Teketek Haber

BARIŞ PINARI HAREKÂTI VE YERİNDEN OYNAYAN TAŞLAR

BARIŞ PINARI HAREKÂTI VE YERİNDEN OYNAYAN TAŞLAR
İbrahim KANADIKIRIK( ikanadikirik@gmail.com )
19 Ekim 2019 - 12:19

Suriye’de yıllardır devam eden iç savaşın oluşturduğu çok boyutlu ve çok taraflı kaotik ortam, komşuları içinde en çok ülkemizi etkiledi. Türkiye’nin yüksek seviyedeki millî güvenlik kaygıları sonucu, ülkesinde barındırdığı Suriyeli mültecilerin ciddi bir kısmını oluşturacağı güvenli bölgeye yerleştirme amacıyla gerçekleştirdiği Barış Pınarı harekâtının 9. Gününde Türkiye-ABD diplomatik teması sonuç verdi.

Suriye coğrafyasının ciddi anlamda parçalanması ile oluşan kontrolsüz bölgelerde büyük devletler hamle alanlarını genişleterek etkinliklerini artırdılar. 7. Senesini yaşayan iç savaş çok ciddi anlamda bir evrilme geçirerek, birbirine benzemeyen ve farklı hedefleri olan kimlikleri sürecin aktörleri durumuna getirdi.

Varlığını kendi azınlık diktatörlüğüyle devam ettirmekten aciz kalan Esad Rejimi, Rusya’yı Suriye’ye çağırarak ve egemenliğini Rusya’nın ellerine teslim ederek gölge bir rejim olarak yaşamayı kendi açısından tek çıkış yolu olarak gördü. Tarihten beri her fırsatı yayılma alanını genişletmekte kullanan Rusya; paraşütle iner gibi Suriye’ye yerleşip, hem Doğu Akdeniz’de meşru söz sahibi, hem de güney komşumuz oluverdi. Neredeyse Şam dışında etkisi kalmamış olan rejim, Rus askeri gücüyle tekrar etki ve hâkimiyet alanını genişletirken, Rus hava kuvvetleri de ılımlı muhalifleri ezmeye başladı.

Ilımlı muhalifler dediğimiz ve ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan Sünnî Arap-Türkmen nüfusu uluslararası anlamda umdukları desteği sadece Türkiye’den gördü. Türkiye, rejim tarafından insafsızca imhâ edilmekte olan bu nüfusun muhaceretini kabul etmek durumunda kalarak, zorunlu olarak büyük bir yükün altına girdi. Ayrıca ülkede meydana gelen kaotik ortamın ülkemize yönelttiği bölücü ve yıkıcı tehdit, Türkiye’yi Suriye’de meydana gelen gelişmelere müdahil olmaya zorladı. BM şartlarının da meşru müdafaa kapsamında gördüğü bu haklı durum, Türkiye’nin hemen sınırındaki bu bölgede meşru aktör olması neticesini verdi.

İran, tamamen mezhepçi kaygılarla rejim yanında yer alarak; İran-Irak-Suriye-Lübnan hattı üzerinden Basra Körfeziyle Akdeniz arasında uzanan bir Şii Kuşağı oluşturma gayretine soyundu. Zaten işgal sonrası Orta ve Güney Irak’taki Şii çoğunlukla Irak sahasında etkin olmayı başarmıştı. Böylece hem Doğu Akdeniz’de söz sahibi olurken, hem de Türkiye’yi kesintisiz bir Şii hattıyla durdurarak, güneyindeki Sünnî âlemden kopartmayı planladı. Böylece sıkışmış olduğu Basra Körfezi’nden ilk kez Akdeniz yönlü bir çıkış güzergâhına kavuşarak elini güçlendirecekti.

Batı her zamanki gibi bölgeye müdahil olmanın en kestirme yolu olarak, üretilmiş ve donatılmış terör örgütleriyle istikrarsızlığı artırmayı ve tehdit olgusunu gündeme oturtmayı başardı. Çoğunluğu Batı ülkelerinden gelen katılımlarla oluşan DAEŞ’i filizlendirerek, Irak-Suriye hattının başına belâ etmeyi başardı. Marketten peynir ekmek alır gibi bir kolaylıkla elde ettikleri her çeşit silahları, ellerini kollarını sallaya sallaya elde etmiş oldukları geniş toprakları ve özel kurgulanmış propaganda yöntemleriyle gerçekleştirdikleri vahşi kafa kesme görüntüleri ile kendilerine verilen rolleri pek âlâ oynadılar.

