Teketek Haber

AYAKLANMANIN AKTİF (UYGULAMA) SAFHASI

AYAKLANMANIN AKTİF (UYGULAMA) SAFHASI
07 Şubat 2018 - 22:52

1-) Ayaklanma Emri

Baba İlyas Horasanî’nin Doğu Akdeniz ve Güney-Doğu Anadolu bölgelerinde faaliyet gösteren bütün dervişleri, kendilerine verilen görevi başarıyla yerine getirdiler. Türkmenleri, büyük bir gizlilik içinde yavaş yavaş ayaklanma için hazırladılar. Böylece Babaî dervişlerinin tamamen etkisi ve kontrolü altına girmiş olan Türkmenler, başta sürüleri olmak üzere kendilerine engel olabilecek bütün mallarını ve eşyalarını sattılar. Elde ettikleri paralarla da at ve silâh satın alarak, donanımlı bir ordu hâline geldiler. Öte yandan planını uygulamak için uygun zamanın geldiği kanaatine varan Baba İlyas Horasanî de, yakınlarından bir müridini Kefersud’a, bir diğerini de Maraş yöresine gönderdi. Bu müritleri vasıtasıyla da yörelerdeki müritlerine ve Türkmenlere, “Filan ayın filan gününde bize inananlar, atlarına binip beldelerin fethine çıksınlar. Bizim adımızı duyup fesatların kökünü kazımak ve insanların hâlini düzeltmek uğrunda çalışacak kimseler, elde edilecek ganimet ve maldan hisse sahibi olacaklar. Karşı gelenler ise, hiç tereddüt edilmeden öldürülecek, yakılacak ve ortadan kaldırılacaktır” şeklindeki emrini verdi[1].

Babaî dervişlerin Doğu Akdeniz ve Güney-Doğu Anadolu bölgelerinde ulaşabildikleri bütün Türkmenler, Baba İlyas Horasanî’nin bu emrine tam bir itaat ve bağlılıkla uydular. Çünkü bütün kitle hareketlerinde lidere itaat ve bağlılık, her insan için en yüksek insanî meziyet ve erdem olarak kabul edilir. Hatta bu meziyet ve erdem, inançla bir ve aynı değerde tutulur[2]. Böylece kitle, kendisini daima seçilmiş ve yenilmez bir kuvvetin himayesinde hisseder. İşte Türkmenlerin Baba İlyas Horasanî’ye karşı duyguları, düşünceleri ve davranışları böyleydi.

Görüldüğü gibi, Baba İlyas Horasanî, verdiği emirle müritlerine ve Türkmenlere üç önemli faaliyet alanı ve hedef göstermiştir. Bunlardan birincisi “fesatların kökünü kazımak”, ikincisi “insanların hâlini düzeltmek”, üçüncüsü de “ganimet elde etmek”tir. Bunlardan birincisinin ve ikincisinin etkisi pek fazla olmamakla birlikte üçüncüsünün Türkmenleri son derece etkilediği muhakkaktır. Çünkü Türkmenler, seferleri ve savaşları, hâlâ kendilerine en iyi kazanç sağlayan (ganimet) bir faaliyet alanı olarak görmekteydiler. Türkmenlerin geçimlerini sağladıkları bütün sürülerini ve mallarını satmış oldukları da düşünülürse, onların özellikle bu sırada ganimete olan ihtiyaçları çok fazla idi.

