ancak menfaat bilmez gayelere doğru sevk etme gayreti olmadığı iddiasına katılmak –bizce- zordur.

Nâbî ve Vehbî’nin anılan eserlerinde ahlâk noktasından nasihatlerinin uzun bir “sakın haaa”dan ibaret olduğu fikri de –kanaatimizce- hakikate uygun değildir. Zira bu nasihat kitaplarında sırf sakındırma, yani yapılmaması gerekli görülen işlere dair telkin ve tavsiyeler değil, onlarla birlikte yapılması lüzumlu bulunan fiiller de söz konusu edilmiştir. Her iki eserde de bir taraftan İslâmî, ahlâkî ve insanî bakımdan yapılması gereken vazifeler, edinilmesi lâzım gelen faydalı bilgiler, yerine getirilmesi şart olan ibadetler, kazanılması icap eden iyi huylar ve tutulması uygun görülen kazanç yolları (meslekler) üzerinde durulmuş; diğer taraftan oğullar ve onların şahsında diğer okuyucular dinî, dünyevî ve uhrevî yönden faydasız sayılan bilgilerden, ibadet mükellefiyetlerini ihmâlden, zulüm, cimrilik misali İlâhî yasaklara aykırı davranışlardan, kibir, riya, kıskançlık gibi kötü huylardan, içki içmek vb. kötü fiilerden sakındırılmıştır. Oğullarının ve hayat yolunun başlarında bulunan diğer gençlerin dünya ve ahirette mutlu, sağlıklı, esen ve huzurlu olmasını dileyen iki bilgili, inançlı, tecrübeli ve şefkatli babanın hem yapılması, hem de yapılmaması gereken işler hakkında tavsiye ve telkinlerde bulunmasında –bizce- yadırganacak bir taraf yoktur.

  1. Lûtfiyye’ye yöneltilen tenkitlerden biri de bu eserde ferdî ve şahsî bir ahlâk anlayışının hâkim olduğudur. Eserdeki bilgi, fikir ve tavsiyeler, şairin oğlu Lûtfullâh’ın ilim, irfan ve meslek sahibi, iyi ahlâklı bir insan olmasına yöneliktir. Lûtfiyye’de bu yönden ferdî ve şahsî ahlâk anlayışının hâkim olduğu söylenebilirse de söz konusu vasıfları taşıyan kimsenin kendisine, ailesine, dolayısıyla içinde yaşadığı cemiyete ve mensubu olduğu millete de faydalı bir kişi olacağı rahatlıkla ileri sürülebilir. Cemiyetler fertlerden meydana geldiğine göre, iş-güç sahibi, güzel ahlâklı, faziletli insanların teşkil ettiği cemiyetler, erdemli bir topluluk olacaktır.
  2. Nakillerimizde görüldüğü üzere, bazı yazar ve edebiyat tarihi araştırıcıları, Lûtfiyye’nin geçmişi araştırmak için bir vesika olduğu fikrindedir. Böylece onlar, bu eserin günümüzde bir değer taşımadığını ve zamanımız okuyucusu için bir mana ifade etmeyeceğini ima etmektedirler. Lûtfiyye’nin bazı ilim dalları, meslekler ve mevki sahipleri hakkındaki fikirleri günümüz okuyucusu için ancak tarihî vesika olarak bir mana ifade ederse de umumi olarak ilim tahsili, bazı gerekli ve faydalı ilimlerin edinilmesi lüzumu, güzel ahlâk ve adab konusundaki görüşleri, kanaatimizce, büyük ölçüde zamanımızda da geçerli ve değerlidir. Çünkü bu fikir ve tavsiyeler, hayatiyetini, zaman ve mekânla sınırlı değil, her çağda yaşayan insana hitap edecek kaynaklardan almaktadır. Şairin, bilgili görünmek isteğiyle manasını ve telâffuzunu iyi bilmedikleri Arapça, Farsça kelimleri hatalı kullanarak gülünç duruma düşen bilgiç kimseler, güven uyandırmak için dindar görünmeye çalışan insafsız ve riyakâr esnaf, yozlaşmış tasavvuf erbabı hakkındaki tasvirleri, denebilir ki söz konusu zümrelerin öz olarak çağımızdaki  benzerlerine uygun bulunabilecek  türdendir.

 

 

BİBLİYOGRAFYA

Agâh Sırrı, Edebiyat Tarihi Dersleri, İstanbul 1932.

Ahmed Cevdet, Târîh-i Cevdet, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1292/ 1875, c. 9.

Ahmed Rif‘at, Lugât-ı Târihiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1299/1882.

Ahmed Rif‘at, Lugât-ı Târihiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1300/1883.