DAEŞ dehşet ve vahşetiyle Batı kamuoyları galeyana getirilirken; başta ABD olmak üzere diğer modern Haçlılar, bölgeye askeri müdahalenin haklı sebeplerini de (!) böylece üretmiş oldular. Ancak nedense, DAEŞ’in faaliyet alanının Müslüman ülkeler olduğu ve öldürülen insanların büyük bölümünün Müslümanlar olduğu bir türlü Batı gündeminde tutunamadı. Irak’ta, Suriye’de kesilen kafalar, Türkiye’de patlatılan bombalar Batı dünyası için tehdit oldu!

ABD’nin DAEŞ’le mücadelesinde (!) bölgeden kendine bir partner bulması gerekiyordu. İşte tam burada hakiki planı da gün yüzüne çıkıverdi. Aslında asıl hedefin Suriye PKK’sı olan YPG/PYD oluşumu olduğu çok geçmeden anlaşılacaktı. Korkunç şekilde silahlandırılan ve ABD askeri-diplomatik koruma zırhı ile meşruiyet kazandırılmaya çalışılan bu terör örgütü, kısa sürede DAEŞ’in elindeki geniş arazileri kolayca ele geçirdi. Aslında hülle yoluyla devir teslim gerçekleştirildi demek daha doğru olur. Böylece ABD, Suriye’ye sağlam bir şekilde yerleşme imkânı elde etmiş oldu. 2.Dünya Savaşı’ndan sonraki ABD-SSCB arasındaki Doğu-Batı Almanya bölünmüşlüğünün bir benzeri, bu sefer de Suriye üzerinde ABD-Rusya hattı olarak gerçekleşti. DAEŞ, başta Rakka olmak üzere her bölgede ufaldı, küçüldü, nasıl şişirildiyse, öylece sönerek daha mikro düzeyde beklemeye alındı.

DAEŞ’le en büyük ve masraflı mücadeleyi veren Türkiye, başından beri tüm terör örgütlerinin ortak hedefinde olduğunun bilincinde olarak YPG/PYD oluşumunun da bertaraf edilmesinin mücadelesini verdi. Uluslararası diplomasi ile iyi terör örgütü-kötü terör örgütü olmadığının ve hepsinin insanlığın ortak tehdidi olduğunun mücadelesini verirken, ülkemize yönelik terör tehdidinin boyutunu da ısrarla dile getirdi. Ama ne çare ki, zaten kendi laboratuvarlarında İslam dünyasına çullanmak için ürettikleri, silahlandırıp, eğittikleri ve koruyup, kolladıkları bu yapılar için bize sahte diplomatik sözler vermekten de imtinâ etmediler.

Türkiye, sahada askeri yönden güçlü olmadan diplomasinin netice vermeyeceğini tarihi tecrübeleri ışığında çok iyi bilmektedir. Son yıllarda millî savunma sanayiindeki mühim gelişmeler diplomasi sahasında elimizi güçlendiren en mühim unsurlardır. Sahada kazanamayanın masada kaybetmeye mahkûm olduğu gerçeği, Batının bize karşı çifte standartlı ikiyüzlü politikasının da ana kaynağıdır. Türkiye’nin güney komşuları üzerinden oluşan terör odaklı bekâ meselesine kendi imkânlarıyla müdahalesi bu koşullar altında zorunlu hale gelmiştir.

Her ne kadar ülke içindeki terör sevici gayrı-millî unsurlar, hümanist çığlıklarla operasyonlara karşı seslerini yükseltseler de; sahip çıktıkları teröristlerin katlettiği, asimilasyona tabi tuttuğu, göçe zorlayıp, infazlar yaptıkları masun insanların acılarına karşı hümanizm damarlarının kuruduğu müşahade edilmektedir. Batının ikiyüzlü çifte standartçı yapısının, bu gayrı-millî unsurların da karakteri olduğu aşikârdır.

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarının ardından gerçekleşen Barış Pınarı Harekâtının hızla ve büyük bir başarıyla ilerlemesi, mevcut olan statükoyu bozdu. ABD ve Batı dünyasının tüm engelleme ve oyalama girişimleri Türkiye’nin harekete geçmesine engel olamadı. Neticede, Türkiye ile ABD arasında gerçekleşen 13 maddelik mutabakatla harekâta şimdilik ara verilmiş oldu. Türkiye’nin harekât esnasında çok ciddi anlamda terör örgütünü sahadan silmesi ve millî harp gücünün bölge ülkelerinin çok üstünde bir kabiliyete sahip olduğunun bir kez daha müşahade edilmesi batıdaki telaşın da ana kaynağı oldu.

