Kulakların işitebildiği uzaklardan, amatör müzisyenlerin kulak tırmalayan düğün şarkıları geliyordu. Ne anlama geldiğini hala bilemediğim, neden yazıldığını ve düğünlerde neden söylendiğini anlayamadığım “Bir avcı yedi beni, bir avcı vurdu beni, domdom kurşunu, oh dedim ağladım……” türküsünü söylüyorlardı amatör sanatkarlar.. Bu sesler, arabayla sokak sokak dolaşıp patlıcaan, domaatees, pataaates, soğaaan diyen satıcıların cırtlak sesi gibi kulak tırmalıyor, notasız, vezinsiz, sadece bağırtıdan ibaret bu ses yığını büyük iç acıları yaşattırıyordu bana. Annemin feryat figanları bu kulak zarını yırtan, sabit duran öfkeyi harekete geçiren seslerle birleşince büyük bir acının, yakin bir felaketin gelmekte olduğunu hissediyordum. Rüzgârın şiddetini daha da arttırmasını, bu mutantan çığırtkanları alıp götürmesini, kimsenin görmediği bir yerde ses tellerini kopartarak getirmesini istiyordum. Sanki rüzgâr benimle inatlaşır gibi birdenbire duruverdi. Yatsı ezanı okunuyordu. Evin önündeki beton sütrede oturan mahallelilerden birkaçı namaza gitmek için ayaklanmıştı ki, sarı renkli Magirus marka, kaplumbağa görünümlü minibüs evimizin önünde duruverdi. İki katlı, alt kat Sarıkız’a, Karakız’a, Yumoş’a, Deli’ye, Mavi’ye, Delioğlan’a, Pamuk’a; üst kat ise birbirine tutkun 6 kişi içindi. Üst katta hol görünümlü salona tavanları geniş 3 oda açılırdı. Televizyon henüz girmediği, hikâye ve masalların, destansı hatıraların uykuya hazırlık için kullanıldığı, sobanın tek yerde yanmasından dolayı herkesin aynı yerde kalın döşeklerde ve hep beraber yattığı üst kat, mutluluğun, sevincin, üzüntünün, çilenin de mekânıydı. Alt katın önünde duran sarı Magirus’ten saçlarına henüz beyazlar düşmüş babam indi. Sendeleyip düşer gibi oldu. Tıknaz bedenime aldırmadan koştum, ama ben varamadan birkaç mahalleli erkek koluna giriverip evimizin önündeki betondan sütreye oturttu. Babam, beni yanına oturtup elini omzuma koydu. Futbol sahası genişliğindeki alnından birkaç damla ter düştü, katran karası gözlerinden iki damla yaş aktı ve “innaileyhi ve innaileyhiraciun” (Allah’tan geldik ve Allah’a döneceğiz” dedi. İşte bu sözle evin içinden gelen feryatlar gökyüzünü parçalamaya, yürekleri dağlayan figanlar, yeryüzünün kendine has boşluğunu doldurmaya başladı. Babam, yaşamın Allah’ın elinde olduğunu, dilerse yaşatıp dilerse öldüreceğini bilen imanı bütün bir adamdı. Bu yüzden olsa gerek hiç ah vah etmedi, göz pınarlarına hücum eden yaşları durdurdu. Vakarla karışık sabrıyla dik durmakla kalmayıp nasihatta bulundu, “din nasihattir” dedi. Sabrı öğütledi. Tevekkülü öğütledi. “Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir, mühim olan hazırlıklı olmak” dedi. Ondaki bu kati imanı, o zamanlar anlayamamış, ne kadar da gerçekçi, hiç de duygusal değil, diye geçirmiştim içimden. Yıllar sonra babamın bu sabrının, tevekkülünün, teslimiyetinin imanla ne kadar da paralel olduğunu anlayabildim. Annemin iç yakan, insanı bir kere, belki binler kere öldüren figanları kalbimin dikeylerine çarptıkça ağlıyor; babamın, “ölüm önüne geçilmeyecek bir mukadderattır. Her ümmetin bir eceli olduğu gibi insanların da bir eceli vardır. Herkesin devranı ecele kadardır. Başkasının ölümü bize hatırlatmadır, ihtardır. Anlayabilirsek ölüm sevgiliyle kavuşmadır…” konuşması, ruhumda karşılık buluyor, derviş sessizliğine gömülüyordum. Babamın her susuşunda annemin halini düşünüyor, açıkçası onun da ölmesinden korkuyordum. Komşu kadınların ellerinde gördüğüm ispirto, kolonya, pamuk gibi ölü yerinde hastalığı akla getiren malzemeler, annemin öldüğüne ilişkin korkularımı iyice artırmış, adeta bütün benliğimi esir almıştı. Durup dururken ağlamaya başladım. Ne babamın sözleri beni yatıştırıyor, ne çevremdeki insanların teskin edici mırıltıları korkumu yeniyordu. Çünkü annemin feryat figanları kesilivermişti. 5 yaşında bir çocuk gibi, “ben annemi isterim”, diye ağlamaya, ayak diremeye başladığımda, annemin iyi olduğu söyleniyordu bana. Beni eve çıkarmıyorlardı ki annemi göreyim, ölmediğine ve ölümü öldürdüğüne emin olayım.DEVAM EDECEK