Ali Nusret, Makālât-ı Târihiyye ve Edebiyye, İstanbul, Muhtar Hâlid Kitabhânesi, 1328 (1910).

Arıcı, Fuat Ali ve dğr. Kuramdan Uygulamaya Çocuk Edebiyatı, 2. Baskı, (Ed. Tacettin Şimşek), Grafiker Yayınları, Ankara 2012.

Ârif Hikmet, Tezkire-i Şuara, Millet Ktp. Ali Emîrî, Tarih nr. 789.

Atalay, Besim, Maraş Târîhi ve Coğrafyası, İstanbul, Matbaa-i Âmire 1339.

Avcı, İsmail, “Klasik Türk Edebiyatında Gelenekli Bir Yazım Konusu Olarak İlim ve Mal”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 2, İstanbul 2009, s. 81-116.

Banarlı, Nihad Sâmî, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1983.

Blochet, Edgard, Catalogue des manuscrits turcs- Bibliothèque Natinale, Paris 1923-33.

[Bölükbaşı] Filozof Rıza Tevfik, “Muhalefetden Ürken, Daima Hükûmetci Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 1 Mayıs 1944, s. 3.

[Bölükbaşı] Filozof Rıza Tevfik, “Daima Hükûmetci Bir Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi: Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 7 Mayıs 1944, s. 3.

[Bölükbaşı] Filozof Rıza Tevfik, “Daima Hükûmetci Bir Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi: Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 14 Mayıs 1944, s. 4

Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1333-1342/1915-1923.

Dîvân-ı Sürûrî, Bulak 1255/1839.

Dîvân-ı Vehbî, Bulak 1253/1837.

Enginün, İnci, Zeynep Kerman, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 3, Nesir 2 (1860-1923), Dergâh yayını, İstanbul 2011.

Fatîn Dâvud Efendi, Tezkire-i Hâtimetü’l-eş‘âr, 1271/ 1855.

Flügel, Gustav, Die Arabischen, Persischen und Türkischen Handschriften der Kaiserlich- Königlichen Hofbibliothek zu Wien, I-III, Wien 1865-67.

Genç Kalemler Dergisi, haz. İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, TDK Yayını, Ankara 1999.

Gibb, E. J. W. A History of Ottoman Poetry, I-VI, Londra 1900-1909.

Gibb, E. J. Wilkinson, Osmanlı Şiir Tarihi, I- V, çev. Ali Çavuşoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 1999.

Gökşen, Enver Naci, Örnekleriyle Çocuk Edebiyatımız, 4. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1980.

Gölpınarlı, Abdülbâki, Divan Edebiyatı Beyanındadır, Marmara Kitabevi, İstanbul 1945.

Gövsa, İbrahim Alâettin, Türk Meşhurları, Yedigün Neşriyatı 1946.

Hammer Purgstall, Joseph Freiherr von, Geschichte der Osmanischen Dichtkunst bis auf unsere Zeit, I-IV, Pesth 1836-1838.

Hanifzâde Ahmed Tâhir, Âsâr-ı Nev, Nova Opera ab Ahmed Hanífzádeh Ad Continuandum Haji Khalfae Lexicon Bibliographicum Collecta Et Ad Ordinem Literarum Disposita Ad Codicis Vindobonensis Fidem Primum Edidit Gustavus Fluegel.

Hayriyye-i Nâbî, haz. Mahmut Kaplan, AKM yayını, Ankara 2008.

Hazret-i Ali, Nehc’ül-belâga, hazırlayan Abdülbâki Gölpınarlı, Der yayını, İstanbul, ts.

Huyugüzel, Ö. Faruk, İzmir Fikir ve Sanat Adamları (1850-1950), Kültür Bakanlığı yayını, Ankara 2000.

İbrâhim Alâeddin, “Sünbülzâde Vehbî’ye Nazaran Terbiye ve Tahsîl”, Tedrîsât Mecmuası, Nisan 1341, nr. 66, s. 209-218.

İbrahim Necmi, Târih-i Edebiyat Dersleri, İstanbul Matbaa-i Âmire, 1338/ 1922, 1. Cilt.

Karaca, Recai, Hayriye ile Lutfiye arasında bir mukayese, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Dalı, 1944-45.

Karahan, Abdülkadir, Nâbî, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara 1987.

Kıratoğlu Emin Dîvânı, haz. Mehmet Veysi Dörtbudak, İzmir 2003.

Kocatürk, Vasfi Mahir, Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Yayınevi, Ankara 1964.

Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Türk Edebiyâtında Âşık Tarzının Menşe’ ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe”, Millî Tetebbu‘lar Mecmûası, Mart-Nisan 1331/ 1915, c. 1, Sayı 1, s. 5-46.

Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1918.

Macit, Muhsin, “Diyadin’de Bir Divan Şairi: Necmî”, Turkish Studies, International Periodical Fort he Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 8/ 13 Fall 2013, s. 139-144.

Mehmed Âkif, “Hasb-i hâl”, Sırât-ı Müstakîm, 25 Safer 327 (18 Mart 1909), 2. cild, aded 3, s. 57-58.

Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî yâhud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, I-IV, İstanbul 1308- [1315/ 1891-1898].

Muallim Nâcî, “Nümûne-i İntihâb- 6- Avnî Beğ”, Mecmûa-i Muallim, 5 Cemâzi’l-ûlâ 1303/ 9 Şubat 1886, 1. sene, nüsha 15, s. 57.

Muallim Nâcî, “Nümûne-i İntihâb 15- Sünbülzâde Vehbî”, Mecmûa-i Muallim, 1. sene, nüsha 30, 21 Şaban 1305 (2 Mayıs 1888) s. 118-120.Nuhbe-i Vehbî, İstanbul 1220.

Nûrî, [Lutfiyye Hakkında Manzum Medhiye], Süleymaniye Ktp. İzmirli İ. Hakkı 3664, vr. 109a.

Prof. Ali Cânip Yöntem’in Eski Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, haz. Ahmet Sevgi- Mustafa Özcan, İstanbul 1996.

Prof. Ali Cânip Yöntem’in Yeni Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, haz. Ahmet Sevgi- Mustafa Özcan, Konya 1995.

Sadettin Nüzhet, Tanzimat’a kadar Muhtasar Türk Edebiyatı Tarihi ve nümuneleri, (İstanbul) 1931.

“Süleyman Nazif Beyefendinin Âsâr-ı Kemâl’e Dâir Bir Mektûbu (II)”, Mecmûa-i Ebü’z-Ziyâ, 12 Cumâde’l-ûlâ 1329/ 11 Mayıs 1911, nr. 95, s. 527-34.

Süleyman Nazif, Hak gazetesinin haftalık ilâvesi, 29 Haziran 1328/ 12 Temmuz 1912, ilâve nr. 11, s. 5.

Süleyman Nazif, Mehmed Âkif, İstanbul 1924.

Sünbülzâde Vehbi, Tuhfe, haz. Numan Külekçi- Turgut Karabey, Erzurum 1990.

Sürûrî, Hezeliyyât-ı Sürûrî, ts.

Şahin, Abdullah v. dğr. Çocuk Edebiyatı, 2. Baskı, (Ed. Ömer Yılar, Lokman Turan), Pegem Yayınları, Ankara 2010.

Şânîzâde Târîhi, İstanbul 1290/ 1873.

Şefkat-i Bağdâdî, Tezkire-i Şuarâ, Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Tarih, nr. 770.

Şehâbeddin Süleyman, Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, Sancakyan Matbaası, 1328/ 1910.

Tahir, Başlangıcından Tanzimat devrine kadar Edebiyat tarihimize dair Manzum Bir Muhtıra, İstanbul 1931.

Yahya Kemal, “Yazıyla Yol Gösterenler”, Edebiyata Dâir, İstanbul 1971.

Yalçın, Alemdar- Gıyasettin Aytaş, Çocuk Edebiyatı, 6. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara 2012.

Yayaköylü Ahmed Reşid, Nuhbe-i Vehbî Şerhi, İstanbul 1259.

Yektâ Bâhir [Ali Canib], “Gençlik Kavgası”, Genç Kalemler, ts., 2. cilt, nr. s. 35-38.

Yöntem, Ali Canib, “Sünbülzade Vehbi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1946-47, c. 1, Sayı 1, s. 81-104.

*Prof. Dr., Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, MANİSA.

[1]Nûrî, [Lutfiyye Hakkında Manzum Medhiye], Süleymaniye Ktp. İzmirli İsmail Hakkı, nr. 3664, vr. 109a.

[2]Şairin Attâr’a hitap etmesinin sebebi, onun Farsça, manzum bir Pendnâme yazmış olmasıdır.

[3]Hz. İsa’nın mucizelerinden biri de anadan doğma körü, Allah’ın lûtfuyla iyileştirmesidir. (Kur’an, 3/49, 5/110).

[4] Süleymaniye Ktp. Esad Efendi, nr. 3695, 98b-99a. (Lutfiyye’nin Hacı Mahmud Efendi nr. 5306’da bulunan nüshası sonunda da bu kıt’a vardır).

[5] Tarih düşürme sanatında sırf noktalı harflerin ebced hesabına göre değerinin toplandığı tarihe “mücevher tarih” denir. Lutfiyye’nin sonundaki tarih de “mücevher”dir.