Modern bir Haçlı ordusu olarak dizayn edilen terör örgütünün yediği ağır darbe ile bölgede çöküşün eşiğine gelmesi, seslerinin bu kadar yüksek çıkmasının ana sebebidir. Tehdit ve ambargo şantajları, silah satışlarının durdurulması kararları, kınama çabaları yağmur gibi yağmaya başladı. ABD’nin kendi içindeki kafa karışıklığı, Başkan Trump üzerinden ciddi bir politik karışıklığa dönüşmüştür. Trump’ın Türkiye’ye karşı zayıf kaldığını düşünen ve onu azletmeyi arzu eden Türkiye düşmanı şahin kanat; hem demokratlar, hem cumhuriyetçiler içerisinde harekete geçmiştir. Azledilme korkusunu yaşayan Trump’ın ne yapacağını şaşırmış haldeki tutarsız tweetleri, içine düştüğü halet-i ruhiyeyi ortaya koymaktadır.

Türkiye’nin; operasyondaki haklılığını ifade ederken, NATO kartını sahaya sürerek müttefiklerine karşı terör örgütüne destek olunmasının izâh edilemeyeceğini ortaya koyması çok önemli bir hamledir. Apar topar ülkemize gelen NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in bu adımının, aslında Türkiye’ye yönelik bir baskıdan ziyade ikna odaklı olduğu su götürmez bir gerçektir.

ABD’nin; madem öyle, işte böyle dercesine Münbiç ve Ayn’el-Arab’ı hızlı bir şekilde tahliye edip, Rusların ve Rejimin eline teslim etmesi, Türkiye’nin kendisine rağmen gerçekleştirdiği harekâta karşı bir hamle niteliğindedir. Bu hamle ABD ile Rusya arasında derin bir anlaşma olduğu izlenimini de vermektedir. Aslında bu hamlesiyle kendi elini bölgede daha da zayıflatmış ve Rusya’ya mevzi kazandırmış oldu. İngiltere’nin bu gelişmeler üzerine çok dikkat çeken “Türkiye’yi Rusya’nın kucağına itemeyiz” açıklaması belki de bu süreçte batıdan gelen en aklı başında açıklamaydı. Barış Pınarı Harekâtıyla Kuzey Suriye’deki etki sahasını kaybeden ABD’nin eli zayıflarken, İngiltere’nin bu çıkışı Batı dünyasının zihin altyapısındaki derin Rusya kaygısını da gün yüzüne çıkarmış oldu.

Mevzi kaybeden ABD’nin kendi namına bölgede ciddi yara aldığı bir gerçektir. Kuzey Suriye’de kurmayı planladığı kukla terör devleti projesi büyük ölçüde yıkılmış olan ABD’nin; besleyip, büyüttüğü teröristlerini yeni hamlelerinde kullanmak üzere daha güneye çekmekten başka çaresi kalmamıştır. Üstelik bu çekilme, İsrail’in de sıkışmasına sebep olmuştur. Suriye’de terörün hareket alanında meydana gelen her daralma İsrail’in genişleme planlarına darbe vurmaktadır. Üstelik Rusya ile arasının da iyi olmadığı bir ortamda, kuzeyinde bir Rusya’nın varlığı İsrail için hiç de kabul edilir bir gerçek değildir.

Şu an itibarıyla, harekâta 5 günlük bir mutabakat arası verilmesiyle tarafların durum değerlendirmesi yapma süreci de başlamış oldu. Türkiye, sahadaki başarısını diplomatik olarak ABD üzerinden masada elde etmiş gibi görünüyor. Zaten askeri operasyonun ana gayesi de, terör unsurlarının güvenli hattın gerisine çekilmesi ile bölgede mültecilere bir yaşam alanı oluşturulması idi.

