Şehadetinin 99. Yılı Anısına…
1919 yılının yaz sonları… Maraşlı, şehirden köylere hummalı kış hazırlıkları içerisinde… Pek ağzının tadı yok, ama yine de ademoğlu ihtiyaçtan azâde değil. Damlarda tarhana firikleri ile salçalar birbirine bakarak kurur da kurur. Bir tarafta kurular oyulup kurutulmakta, diğer tarafta masere kazanlarında pekmezler kaynamakta, sucuklar batırılmakta, bezlere bastıklar serilmektedir. Gozlar olgunlaşmış, kabukları çatlamaya durmuş, sehilden yaylaya doğru çırpılırken, boynunda muskayla koşuşan çocuklar gozlardan başak yapma telaşındalar… Humaşır Gölü’ne giden camızlar akşama doğru yol boyu gelirken, yörüklerin Aksu civarında otlayan çift hörgüçlü develeriyle selamlaştıktan sonra Nahırönü’ne gelerek evlerine dağılmaya başlamışlar, İncir cücükleri Dereboğazı’nın yetkin sarı incirleriyle kursakları dolu olarak tut dallarında tünemeye başlamışlardı.
Bu yaz bağ bozumu her zamanki gibi değildi. Zihinler meşgul, çehreler endişeli, dudaklar duada, semaya kalkan eller titrekti. Ahır Dağı’ndan gelen karla yapılan dövme dondurma yürekleri soğutmuyor, ne Pınarbaşı’nın ne de Yavşan’ın suları tat vermiyordu. Meyan şerbetine kimse el uzatmıyor, Maraş’ın Deli Poyrazı bile sıcak esiyordu.
Zülkadiroğlu Süleyman Bey Bulanık’taki bağında Bertiz köylerinden gelen temsilcilerle toplantı üzerine toplantı yapıyor, Fatmalı oğlu Derviş çeteler topluyor, Cineviz Mustafa beyaz atıyla Mağralı’yla Cancık Mağarası arasında mekik dokuyor, sabır taşı çatlayan Vezir Fakı pür silah Kayabaşı’nı tutmuş, 17’lik yiğit Çuhadar Ali taydaşlarıyla hararetli hararetli konuşuyordu.
Karakız Muhiddin Keşif Efendi Camii’nde Çerkez Yahya Hoca’yla Abarabaşı Kilisesini tarassut ediyor, Riyaziye muallimi Hayrullah Bey Elbistan’da bir miktar silah temin ettikten sonra Pazarcık’a inmiş, Atmalı ve Sinamili Aşiretlerini teşkilatlandırıyor, Göllü’lü Yusuf Çavuş gözleri ateş saçarak dolaşıyor, Mıllış Nuri kuşağında çifte tabanca ile bıyık kıvırarak Kuyucak-Kümbet Mahalleleri arasında Ellik Gavuruna göz dağı veriyordu.
Muharrem Bayezıd atını çatlatırcasına Bertiz köyleri arasında koşuştururken, keskin nişancılığıyla nam salmış Kanadıkırık Hafız Ahmed Fakı Sokakbaşı-Nahırönü arasınnda Semerci Sersem Ahmed’le birlikte Tekke Kilisesi’ni gözlüyor, Medinelizâde Abdullah Çavuşla, Eşbah Mehmed gazilik yahut şehitlik duarıyla mevlaya ellerini açıyor, Uzunaoluk’ta Hacı İmam fokur fokur kaynayan süt tenceresindeki sütü savururken, bir elini de kuşağındaki Karadağ tabancasının kabzasında tutuyordu.