[6]Ahmed Cevdet, Târîh-i Cevdet, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1292/1875, c. 9, s. 124-126.

[7] Şânîzâde Târîhi, İstanbul 1290/ 1873, 1. cilt, s. 199.

[8] Ârif Hikmet, Tezkire-i Şuara, Millet Ktp. Ali Emîrî, Tarih nr. 789, vr. 65b.

[9] Şairin oğlunun ismi Hayrullah değil, Hayrî-nâme’nin baş taraflarındaki “Matleb-i Mücmel-i Ahvâl-i Peder” adlı bölümünden de öğrenildiğine göre, Ebü’l-hayr Mehmed’dir.

[10] Joseph Freiherr von Hammer Purgstall, Geschichte der Osmanischen Dichtkunst bis auf unsere Zeit, Pesth 1838, c. 4, s. 562-567.

[11] Fatîn Dâvud Efendi, Tezkire-i Hâtimetü’l-eş‘âr, 1271/ 1855, s. 444-445.

[12] Ziyâ Beğefendi, Harâbât, Matbaa-i Âmire, 1291/1874, c. 1, (s. 17).

[13] Ziyâ Beğefendi,a.g.e., 1292/1875, Bezm-i sâlis, s.181-197.   

[14] Hanifzâde Ahmed Tâhir, Âsâr-ı Nev, Nova Opera ab Ahmed Hanífzádeh Ad Continuandum Haji Khalfae Lexicon Bibliographicum Collecta Et Ad Ordinem Literarum Disposita Ad Codicis Vindobonensis Fidem Primum Edidit Gustavus Fluegel. (G. Fluegel’in 1835-58 yılları arasında bastırdığı Keşfü’z-zunûn… tercümesinin sonunda) s. 638, nr. 14981. Burada H. 1135 (1722-23) senesinde vefat eden Kayserili Remzî Mehmed Efendi’nin Nazîre-i Hayriyye-i Nâbî adlı manzum bir eserinin olduğu bildirilmekte ve onun “Hamd ol Allâh’a ki Vehhâb Vedûd/ Fâyiz-i çeşme-i cân-bahş-ı vücûd” beytiyle başladığı belirtilmektedir. Bursalı Tâhir Bey’e göre, Kayserili Remzî Mehmed Efendi, H. 1131 (M. 1719) yılında vefat etmiştir. Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul Matbaa-i Âmire 1333/ 1915, c. 1, s. 315).

[15] Hayatı ve eserleri hk. bilgi için bk. Muhsin Macit, “Diyadin’de Bir Divan Şairi: Necmî”, Turkish Studies, International Periodical Fort he Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 8/ 13 Fall 2013, s. 139-144.

[16] Abdülkadir Karahan, Nâbî, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara 1987, s. 40-41.

[17] Muallim Nâcî, “Nümûne-i İntihâb 15- Sünbülzâde Vehbî”, Mecmûa-i Muallim, 1. sene, nüsha 30, 21 Şaban 1305 (2 Mayıs 1888) s. 119.

[18] 1023  Oldı tarîhi de hal-i ruh-ı zîbâ-yı hayâl

Ahsen-i vechle Lutfiyye-i nev buldı hitâm

Yazar burada eserin telif tarihinin “hal-i ruh-ı zîbâ-yı hayâl” terkibinde ve bu terkibin harf değerlerinin toplamına ikinci mısradaki noktalı harflerin değerlerinin ilâve edilmesiyle bu­lunacağını söyler; hal (ben) noktalı harflere işaret etmektedir.

[19] Vehbî, H. 1224 (M. 1809) yılında vefat ettiğine göre, oğlu babasından on yıl değil, on dört sene önce ölmüştür. (ÂC).

[20] E. J. W. Gibb, A History of Ottoman Poetry, Londra 1905, c. 4, s. 254-257. (Lûtfiyye hakkındaki parça, söz konusu edilen beyitlerin imlâsında bazı düzeltmeler yapılarak şu tercümeden alınmıştır: E. J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, I- V, çev. Ali Çavuşoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 1999, c. III-V, s. 437-39).

[21] Mehmed Âkif, “Hasb-i hâl”, Sırât-ı Müstakîm, 25 Safer 327/ 18 Mart 1909, 2. cild, aded 3, s. 57-58.

[22] Lûtfiyye Vehbî (Dîvân-ı Vehbî sonunda), Bulak 1253/ 1837, s. 7.

