Kainatın seyyidi, nebiler ve gönüller sultanı, varlık âlemimizin dürr-i yektâsı, gözümüzün nuru, gönlümüzün aydınlığı, hasretinin ciğerleri dağladığı, tüm övgü ve senâların üstünde bir övgüye layık olan “levlâke levlâk vemâ halaktü’l-eflâk” sevgili peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa sallallahû aleyhi vesellem efendimizin varlıklarıyla arzı ve kainatı şereflendirdiği mübarek doğum geceleri…
Ya Resulullah! Senin mübarek varlığının teşrif buyurmadığı, kadem-i mübareğinin basmadığı bir dünyaya gelmeyi asla istemezdik ya resulullah! Sana ümmet olmanın şerefini hiçbir şeye tercih etmeyiz ya resulullah! Seni anmayan bir kalbi, seni zikretmeyen bir dili biz ne edelim ya resulullah! Tek bir sünnetini hayatta bir kez dahi olsa hulûs-ı kalp ile yapmanın nimeti dünyanın tüm fanî nimetlerinden kıymetlidir ya resulullah! Senden uzak bir hayat hiç olmasın ya resulullah! Sevdiklerini biz de seviyoruz, buğz ettiklerine biz de buğz ediyoruz ya resulullah! Seni övmeye ne dillerimiz, ne ömrümüz yetmez ya resulullah! Sen, rabbimiz seni nasıl övdü ve zikretti ise tüm kemâliyle öylesin ya resulullah! Sallallahû aleyhi vesellem.
Beşer planında medeniyetin esas kaynağı olan peygamberler silsilesinin en parlak incisi durumundaki resulullah efendimizin varlığı, tüm varlıkların en kıymetlisidir. Ona yakınlık yakınlıkların en güzeli, ona uzaklık uzaklıkların en çirkinidir. Onu sevmek sevgilerin en yücesi, ona buğz etmek nasipsizliklerin en dehşetlisidir. Ondan nasipli olanlar, onu hiç görmeseler de hiss-i kable’l-vuku ile nasiplerini almakta; nasipsizler ise tüm hayatına ve varlığına baş gözleriyle ve kulaklarıyla şahid olsalar bile, akılları gözlerinden kalplerine inemediği için ebedi nasipsizliğin dipsiz kuyularına yuvarlanmaktadırlar.
Resulullah efendimizi (sav) sevmek, imanın kalbe yerleşmesidir. Bu ise onu tanımaktan ve onun mübarek sünnet-i seniyyesine ittiba etmekten geçer ki, bu bizzat dinin yegâne sahibi olan Hazreti Allah (cc)’ın kesin emridir. Ahzâb sure-i şerifi 56. ayet-i celilesinde rabbimizin meâlen;
“Muhakkak ki, Allah ve melekleri Muhammed ve ailesine selam ederler. O halde ey müminler siz de (ona ve ailesine) salât ve selâm ediniz” buyurmaktadır. Bu ayetle peygamber aleyhi’s-salatü vesellem efendimiz için salavat-ı şerifeler getirmek üzerimize vacib kılınmakta ve rabbimize yakınlığın en temel esası olarak va’z edilmektedir. Zaten kelime-i tevhidin; “Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-resulullah” şeklinde tamam olması ve rabbimizin zât-ı esmâsıyla birlikte peygamberimizin ism-i şeriflerini zikretmesiyle de, kelime-i tevhid, imanın aslı olarak insanlara vahyedilmiştir.
Yine birçok hadis-i şerifte peygamberimize salât getirmenin fazilet ve sevabı tekrar tekrar teşvik edilmiştir. Meşhur bir rivayette ise Hazreti Ömer’in peygamberimize; “Ya resulullah! Seni nefsim hariç anamdan ve babamdan bile daha çok seviyorum” hitâbına, seyyidü’l-adem efendimizin; “Olmadı ya Ömer, beni nefsinden bile çok sevmedikçe hakiki iman etmiş olamazsın” cevabıyla, bu sefer Hazreti Ömer’in; “Sana kitabı indiren Allah’a yemin olsun ki, artık seni nefsimden bile çok seviyorum” deyince, “Şimdi oldu ya Ömer, İmânın kemâle erdi” buyurarak bir müminin hazreti peygambere nasıl bir muhabbetle yaklaşması gereğini ifade buyurmuşlardır. (sav)
Müslümanlar, Asr-ı Saâdet’ten beri imanlarının gereği olan resulullah sevgisini her vesile ile ortaya koymuşlardır. Dualarının başlangıç ve bitişlerini ona salâvat-i şerifelerle yapmışlar, zikir ve tespihlerinde salâtü selamları rabbimizi zikrin hemen ardından getirmişlerdir. Bununla da yetinmeyen Müslümanlar Asr-ı Saâdet’ten itibaren siyer-i nebilerle, hilye-i şeriflerle onu ve vasıflarını anlatırken, na’t-ı şeriflerle de, hazreti peygambere olan muhabbetlerini en güzide şiirler olarak dile getirip, yazmışladır. Sahabe-i kirâmdan Abdullah bin Revaha, Hassan bin Sabit ve meşhur Kasîde-i Bürde sahibi Ka’b bin Züheyr (ra) gibi şair sahabeler, hazreti peygamberin hoşuna giden na’tlarıyla meşhurdurlar. Hatta Ka’b bin Züheyr’e, kasidesi dolayısıyla peygamberimizin mübarek Hırka-i Saadetlerini hediye etmesiyle na’tı, “Kasîde-i Bürde” adıyla meşhur olmuştu. O gün bugündür, bizzat Hazreti Peygamberin tasdikinden geçen na’t geleneği, İslâm Dünyasının her yanında yaygın hale gelmiş ve Müslümanların peygamber sevgisi ve özleminin en veciz ifadeleri olmuştur.