Trablusşam’daki serkomiserlik vazifesini bırakarak Maraş’a gelen Arslan Bey, Kuyucak’ta Şeyh Ali Sezai Efendi Tekkesi’nde muhterem şeyhin huzurunda diz çökmüştü. Elinde tesbihi, dilinde zikrullahı, çehresindeki mehabet ve tebessümle karşısındakine daima huzur veren Ali Sezai Efendi, Arslan Bey’in;
“ –Hocam, şehirdeki durumun nazikliğini bildiren davetinizi aldım. Bir an tereddüt etmeden Maraş’a döndüm. Anavatanımız Kafkasya’yı Şeyh Şamil’in esaretinden sonra Moskof keferesine karşı muhafaza edemedik. Anadolu bizim sığınağımız, Maraş vatanımız oldu. Aynı şeylerin tekrarlanmasına müsaade edemeyiz. Kaybedecek başka vatanımız yok. Maraş ya bize, ya düşmana mezar olacak. Dua buyurun; teşkilatlanıp, mücadeleye gireceğiz. Sizin yanımızda olmanız milli mücadelemize güç katacaktır. Gecikmeden Müdafa-i Milliye teşkilatını ve milli kuvvetleri teşkil edeceğiz.” Sözleri üzerine Ankebut suresinin;
“ İnsanlar, iman ettik demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik” mealindeki ayet-i kerimeyi okuyarak; inanç, azim, sebat ve fedakarlıkla inşallah neticenin hasıl olacağını belirtip, dualarıyla Arslan Bey’in gönlünü hoş eyledi.
*
**
Mondros Mütarekesi akabinde İngilizler’in Maraş’ı işgal etmesi, Ellik Gavurunu azdırmış, sınırsız bir cür’et içerisinde taşkınlık ve sarkıntılık yapmaya başlamışlardı. Ancak sevinçleri uzun sürmemiş; İngilizler’in şehirdeki havayı çabuk algılayarak Ermenilerin taşkınlıklarına kapılmamaları, ayrıca kuvvetlerinin içerisinde çok sayıda sömürge Hintli Müslümanların (şimdiki Pakistan) varlığı gibi sebeplerle politik davranmaları Ermenilerin heveslerini kursaklarında bırakmıştı. Ancak sonbaharla birlikte durum değişmiş, yapılan anlaşma gereği şehrin Fransızlar’a teslim edileceği haberi tüm şehirde kısa sürede yayılmıştı.
Ermeni ev ve konaklarında bayram havası esiyor, Hırlakyanlar hazırlık üzerine hazırlık yaparken, sarhoş Ermenilerin salyalı ağızlarından çıkan naralar sırtlanları bile iğrendiriyordu. Hırlakyan Agop Ağa Kilikya Ermeni Prensliği hayalleriyle yatıp kalkıyor, Maraş Taşnaklarının lideri kardeş Hırlakyan Avadis ise yapacağı katliamlarla Maraş’ı nasıl bir kan deryasına çevireceğinin planlarını yapıyordu.
Misyonerler… Güler yüzlü şeytanlar… Kapkaranlık geceler gibi simsiyah kalplerinde bin bir çeşit fitne ve nefret taşıyan ajanlar… Batı’nın Truva Atları… Boyunlarında haçları, ellerinde muharref İncilleri ile hilâle saldıran sırtlanlar… Arkalarında kapitülasyon zırhı, ceplerinde kiliselerin sınırsız kaynakları, yanlarında ecnebi matbuatı ile her biri bir büyük batılı devletin pasaportuyla daldılar Anadolu’ya… Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman vs. Kimi Protestan, kimi Katolik… Hedef aynı… Anadolu’nun yerli Hristiyanlarını dönüştürerek, kışkırtarak, silahlandırarak, terörün cirit attığı bir ortama sürükleyerek bin yıllık rüyayı gerçekleştirmek… Anadolu’yu yeniden Anatolia yapmak… Türkleri İran yaylalarına sürüp, Ayasofya’nın kubbesine altın haçı yerleştirip, Şark Meselesini kökünden halletmek… Neden olmasındı ki… Endülüs’ü yedi asırlık bir İslâm hakimiyeti ve medeniyetinden sonra İspanya yapmayı başarmamışlar mıydı? Hem de tarihlerinin en şaşaalı dönemlerini yaşarken tam zamanı değil miydi?
Gregoryen Ermeniler ilk başlarda hoş karşılamamışlardı, Protestan ve Katolik misyonerleri… Ama paranın, gücün, propagandanın, Ermeni Devleti kurma hayallerinin tesiri kısa sürede etkisini göstermiş; kiliselerdeki papazların da yoğun desteği ile Ermeniler arasında Protestanlık ve Katoliklik büyük bir hızla yayılmış ve bununla birlikte Türk düşmanlığı ve bağımsızlık hayalleri zirve yapmıştı.