[23] Ali Nusret, Makālât-ı Târihiyye ve Edebiyye, İstanbul, Muhtar Hâlid Kitabhânesi, 1328 (1910), s. 95-97. Bu yazının yeni harflere çevrilmiş tam metni için bk. İnci Enginün- Zeynep Kerman, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 3, Nesir 2 (1860-1923), Dergâh yayını, İstanbul 2011, s. 781-789.

[24] Dîvân-ı Sürûrî, Bulak 1255/1839, s. 264.

[25] Dîvân-ı Sürûrî, a.g.e., s. 257.

[26] Dîvân-ı Sürûrî, a.g.e., s. 157, 289.

[27] Lûtfullâh’ın vefatı üzerine Sürûrî tarafından yazılan tarih kıt’alarının son mısraları, H. 1210 (M. 1795-96) yılına karşılık gelir. Bunlardan birindeki “Sinni geçmişdi bu esnâda yiğirmi altısın” (Dîvân-ı Sürûrî, a.g.e., s. 157) mısraından Lûtfullâh’ın 1183 veya 1184 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. Çünkü 1210’dan 26 çıkarıldığında 1184 rakamına ulaşılır. “Sinni geçmişdi… yiğirmi altısın” mısraı, onun 26 yaşı içinde değil, bunu geçtiği, yani 27 yaşında vefat ettiği manasında anlaşılırsa, 1183 yılında doğduğunu dolaylı olarak gösterir.

[28] Lûtfullâh’ın annesinin adını ve vefat yılını, babası Vehbî’nin Dîvânında bulunan şu tarih kıt’asından öğreniyoruz: “Târîh-i Vefât-ı Zevce-i Hîş

O merhûme belî dârü’s-sürûra eyledi rıhlet

Ne çâre beyt-i hüzn oldu mekânı kalb-i mağmûmun

Kalemden katre-i hûn akdı yazdıkda bu târîhi

Makāmın eyle yâ Rab Cennet-i Firdevs Gülsûm’ün” (Dîvân-ı Vehbî, Bulak 1253/1837, “Tevârîh” kısmı, s. 16). (Kendi Karısının Vefat Tarihi- Evet, o rahmetli kadın, sevinç yurduna göçtü… Ne çare ki gamlı, kederli kalbimin yeri, hüzün evi oldu. Bu tarihi yazdığında kalemden kan damlası aktı: Yâ Rabbi, Gülsüm’ün makamını Firdevs cenneti eyle!) Üçüncü mısradaki “katre-i hûn akdı” (kan damlası aktı) ibaresinden, tarih mısraındaki noktalı harflerin hesap edilmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Kıt’anın dördüncü mısraının noktalı harfleri, ebced hesabına göre 1205’e karşılık gelir. Buradan Gülsüm Hanım’ın H. 1205/ M. 1790-91 yılında vefat ettiği anlaşılmaktadır. Vehbi’nin karısının anılan yılda öldüğü konusunda Sürûrî Hezeliyyât’ında da bir kıt’a vardır. Hezeliyyât-ı Sürûrî, ts., s. 78.

[29] Lutfiyye-i Vehbî, a.g.e, s. 42.

[30] Adanalı Sürûrî, Lûtfullâh Molla’nın vefatı üzerine yazdığı kıt’alardan birinde “Gerçi olmuşdu muvakkat İlbasan’ın zabtına/ Şehr-i ömrün kıldı yağmâ ceyş-i tâûn ez-kazâ” diyerek onun vazifesi, vefat yeri ve sebebi hakkında bilgi vermektedir. Biz, “İlbasan’ın zabtı” ibaresinden Lûtfullâh’ın bu şehirde kadı olduğu manasını çıkarıyor; “ez-kazâ” kelimesiyle de anılan memuriyete dolaylı biçimde işaret edildiğini sanıyoruz. Vehbî’nin söz konusu tarihten beş yıl önce oğluna hitaben yazdığı Lûtfiyye’de “Mademki Allah seni kadı yaptı…” manasındaki mısraı da bu fikrimizi teyid edicidir.  Sicill-i Osmânî yazarı ise Sünbülzâde Vehbî’nin “mahdûmu” (oğlu) müderris Lûtfullâh Efendi’nin “1210’da yiğirmi altı yaşında fevt oldu”ğunu bildirir. (Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî Yâhud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniye, ts., c. 4, s. 618).

[31] Dîvân-ı Sürûrî, a.g.e., s. 157.

[32] “Süleyman Nazif Beyefendinin Âsâr-ı Kemâl’e Dâir Bir Mektûbu (II)”, Mecmûa-i Ebü’z-Ziyâ, 12 Cumâde’l-ûlâ 1329 (11 Mayıs 1911) nr. 95, s. 532. (Aynı cümle, yazarın Mehmed Âkif adlı eserinde şu şekilde yer alır: “Hâsılı, Lutfiyye-i Vehbî gibi, Hayriyye-i Nâbî gibi tenassuh ve tenahnuh şi‘r değil, heyûlâ-yı şi‘re ancak Nedîm gibi tabâyi‘-i müstesnâ ashâbının eyâdî-i i‘câzkârı şekil ve sûret verir.” Süleyman Nazif, Mehmed Âkif, İstanbul 1924, s. 21).