Bizde bu geleneğin en meşhuru her halde 15. asırda merhûm Süleyman Çelebi’nin gönlüne doğan büyük bir aşkla, kalbinden kalemine bir mürekkep halinde akıp kâğıdı şereflendirdiği “Mevlid-i Şerif”dir. Orijinal adı “Vesîletü’n Necât” (Kurtuluş Vesilesi) olan ve peygamberimizin yeryüzünü şereflendirmesinin anlatıldığı Mevlid-i Şerif yazıldığı 1409 tarihinden beri Osmanlı Türkünün her vesile ile okuyup; sevap, hayr ve bereket umduğu temel eserlerinden birisi olmuştur.
Ahir zamanın en büyük ve dehşetli fitnelerinden olan Oryantalist bakış açısının Müslümanları etkisi altına aldığı son zamanlarda, hadis-i şerif ve sünnetlere karşı yapılan saldırılar kapsamında Mevlid-i Şerif de küçümsenmekte ve gereksiz bir bid’at olarak saf zihinlere muğlaklık verilmektedir.
Vedâ Hutbesinde; “Ey Mü’minler! Benden sonra size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu şaşırmazsınız. Onların ilki Allah’ın kitabı Kur’an ve benim sünnetimdir” buyuran hazreti peygamberin buyruk ve rehberliği altında Müslümanlar sahabe asrından beri hayatlarını sünnet-i seniyyeye göre şekillendirmişlerdi. Çünkü Kur’an’ın va’z etmiş olduğu hayatın en canlı misâli, şüphesiz ki peygamber efendimizin yaşantısı idi. Zaten rabbimiz Ahzab sure-i şerifi 21. ayet-i kerimesinde meâlen; “Allah’ın resulünde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır” buyurarak, Kur’an’ı hazreti peygamber örneğinde yaşamamızı emrediyordu.
İslâm düşmanları, sinsi projeleriyle Müslümanlar arasında sünnet-i seniyyesiz bir İslam, peygambersiz bir Kur’an anlayışını inşa etmeye çalışıyorlar. Çünkü iyi biliyorlar ki, Hazreti Peygamberden uzaklaşan bir insanın Kur’an’ı hakkıyla anlayıp, hayatına tatbik etmesi imkânsızdır. Bu sayede resulullahın örnekliğinden uzak bir anlayışla her kişiye göre ayrı bir İslâm algısı oluşarak, Müslümanlar protestanlaşacaklardır. Bu sebeple Hazreti peygambere ait her şey süslü cümlelerle, ilmî tespit görüntüleriyle ve septik (şüpheci) bir anlayışla değersizleştirilmeye, yok sayılmaya, hükmü iptal edilmeye çalışılmaktadır.
İmam Buharileri, İmam Azamları dinleme, onlara itibar edilmez, beni dinle diyenler, bu şekilde kendilerini bilim adamı olarak göstererek saf zihinleri bulandırmaktan ve egolarını tatmin etmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. “Dünya hırsıyla hareket eden bir âlimin dinine verdiği zarar, aç bir kurdun koyun sürüsüne verdiği zarardan daha büyüktür” buyuran hazreti peygamber bu tehlikeyi zamanlar ötesinden haber vermektedir. Neticede sünnetten ve hadislerden uzak selefi ve batınî düşünceler, başta DAEŞ olmak üzere birçok sapkın anlayışı ve ilahlaştırılmış şarlatan şahsiyetleri Müslümanların başına bela etmekte başarılı olmuşlardır.