Misyonerler mucizevi bir şekilde her yerde misyoner okulları açıyorlar, hastahaneler kuruyorlar, yetimhaneler yaparak Ermeni çocuklarını barındırıp eğitiyorlar, yeni kiliseler inşa ediyorlardı. Avrupa’dan Amerika’dan gelen matbuaat Türk zulmü altındaki Ermeni zihinlerini aydınlatıyorlardı(!) Misyoner okullarında her biri birer ajan olan öğretmen görüntüsündeki görevliler tarafından temel eğitimleri verilerek belirli aşamaya getirilen Ermeni gençlerinin, konsolosların himayesinde Avrupa’ya, Amerika’ya götürülerek eğitimleri tamamlanıyor, Zeytun’a, Haçin’e, Kozan’a, Fırnıs’a, Adana’ya usta birer propagandacı, ajan, katil olarak geri dönüyorlardı.
Batı’nın her türlü desteğini arkalarında hissetmenin mutluluğu içerisindeydi Ellik Gavuru… Trabzon, İskenderun vs. limanlardan konsolosluk eşyasının aranmaması imtiyazından yararlanan konsoloslar tarafından gümrüklerden geçirilen sandık sandık silah, cephane, bomba Ermeni kiliselerine taşınıyor, buradan Taşnak ve Hınçak terör örgütlerince Türk kanı içmeye can atan Ermeni eşkıyasına dağıtılıyordu.
Misyonerler-konsoloslar-papazlar tarafından tamamlanan şeytan üçgeni 19.yy.ın ikinci yarısından beri Anadolu’nun her yerinde nice masum Müslüman kanı akıtan Ermeniler, en büyük düşmanları 2.Abdulhamid Han’a 1905’de bombalı suikast yapacak kadar gemi azıya almışlardı… 1.Dünya Savaşı’nda ise Rus ordusunun himayesi altında yaptıkları kıyım ile Doğu Anadolu’ya tarihinin en büyük acılarını yaşatmışlardı… Ve şimdi, Mondros’la birlikte kabus geri dönmüştü…
*
**
İbrahim Evliya Efendi, Maraş’ta İngiliz İşgali döneminden itibaren Aslan Bey’in milli teşkilatlanma için başından beri görüşmeler yaptığı Dr.Mustafa, Yzb. Mahmud, Muallim Hayrullah Beyler grubunun içerisinde faal olarak çalışmalar yapar. Zaten Aslan Bey’le daha öncesinden tanışıklıkları mevcuttu.
Fransızlarla İngilizler arasında devir teslim yapılacağının kesinleşmesi ile birlikte Maraş’ı daha zor ve kritik günlerin beklediği anlaşıldığında teşkilatlanma işine hız verilir. Evliya Efendi, bu amaçla yapılan istişari toplantılarda yer alır. Zaten tüm Maraşlı gibi yerinde duramıyor, bir şeyler yapma gereği gecesini-gündüzüne katmasına sebep oluyor, uykusuz gözlerle sabahlamasına sebep oluyordu.
Fransızların şehri teslim almasına yakın günlerden bir geceydi. Evliya Efendi Acemli Camii’nde yatsı namazını kılmış, cemaatten birkaç kişiyle ayaküstü bir zaman görüştükten sonra evinin yolunu tutmuştu. Mahallenin dar sokaklarında dalgın dalgın yürürken, karşısından sallana sallana iri kıyım bir sarhoşun geldiğini gördü. Yaklaştığında gelenin komşusu Ermeni Terzi Setirek olduğunu gördü. Setirek, sarhoş olmasına rağmen Evliya Efendi’yi tanımıştı. Sallana sallana yaklaştı. Arahı kokan ağzını açtı, tütünden iyice sararmış dişleriyle sırıtarak kinini kusmaya başladı:
- Evliya Efendi! Artık bizim vaktimiz geloor. Haç zafer kazandı. Siz Dacikler’i çok zor günler bekloor çok, Evliya Efendi;
- Neymiş o zor günler, deyince Setirek;
- Bana bak Dacik! Artık efendi biziz. Camileriniz kilise oloor, erkekleriniz öloor, karılarınız ve kızlarınız bizim oloor, der demez iğrenç bir kahkaha attı.