[33] Süleyman Nazif, a.g.e., s. 14.

[34] Hayatı ve eserleri hk. bilgi için bk. Ö. Faruk Huyugüzel, İzmir Fikir ve Sanat Adamları (1850-1950), Ankara 2000, s. 551-55.

[35] Şehâbeddin Süleyman, Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, Sancakyan Matbaası, 1328/ 1910, s. 250-51. Bu eser hk. Ali Cânib (Yöntem)’in bir tenkidi için bk. Prof. Ali Cânip Yöntem’in Yeni Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, haz. Ahmet Sevgi- Mustafa Özcan, Konya 1995, s. 543-45.

[36] İbrahim Necmi, Târîh-i Edebiyat Dersleri, İstanbul Matbaa-i Âmire, 1338/ 1922, 1. cilt, s. 246-47.

[37] “Feilâtün” olmalı. (ÂC).

[38] Kıratoğlu Emin Dîvânı, haz. Mehmet Veysi Dörtbudak, İzmir 2003, s. 176. (Manzumeyi buraya aktarırken çeviri yazı alfabesini kullanmadım. Bu manzumeden beni haberdar eden Veysi Bey’e teşekkür ederim).

[39] Besim Atalay, Maraş Târîhi ve Coğrafyası, İstanbul, Matbaa-i Âmire 1339, s. 138.

[40] İbrâhim Alâeddin, “Sünbülzâde Vehbî’ye Nazaran Terbiye ve Tahsîl”, Tedrîsât Mecmuası, Nisan 1341/ Nisan 1925, nr. 66, s. 211.

[41] İbrâhim Alâeddin, a.g.e., , s. 211-12.

[42] İbrâhim Alâeddin, a.g.e., , s. 213.

[43] İbrâhim Alâeddin, a.g.e., , s. 214.

[44] Burada bazı İslâm büyüklerinden rivayet edilen “İyi bir erkeğin evinde kötü bir kadın, onun bu dünyadaki cehennemidir” mealindeki sözlere işaret ediliyor. Meselâ, Sâdî-i Şirâzî’nin Gülistân’ında şu manadaki beyitler vardır. “İyi erkeğin evinde kötü bir kadın, bu dünyada onun cehennemidir. Aman kötü yoldaştan sakın!.. Bizi cehennem azabından koru Rabbimiz!..” (Sadi, Gülistan, trc. Hikmet İlaydın, İstanbul 1991, s. 109, 343). Anılan beyitler, Lûtfiyye’nin “Hâtime” kısmında Vehbî’nin oğluna okumasını tavsiye ettiği eserlerden biri olan Ahlâk-ı Alâî’nin “Hıfz-ı Sıhhat-ı Nefs” konusundaki sekizinci babında da geçer.

[45] “Erkekler kadınlar üzerinde koruyup gözeticidir. Çünkü Allah insanların kimini, kimisinden üstün kılmıştır…” (Kur’an, “Nisâ”, 4/34) mealindeki ayete işaret ediliyor.

[46] İbrâhim Alâeddin, a.g.e., , s. 214-15.

[47] Muallim Tahir (Olgun) Bey’in Ahmed Yesevî, Mevlânâ, Sultan Veled, Gülşehrî, Derviş Yunus, Alvanı Şirazî, Yazıcı-zadeler gibi mutasavvıf şairler hakkında yazdıkları için bk. Tahir, Başlangıcından Tanzimat devrine kadar Edebiyat tarihimize dair Manzum Bir Muhtıra, İstanbul 1931, s. 15-16, 19-20, 20, 21-22, 31-32.

 Seyyit Vehbî

[48] Tahir, a.g.e., s. 140-141.

[49] Agâh Sırrı, Edebiyat Tarihi Dersleri, İstanbul 1932, s. 362.

[50] Sadettin Nüzhet, Tanzimat’a kadar Muhtasar Türk Edebiyatı Tarihi ve nümuneleri, (İstanbul) 1931, s. 633.

[51] Tahminimize göre Filozof Rıza Tevfik, gazeteye gönderdiği yazılarını Arap harfleriyle yazmış; bu metinler yeni harflere çevrilirken bazı yanılmalar olmuştur. İşte Lûtfiyye isminin “Lâtife” şeklinde çevrilmesi, lâtife sayılamayacak o yanlışlardan biridir.