Bu davet, Türkmenlerin sosyal psikolojilerine uygun olduğu için onları son derece etkilemiş gözükmektedir. Çünkü böyle büyük bir efendiden davet almak her Türkmen için onurların en yücesiydi. Dolayısıyla bu davet, Türkmenlerde, tahminlerin çok üzerinde büyük bir duygu kabarmasına ve taşmasına yol açmıştır. Nitekim Baba İlyas Horasanî’nin yapmış olduğu bu davet, Türkmenler tarafından Tanrı’dan gelmiş ilâhî bir emir (vahiy) gibi karşılandı; her tarafta büyük şevk ve heyecan uyandırdı. Bu, ısınmış olan duyguların kaynamaya başladığı bir andı. Gerçekten de Türkmenler, kaynağın ifadesiyle “tıpkı kovanlarından çıkmış oğul arıları gibi kaynaşmaya başladılar”. Artık her Türkmen kendisini, iktidara taşıyacak ve mutlu günlere ulaştıracak “bir peygamber”in askeri olarak görmekteydi. Bakışlarındaki sertlik ve çıkardıkları isyan çığlıkları, onların Selçuklu idaresine ne kadar kızgın olduklarını göstermekteydi. Onlar, âdeta büyük bir zafer kazanmış bir ordunun neferleri gibi bağırlarını parçalarcasına attıkları naralarla, çıkardıkları tüyler ürperten çığlıklarla yeri göğü inletiyorlardı. Boşalttıkları yerleri de birer birer alevlere teslim ediyorlar[3], eşlerini, çocuklarını, taşınabilir bütün eşya ve mallarını yanlarına alarak yollara dökülüyorlardı. Osmanlı devri tarih yazarı Cenâbî’ye göre, bu sırada harekete geçen Türkmenlerin sayısı, yayalar hariç “6 bin atlı” idi[4].

Takvim, 1240 yılının yaz ortalarını göstermekteydi. Baba İlyas Horasanî ve müritleri, “ektiklerini biçmek, serptiklerini toplamak” gayesiyle Türkmenleri harekete geçirmişlerdi. Fakat Türkmenlerin bir kısmının Baba İlyas Horasanî’ye ve onun halifelerine inanmadıkları, davalarına da katılmadıkları anlaşılmaktadır. Baba İlyas Horasanî ve halifeleri bunları tıpkı Selçuklu hanedanı ve idarecileri gibi düşman kabul etmişlerdir. Zira ayaklanma başlar başlamaz Babaî dervişleri ilk saldırılarını kendilerine inanmayan ve davalarına katılmayan kendi soydaşları üzerine yönelterek, bölgede büyük bir katliam ve tahribat yapmışlardır[5].

2-) Malatya Yöresinde Geçen Mücadele

Babaî dervişlerinin ilk hedefi Malatya oldu. Burada Babaî dervişlerinin ve Türkmenlerin karşısına, Türkiye Selçuklu Devletinin Malatya sübaşısı olan Alişîroğlu Muzafferiddîn çıktı. Malatya civarında taraflar arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Malatya sübaşısı Alişîroğlu Muzafferiddîn yenildi ve kaçmak zorunda kaldı. “Sancağı ve davulu (nakkâre)”, Babaîlerin eline geçti. Fakat Muzafferiddîn yılmadı; Malatya civarından (Germiyân) yeni kuvvetler toplayarak, tekrar Babaîlerin karşısına çıktı. Fakat tekrar yenildi ve bütün kuvvetlerini kaybetti[6].

Görüldüğü gibi, Türkiye Selçuklu Devletinin bölgesel gücü, Türkmenlerin son derece dinamik ve kararlı olan gücü karşısında başarılı olamamıştır. Babaîleri ve Türkmenleri, ne durdurabilmiş ne de imha edebilmiştir. Aksine arka arkaya iki defa yenilmiştir. Burada açık olan bir gerçek vardır ki, o da şu idi: Baba İlyas Horasanî ve dervişlerinin yaktıkları ateş, gittikçe büyüyerek, büyük bir yangına dönüşmüştür. Gerçekten de bu büyük yangının söndürülmesi için pek çok nehir suyuna ve kuvvetli bir seyelâna ihtiyaç vardı.

Başta Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev olmak üzere bütün Selçuklu devlet adamları ve komutanları haberi duydukları zaman büyük bir korku ve dehşet içine düştüler. Özellikle Sultanın, şimdiye kadar gizli kalmış korkaklığı, bütün çıplaklığı ile meydana çıktı. O, kendisini devletin merkezi Konya’da emniyette hissetmedi. Tehlikeli durumu devlet adamları ve komutanlarıyla paylaşmak da istemedi. Konya sarayını devlet adamlarına ve komutanlara bıraktı. Aile efradını yanına alarak, Beyşehir gölünün kenarındaki Kubâdâbâd sarayına çekildi[7]. Niyeti, tehlikenin kendisine yaklaşması hâlinde kaçıp Bizans’a sığınmaktı. Selçuklu devri kaynakları, bu utanç verici davranışın ayrıntılarına hiç girmemişlerdir. Burada bir yargıya varmak gerekirse, Sultan Keyhüsrev, bu korkakça tavrıyla, hiç kuşkusuz hanedanlarının yaygın şöhretine ve büyük saygınlığına kara bir gölge düşürmüştür.