Hadis nedir? Hadis Tarihi nasıldır? Hadis Usûlü nedir? Hadislerin tedvin edilme sürecinde nelere dikkat edildi? Esbâb-ı hadis nedir? Hadislerin tedkikinde “cerh ve ta’dil” ilmine ait esaslar nelerdir, nasıl uygulandı? Ravî ve rivâyet zincirine ait senedler nasıl tespit edildi, bunların usûl ve esasları nelerdir? Hadis-i Kutsî, Mütevatir Hadis, Sahih Hadis, Hasen Hadis, Züyûf Hadis nedir, Mevzû Hadis deyince ne anlarız? Gibi sayısız ilmi sorular ve mevzulardan haberdar dahi olmayan bir insan, hadislerin sıhhatini nasıl sorgular? Kendi işinde gücünde olan ve ekmeğinin peşinde olan Müslümanların bir hadis işittiklerinde “sahih mi?” veya “bu mesele Kur’an’da yok” diyerek, ifade edilen her hadise şüphe ile yaklaşan ve ilmi olmadığı halde, dinin âlimi kesilen bu insanların kafa karışıklığının vebalini kim verecek? İşte size oryantalist-septik (şüpheci) düşüncelerin haddini aşmış bir halde insanımıza tesiri…
İnsanlar araştırmasın mı, sormasın mı? Tam tersine Müslüman her şeyden önce kendi inancını derinlemesine araştıracak, öğrenecek, öğretecek ve yaşatacak şekilde İslâm’ı bilmekle mükelleftir. Ancak bunun yolu ehl-i sünnetin selef-i salihinden beri devam edip gelen ve kaynağı Hazreti Peygamber ve Kur’an’a dayanan ana kaynaklarının yoludur. Siz 14 asrı aşkındır nesilden nesile aktarılarak gelmiş bu kaynakları yok sayarak, küçümseyerek, tazyîf ederek yerine ne koyacaksınız? Neyse, zaten bu başlı başına bir makale konusu. Biz gelelim Mevlid-i Şerifimize…
“Mevlide ne gerek var? Bu bir bid’ât, yerine Kur’an okuyalım” şeklinde tamamen saf ve iyi niyetle söylenen bu ezber cümle, aslında tam da bu noktada suret-i haktan görünen zehirli bir oktur.
Tabi ki, hiçbir şey Kur’an’ın yerini tutamaz. Zaten bundan şüphesi olanın da imanı olmaz. Ya peki nedir mesele, nasıl anlamalıyız?
Mevlid-i Şerif geleneği, zaten Kur’an ayetleri okunmadan gerçekleştirilmeyen bir gelenektir. Aşr-ı şerifler mevlid-i şerifin birçok yerinde kıraat edilmektedir. Yukarıda her vesile ile belirttiğimiz üzere, peygamberimize övgü ve selamlar Kur’an’ın ve hazreti peygamberin emridir. Sevabın, hayr ve bereketin kaynağı olduğu gibi, peygamberimize muhabbet ve hürmetin de menba’ıdır. Ayrıca, bugün her ne kadar bir kısım çok bilen zevât(!) inkâr etse de, (belki de ihtiyaçları olmadığı için!) şefaat makamının sahibi olan nebi-yi muhteremin şefaatına vesiledir inşallah. Okunan Mevlid-i şerifler ve onun vesilesi ile okunan salât ü selâmlarla peygamberimize olan muhabbet ve ilgi canlı tutulurken, peygamberimizin şefaatı talep edilmekte ve cenâze ise bu vesile ile bir kez daha hayr ve dua ile anılarak, müminlerin vefat eden kardeşlerine hediyesi olmaktadır.
Bid’at meselesine gelince; evet bid’attir. Ancak bid’at-i hasenedir! Yani, dinin esası olmadığı halde dine müteâllik konularda beğenilen ve tasvip edilen bir husustur. İçerdiği mana, yani hazreti peygambere na’t geleneği bakımından bid’at değildir. Çünkü peygamberimizin daha hayatında zat-ı devletlerine yönelik na’tlar bizzat mübarek tasdikinden geçmiştir. Kaside-i Bürde örneğinde olduğu gibi. Bundan dolayı Mevlid-i Şerif, sadece sonraki asırlarda yazılmış olması bakımından şeklen bid’attir. Böyle bid’ate de canlar kurbandır.