[52] Filozof Rıza Tevfik, “Muhalefetden Ürken, Daima Hükûmetci Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 1 Mayıs 1944, s. 3.

[53] Filozof Rıza Tevfik, “Daima Hükûmetci Bir Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi: Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 7 Mayıs 1944, s. 3.

(1) Badihava bahşiş kabilinden olarak halkın vermeğe mecbur olduğu para veyahut mal.

[54] Rıza Tevfik, şairin ölüm yılını –tahminimize göre Lûgat-ı Târihiyye ve Coğrafiyye, Fatîn Tezkiresi (Hâtimetü’l-eş‘âr) ve Kāmûsü’l-a‘lâm gibi eserlerdeki yanlışı tekrar ettiğinden- hatalı yazmıştır. Sünbülzâde Vehbî, Hicrî 1214 senesinde değil, 1224 (M. 1809) yılında vefat etmiştir.

(2) Loyalist, her veçhile hükûmete sadık ve itaatli olan adama derler.

[55] Filozof Rıza Tevfik, “Daima Hükûmetci Bir Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi: Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 14 Mayıs 1944, s. 4.

13 Hayriye ile Lûtfiye’yi mukayese eden bir makalemiz İstanbul mecmuasının 31 inci sayısındadır.

[56] Ali Canib, 22 Nisan 1327/ 5 Mayıs 1911 tarihinde yazdığı ve Genç Kalemler dergisinde “Yektâ Bâhir” takma ismiyle yayınladığı “Gençlik Kavgası” adlı yazısında, kalem münakaşasına giriştiği muhatabına Sünbülzâde Vehbî’nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verirken, oldukça sert ve hakaretli bir dil kullanır. Onun yukarıdaki cümlesi ise 35 yıl önce Vehbî’yi tanıtmak üzere yazdığı satırlara göre gerçeğe daha uygun ve sağduyu mahsulüdür. Bu parçayı, edebî şahsiyetler ve eserlere dair kanaatlerin zamanla değişmesinin bir örneği olarak nakletmek isteriz:

“…İkincisi 1130 târihlerine doğru Maraş’da doğmuşdur; babası oranın hânedânından Râşid Efendidir; evvelâ kadılıkla şurada burada dolaşmış, sonra sefâretle Îran’a gitmiş, nihâyet yine kadılığa rücû‘ ederek 1224’de vefât etmişdir. Şiir nâmına birtakım herzeler yazan, Osmanlı edebiyat târîhinde bir leke teşkîl eden bu ikinci Vehbî ‘Sünbül-zâde’ diye şöhret bulmuşdur; onun öyle yâveleri vardır ki Ziyâ Paşa merhum bile:

Benzer kokusuz güle cebelde!

diye istihzâ etmişdir; ihtimâl siz onun:

Çokdan ayağın altına şevk ile döşendik

Sâkî der-i meyhânede biz eski hasırız!.

gibi sözlerinden hoşlanırsınız; fakat Nâcî Efendi kabîlinden pek hassas olmayan edebiyat muallimleri bile ‘şiirinde zevk-ı hakîkî ashâbının arayacağı halâvet bulunamaz’ diyorlar. Onun Tuhfe’si Nuhbe’si nihâyet biri Fârisî, öteki Arabi iki lügatdir; bir dehâ eseri değildir; hattâ bunları manzum yazması da büyük bir saçmadır; (…) sizin Plevne Târîh-i Harbi’nden her hâlde meşhûr olan eserlerinin içinde

İ‘tibâr etme hele hendeseye

Düşme ol dâire-i vesveseye

gibi ne kadar saçmaları vardır, bir bilenden öğrenseniz!…” (Yektâ Bâhir, “Gençlik Kavgası”, Genç Kalemler, ts., 2. cilt, nr. s. 37-38).

[57] Yazıda sehven böyle çıkan kelime, “mükeyyifâtın” olmalı. (ÂC).

[58] Ali Canib Yöntem, “Sünbülzade Vehbi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1946-47, c. 1, Sayı 1, s. 99-102.

[59] Prof. Ali Cânip Yöntem’in Eski Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, haz. Ahmet Sevgi- Mustafa Özcan, İstanbul 1996, s. 417-422.

[60] Vasfi Mahir Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Yayınevi, Ankara 1964, s. 549.

[61] Nihad Sâmî Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, fasikül 10, s. 782.

[62] Hazret-i Ali, Nehc’ül-belâga, hazırlayan Abdülbâki Gölpınarlı, Der yayını, İstanbul, ts., s. 414.