ABD’nin yine bir oyalama taktiği güttüğü akla geleceği gibi, bu sefer durumun vehâmetinin ABD tarafından da anlaşılmış olduğu düşünülebilir. Blöf yapmadığı ortaya çıkan Türkiye’nin gemileri yakmış olduğu gerçeği tamamen anlaşılmıştır. Şu aşamada ABD’nin tek seçeneği teröristlerini daha güneye çekmek gibi gözüküyor. Eğer mutabakat, 120 saatin sonunda gerçekleşirse ABD, Kuzey Suriye’de oyun kurucu olma pozisyonunu ve bir terör devletçiği projesini de yitirmiş olacaktır. Bununla birlikte Türkiye de, kazandığı askeri ve diplomatik zaferi ile isteğini elde etmiş olacak ve bölgede etkinliğini artırarak, Suriye’nin geleceğindeki pozisyonunu daha da güçlendirecektir.

Rusya ise fırsatçılığını ve kaba kuvvetini kullanarak yaptığı hamleyle, bölgede belirleyici bir aktör durumuna gelmiştir. Neticede Münbiç ve Ayn’el-Arap’ta ABD ve YPG’nin yerini Rusya ve Rejim alırken, Türkiye de Fırat’ın doğusunda ciddi bir sahayı denetimi altına almış oldu. Her ne kadar Rusya, ABD’den daha tercih edilebilir değilse de, bölgede meşrulaştırılarak ikinci bir İsrail olması hedeflenen terör yapılanmasının saf dışı bırakılmış olması mühim bir gelişmedir.

Türkiye’nin tarihin en sıkışık anlarından birisinde büyük bir sınav vererek; topraklarında ve doğal uzantılarında bekâ mücadelesi verdiği, ayağa kalkmaya çalıştığı şu çok kaygan zeminde millî harp sanayiinin kendi kendine yetebilirlilik ve üst seviye caydırıcı özelliklere sahip olması en temel mevzuudur. Konumu itibarıyla çok yönlü bir diplomasi tecrübesi kazanmış olan ülkemizin millî gücü diplomatik zaferlerin de ana kaynağı olacaktır.

Bugünün şartları itibarıyla Türkiye; ne Rusya’yla, ne de ABD ile diplomatik ilişkilerini kopararak karşı karşıya gelme lüksüne sahip olmadığı gibi, tamamen bir tarafa mecbur olmadığını da herkese hissettirmiş bulunmaktadır. Bu sebeple artık Türkiye kendi yükselen gücünün ve güçlü liderliğinin de katkısıyla dış politikada edilgen süreçten, etken ve belirleyici sürece geçmiştir. Ne istediğini ve nasıl istediğini iyi bilen Türkiye; ABD, Rusya ve AB ilişkilerinde daha eşdeğer düzlemde ve daha denk koşullarda müzâkere yapabilmektedir. Astana Mutabakatı, Soçi buluşmaları ve son ABD mutabakatı bunun açık göstergeleridir.

Konumu, gücü ve tesir sahası itibarıyla Türkiye, dış dünya açısından da kolayca vaz geçilecek bir ülke değildir. Başta ABD olmak üzere Batı Dünyası her ne kadar Türkiye’nin yükselen gücünden derin endişe duyuyorlar ve engellemeye çalışıyorlarsa da; bizimle ne bağlarını koparacak, ne de çatışmaya girecek bir pozisyonları mevcut değil. Bu yüzden diplomasi sahasında ve ekonomik olarak dayatmalarla sonuç almaya çalışıyorlar. Türkiye’yle kopacak bir Batı ilişkisi, NATO’nun en önemli kanadının çökmesine ve Rusya’ya alan açılmasına sebebiyet verecektir. Üstüne üstlük NATO’yu bir ölçüde ayakta tutan bu çok değerli ülkeyi kaybetmekle kalmayacaklar, aynı zamanda karşı karşıya düşman durumuna da geleceklerdir. Bu aşamadan sonrası ise tüm hesaplamaların ötesindedir. Batı’daki tarihi Türk korkusu onların bizimle ne karşı cephede bulunmalarına imkân tanımaktadır, ne de Batının diş geçiremeyeceği bir güce erişmemize göz yummak isteyecekleri bir tavra imkân sağlamaktadır. Ancak iyi bildikleri bir gerçek vardır ki o da; Türkiye, ne eski hasta adamdır, ne de 1950’lerde NATO’ya girdiği yılların Türkiye’sidir. Türkiye’nin çok boyutlu askeri ve siyasi hamleleriyle mevzi kazanmakta oluşu Batı Dünyasının engelleyemediği bir süreç olmaktadır. Bu açıdan Türkiye karşısından Avrupa ve ABD siyaseti dar bir alana sıkışmış ve çıkış yolu arayışına girmiştir. Ancak Türkiye’nin her geçen zaman diliminde üzerlerindeki tazyiki artmakta ve buyurgan duruma gelmekte oldukları gerçeği onları çıldırtmaktadır. Çoktan beri yeni bir Osmanlı tehdidini üzerlerinde hissetmektedirler.