Kan beynine sıçrayan Evliya Efendi sol eliyle sarhoş Ermeni’nin yakasını tutarken, sağ elini yumruk yapıp tam ağzının üzerine indirecekken, Ali Sezai Efendi’nin birkaç gün önce yaptığı tembih aklına geldi. Ali Sezai Efendi, Ermenilerin taşkınlıklarından dem vuranlara; “Evladlarım tahriklere kapılmayın, sabırlı olun. Bizi tahrik ederek işgal kuvvetlerini aleyhimize harekete geçirmeye çalışıyorlar. Teşkilatlanma sürecindeyiz. Irzınız ve canınızın korunması dışında sataşmalara kapılmayın” diye nasihat etmişti. “lâ havle velâ kuvvete illa billah” dedi. Ermeni’nin yakasını silkeleyerek evinin yolunu tuttu.
Evine geldi, eşi ve çocukları uyumuştu. Yatağa uzandı. Saatlerdir yatakta dönüp duruyor, uyku tutmuyor, gözünün önünden çocukluğundan beri yaşananlar geçiyordu. Daha on dört yaşında rüştiyeyi yeni bitirdiğinde 1895-Zeytun İsyanı patlak vermişti.
Ne acı günlerdi, o günler… Hınçakların örgütlediği 10 bini aşkın Ermeni eşkıyası Zeytun Kışlası’nı basmış, esir edilen taburda bulunan 600 küsür asker elleri ayakları bağlı bir şekilde Kanlı Köprü’den ve Kepez Tepesi’nden Ermeni mamaları tarafından boğazlanarak aşağı atılıp, şehid edilmişti. Aylarca süren bu isyanda 13000’i asker olmak üzere yaklaşık 20000 Müslüman vahşice katledilmiş, isyanın bastırılma noktasına geldiğinde Halep, Adana İngiliz-Fransız konsolosları tarafından isyanın elebaşları Avrupa’ya kaçırılmıştı.
1915 Zeytun ve Fındıcak İsyanları ise çok taze idi. Muharip askeri kıtaların 1.Dünya Savaşı’nda cephelerde olmasından yararlanan ve İtilaf kuvvetlerinden destek alan Ellik Gavuru bu sefer de sadece Maraş’ın burnunun dibinde, Fındıcak’ta 2000’i asker 7000 Müslümanı katletmişti. Civarda yaşanan münferit katliamların ise haddi hesabı yoktu. Baltalarla parçalanan erkekler, derileri yüzülen, gözleri oyulan, köstek çivileriyle azalarından çakılan mazlumlar, en iğrenç şekillerde tecavüze uğrayarak katledilen acuzeler, kadınlar, gelinler, kız çocukları, süngülenen bebekler, karınları deşilerek bebekleri çıkarılan hamile kadınlar, gaz yağına batırılarak diri diri yakılan küçük çocuklar… Daha niceleri dayanılmaz acılarla zihnini yaktı kavurdu. Eğer son ferdine kadar Maraş direnmezse, mücadele etmezse, malını canını fedadan çekinmezse Ellik Gavuru’nun Fransızla birlikte Maraş’ta canlı bir tek Müslüman koymayacağı aşikârdı.
Kalktı, abdest aldı, eşi Şerife Hatun’a düşünceli düşünceli baktı, iki yaşını doldurmuş Muazzez ile kundaktaki Hasan Fehmi’yi öptü, seccadeyi serip teheccüt namazına durdu. Sure-i Yusuf’tan okudu. “Kâle innema eşku bessi ve huzni ilallahi” (…derdimi ve hüznümü Allah’a arz ederim) ayetini okurken gözyaşlarını tutamadı, rüku ve secdeye vardı, seccade ıslanana kadar mevlâya niyaz etti… Kendine geldiğinde Acemli Camii minaresinden sabah ezanı okunmaya başlamıştı… DEVAM EDECEK