Son bir itiraz noktası ise Mevlid-i Şerifin para ve menfaat karşılığı okunduğudur. “Ameller niyetlere göredir” hadisini esas alarak deriz ki; kimse kimsenin kalbinin bekçisi ve mes’ulü değildir. Okutan Allah rızası için ve sevab umarak okutursa karşılığını ahirette alır. Yok, eğer herkes okutuyor, ayıp olmasın, biz de okutalım niyetiyle okutuyorsa; eş, dost ve yareninden dünyalık teşekkür alır, ahiret nasibi olmaz. Okuyan para kazanmak için okuyorsa parasını alır, öbür tarafa bir şey kalmaz. Yok, eğer bana böyle bir fırsat verildi, değerlendireyim, ağzım ve dudaklarım nebi-i muhterem efendimizin ismini anmakla şereflensin ve bereketlensin diye okuyorsa zaten ebedi âleme azığını bugünden taşımıştır. Dinleyen hazreti peygamberin anılmasının bereketini yaşayayım, bolca salât-ü selam getirip manen nasipleneyim diye dinliyorsa; dünyada hayr ve bereket, ahirette sevabına ulaşır. Yok, eğer çocukların şeker beklediği gibi bedava çörek ve şeker alayım, ağzım tatlansın diye dinliyorsa o da midesinin nasibinden başka bir şey elde edememiştir. Yani herkes niyetinin karşılığı olan nasibine ulaşmaktadır. Ama bu dünyada, ama ahirette!
Ey Müslüman!
Başka işin gücün yok da, Mevlid-i Şerifle mi uğraşman kaldı?
Sen Kur’an’ı hayatına ne kadar tatbik ediyorsun ve günde ne kadar Kur’an okuyorsun da, Mevlid-i Şerifin okunmasına Kur’an namına karşı geliyorsun?
Hazreti Peygamberin anılmasının, ona salavat-ı şerife getirilmesinin sana ne zararı var?
Kim Mevlid-i Şerifi Kur’an yerine koydu da, sen buna karşı savunma kaygısına düştün?
Hazreti Peygamberin topluca anılmasından ve ona salât-ü selam getirilmesinden dolayı kuduran İslâm düşmanlarının ve iblis-i lâinin ekmeğine yağ sürmek sana mı kaldı?
Mevlid-i Şerifin okunması sırasında bir sebeple orada bulunan bir Müslümanın, peygamberimizin manevi tesiriyle kalbi rikkâte gelip, hayatına sünnete göre düzen vermesine yol açacaksa ve senin tesirinle oraya gelmemişse bunun vebalini kaldırabilecek misin?
Senin aleyhteki propagandanla Mevlid-i Şerifi dinlemekten vaz geçen bir Müslümana engel olarak, onun salavat-ı şerife getirmesine engel oluyorsan bunun hesabını nasıl vereceksin?
Yarın huzur-ı ilahiye çıktığında, sana; niçin nebi-yi muhterem efendimizin muhabbetle, salâtla topluca anılmasından rahatsızlık duydun dense ne cevap vereceksin?
Ey Müslüman!
Sana tavsiyem; önce Resulullah efendimizin hayatını, tevhid mücadelesini, Kur’an’da nasıl anıldığını ve bize bildirilen onun hakkında uymamız gereken emir ve tavsiyeleri, onun insanlık için ne ifade ettiğini, sahabenin ona nasıl düşkün olduğunu, ona yazılan na’t-ı şerif geleneğini ve sonra da Mevlid-i Şerif’i bir kez baştan sona oku, sonra Mevlid-i Şerif’i değerlendir.
Sahi, sen hiç Mevlid-i Şerif okudun mu?
Müslümanlar!
İslâmî anlayışımızdan beslenen geleneğimize yapılan sinsi saldırılara bilgisiz ve bilinçsizlik içerisinde destek olmayalım. Bu din bize sahabeden beri gelen bir ecdâd silsilesi ile ulaştı. Ecdâd da, hazreti peygamberin yaşantısını kendine ölçü kıldı. Onu sevdirecek, ona ulaştıracak, kalbe ve zihne onu yerleştirecek her şeye bir hazine kıymetiyle sarıldı, yaşadı ve bizlere ulaştırdı. Eğer bizler her vesile ile hazreti peygamber muhabbetini yaşayamaz ve yaşatamazsak, bizden sonrakilere karşı sorumluluğumuzu nasıl iletiriz?
Son olarak değerli okuyanlarıma iki eser tavsiye edeceğim.
İlki, Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n Necât (Mevlid-i Şerif) adlı na’t-ı şerifi.
İkincisi, ehl-i sünnetin en geniş salavât-ı şerife eseri olan ve 15. asırda Faslı Süleyman el-Cezûlî tarafından derlenmiş “Delâilü’l Hayrat” isimli salavât-ı şerife kitâbıdır. Her iki eseri Diyanet Yayınevinden nefis baskılarıyla bulmak mümkündür.
Bu vesile ile bu gece birer Mevlid-i Şerif okumayalım. Hayr ve bereket umalım. Hazreti Peygambere yakınlaşmaya vesile kılalım. Mevlid Geceniz mübarek olsun…