ABD-Türkiye ilişkilerinin gergin ve kritik seyrettiği şu dönemde, Rusya’nın Türkiye ile yakınlaşması çıkarları açısından tercih edilebilir bir gerçektir. Muazzam enerji kaynaklarının batıya aktarılmasında en mühim güzergâha sahip olan Türkiye ile Rusya’nın dış ticaret hacminde son yıllarda meydana gelen büyüme stratejik bir ortaklığı zorunlu kılmaktadır. Ayrıca NATO’nun en büyük ikinci gücü olan Türkiye’yle karşı karşıya gelmek Rusya açısından Doğu Akdeniz’de büyük risk almak olacaktır. Daha birçok etkenin de farkında olan Rusya; Putin’le birlikte başlattığı yeni yayılma döneminde Baltık Denizi, Kafkaslar, Kırım, Doğu Akdeniz ve Antarktika yönünde ciddi ilerlemeler kaydetmiş durdurulamaz bir güç konumundadır. Suriye’ye sağlam bir şekilde yerleşen ve artık bir Doğu Akdeniz gücü olan Rusya, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinin daha da artmasını istememekle birlikte, ülkemizin kazanımlarını sınırlı tutmaya ve elini güçlendirmeye çalışmaktadır. Barış Pınarı Harekâtı esnasında Münbiç ve Ayn’el-Arab’a yerleşmesi bunun göstergesidir.

Suriye üzerindeki etkinliğini Rusya’ya kaptıran İran ise, son gelişmelerden sonra belirleyici poziyonunu daha da kaybetmiş, ikinci derecede bir güç durumuna düşmüştür. Yıllar evvel Suriye’yi Arap Birliğinden atan kukla-işbirlikçi Arap yönetimleri ise ellerine verilen borazanla Türkiye düşmanlığı havası çalmaktan başka bir işe yaramamaktadırlar.

Şartların akşamdan sabaha değiştiği Suriye’de Türkiye başından beri bölünmüş bir yapıya karşı çıkmaktadır. Çünkü böyle bir yapı Türkiye için kontrolsüz ve illegal yapıların türeyerek ülkemize terör ihraç etmesinden başka bir işe yaramamaktadır. Ayrıca Rusya, ABD, Avrupa ülkeleri, hatta Çin gibi büyük ülkelerin bu topraklara yerleşmesine sebebiyet veren kaos çok daha büyük tehditleri de yaşamamıza yol açmaktadır.

Fırat’ın doğusunda meydana getirilebilecek güvenli ve huzurlu bir bölge ülkemizdeki Suriyelilerin önemli bir kısmının bu topraklarda yeni bir hayata başlamasına imkân sağlayacağı gibi, oluşacak yeni göç dalgalarının da buralara yönlendirilmesini sağlayacaktır.

Belki de uzun yıllar sürecek olan bir sakinleşme ortamını sağlayarak, Suriye için kalıcı barışın yapılmasını, tüm unsurların nüfusları oranında temsil edileceği anayasal bir düzenin de kurulmasını sağlayacaktır. Temennimiz bu şekildedir.

Ancak yukarıda da dediğimiz gibi bölgede durum akşamdan sabaha değişmekte ve yepyeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. Yapılan bütün analizler bir anda değerini yitirmekte ve bambaşka ortamlarla yeni siyasetler belirlenmektedir. Batılı büyük güçlerin, silah üreticilerinin, İsrail’in ve daha nice emparyalist iştahların bölgede huzur istemediği gerçeğini de unutmamak lazımdır.

Bölgesel ve zorunlu operasyonlarla millî menfaatlerini korumaya çalışan Türkiye’nin, savunma sanayiinde yerlilik oranını %90’lar seviyesine çıkarıp, gerçekleştireceği seri ve konvansiyonel üretimlerle harp edilmeye cesaret edilemez bir ülke haline gelmesi olmazsa olmazıdır. Büyük ve güçlü Türkiye, bölgenin kalıcı huzurunun tek çaresidir.

19 Ekim 2019

İbrahim KANADIKIRIK