[63] Söz konusu vecizelerin edebî eserlerimizde nasıl geçtiği konusunda örnekler için bk. İsmail Avcı, “Klasik Türk Edebiyatında Gelenekli Bir Yazım Konusu Olarak İlim ve Mal”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 2, İstanbul 2009, s. 81-116.

[64] Gustav Flügel, Die Arabischen, Persischen und Türkischen Handschriften der Kaiserlich- Königlichen Hofbibliothek zu Wien, Wien 1865, c. 1, s. 675,

[65] Edgard Blochet, Catalogue des manuscrits turcs- Bibliothèque, Paris M DCCC XXXIII, Tome II, s. 253, nr. 1384.

[66] Hayriyye-i Nâbî, haz. Mahmut Kaplan, AKM yayını, Ankara 2008.

[67] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Recai Karaca, Hayriye ile Lutfiye arasında bir mukayese, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Dalı, 1944-45.

[68] Lûtfiyye Vehbî, a.g.e., s. 7.

[69] Lûtfiyye Vehbî, a.g.e., s. 15.

[70] Nâcî, “Nümûne-i İntihâb- 6- Avnî Beğ”, Mecmua-i Muallim, 5 Cemâzi’l-ûlâ 1303/ 9 Şubat 1886, 1. sene, nüsha 15, s. 57.

[71] Lûtfiyye Vehbî, a.g.e., s. 36.

[72] “Maa‘ mâfih ‘Vehbî’ gibi şâirler:

Ba‘z-ı cerrâr da şâir geçinir           Cerr-i eskālde mâhir geçinir

Dağıdır halka müzeyyef târîh        Olarak lâyık-ı levm ü tevbîh

İşiten Yûnus ilâhîsi sanır              Bu edâsın gören âdem usanır

diyerek, zavallı Âşık Yûnus’un asırlardan beri halk arasında yaşayan âsâr-ı âşıkānesini istihfafdan geri durmamışlardır. [Lutfiyye-i Vehbî].” (Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Türk Edebiyâtında Âşık Tarzının Menşe’ ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe”, Millî Tetebbu‘lar Mecmûası, Mart-Nisan 1331/ 1915, c. 1, Sayı 1, s. 18. (Ayrıca, Abdülbâki Gölpınarlı, Divan Edebiyatı Beyanındadır, İstanbul 1945, s. 86). “Deh-Murg-nâme sâhibi, eserleri meâl-i tasavvufla meşbû‘ bir şâir olmasına rağmen, ‘Yûnus Emre’ hakkında hürmetkâr bir lisan kullanamamış (…) kezâlik ‘Vehbî’ de onun ilâhîlerinden âdetâ bir lisân-ı tezyîf ve tahkîrle bahs etmişdir [1].” (Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1918, s. 318-319.) Köprülüzâde’nin 1 numaralı dipnotu şu şekilde: “Vehbî, meşhûr Lutfiyye’sinde, dilencilerden bahsederken der ki:

Bed-sadâ böyle dilenciye tamâm   Har gedâ der zurefâ-yı A‘câm

Ba‘z-ı cerrâr da şâir geçinir           Cerr-i eskālde mâhir geçinir

Dağıdır halka müzeyyef târîh        Olarak lâyık-ı levm ü tevbîh

İşiten Yûnus ilâhîsi sanır              Bu edâsın gören âdem usanır”

[73] Lûtfiyye Vehbî, a.g.e., s. 60.

[74] Dîvân-ı Vehbî, a.g.e., s. 14.

[75] Dîvân-ı Vehbî, a.g.e., s. 19.

[76] Dîvân-ı Vehbî, a.g.e., (“gazeliyyât” kısmı), s. 37.

[77] Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî yâhud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, İstanbul [1315/  1898], c. 4, s. 618.

[78] Lutfiyye-i Vehbî, a.g.e., s. 12-13.

[79] Abdullah Şahin v. dğr. Çocuk Edebiyatı, 2. Baskı, (Ed. Ömer Yılar, Lokman Turan), Pegem Yayınları, Ankara 2010, s. 237; Fuat Ali Arıcı ve dğr. Kuramdan Uygulamaya Çocuk Edebiyatı, 2. Baskı, (Ed. Tacettin Şimşek), Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. 50-51.

[80] Meselâ, Enver Naci Gökşen, Örnekleriyle Çocuk Edebiyatımız, 4. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1980, s. 14; A. Ferhan Oğuzkan, Yerli ve Yabancı Yazarlardan Örneklerle Çocuk Edebiyatı, 6. bs. Anı Yay. Ankara 2000, s. 253; Alemdar Yalçın- Gıyasettin Aytaş, Çocuk Edebiyatı, 6. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara 2012, s. 24.

 

This website uses cookies.

This website uses cookies.

Exit mobile version