3-) Türkmenlerin Amasya Üzerine Yürümeleri

Babaî dervişleri ve Türkmenler, Türkiye Selçuklu Devletinin bölgesel gücüne karşı Malatya civarında kazanmış oldukları bu iki zaferden sonra Elbistan istikametinde harekete geçtiler. Onların bu hareketinde ne dinî kurallar ne insanî duygular ve ne de askerî disiplin ve anlayış hâkimdi. Elbistan yöresinde korkunç bir yağma ve tahribat hareketinde bulundular. Kendilerine direnen herkesi düşman kabul edip öldürdüler. Yöreden kendilerine yeni katılanlarla kuvvetlerini daha da artırdılar[8]. Bundan sonra aralarından en iyi savaşçıları seçip önden Sivas üzerine gönderdiler. Kendileri de bu kuvveti arkadan takip ettiler.

Babaî dervişlerinin ve Türkmenlerin Baba İlyas Horasanî’ye olan inanç ve güvenleri o kadar kuvvetliydi ki, mücadelenin güçlükleri ve tehlikeleri onları korkutmamaktaydı. Türkmen seli, önüne çıkan her engeli yıkarak süratle ilerlemekteydi. Babaî dervişleri ve Türkmenler, hiçbir yerde gereğinden fazla kalmadılar, fakat her geçtikleri yerrde ölümün, yağmanın, yıkımın derin izlerini bıraktılar. Elde ettikleri her başarı, onları amaçlarına bir adım daha yaklaştırmaktaydı. Elde ettikleri ganimetler de onlar için büyük bir kazançtı.

Türkmen seli, bütün kuvvetiyle Sivas üzerine akmaya başladı. Haberi duyan Sivas halkını ise, büyük bir korku ve endişe sardı. Zira şehrin garnizon komutanı, devletin merkezine arka arkaya gönderdiği haberlerle âcil yardım istemiş, fakat bu yardım bir türlü gelmemişti. Selçuklu Sultanı Keyhüsrev, Sivas halkını âdeta mukadder kaderine terk etmiş gibiydi. Buna rağmen şehirdeki garnizon komutanı ve şehir halkı, Türkmenlere karşı çıkmak ve beldelerini savunmak için harekete geçip hazırlandılar. Öte yandan kısa sürede Sivas önlerine gelen Türkmenler, kuvvetli bir saldırı sonucunda şehri düşürdüler. Başta şehirdeki iğdişbaşı olmak üzere beldenin belli başlı bütün ileri gelenlerini öldürdüler. İçinden geçtikleri her yerleşim yerinde olduğu gibi Sivas şehrinde de büyük bir yağma ve tahribat yaptılar. Bu arada Selçuklu ordusunun şehirdeki silâh depolarına el koyup silâh, teçhizat ve mühimmat ihtiyaçlarını giderdiler[9].

Bu, Türkmenler için müthiş bir başarıydı. Bu başarı, Babaî dervişlerinin ve Türkmenlerin amaçlarına ulaşma hususunda ümitlerini ve arzularını son derece kuvvetlendirmiştir. Artık onlar için Amasya yolu açılmıştır.

4-) Amasya’da Geçen Mücadele ve Baba İlyas Horasanî’nin Yakalanması

Baba İlyas Horasanî’nin müritleri Doğu Akdeniz ve Güney-Doğu Anadolu bölgesindeki Türkmenleri harekete geçirirken kendisi de Amasya çevresindeki müritlerini ve Türkmenleri harekete geçirdi. Baba İlyas Horasanî, sahte peygamberlik rolünü burada bir kere daha ustalıkla oynadı. Müritlerine ve Türkmenlere, “Tanrının kendilerine zafer vaat ettiğini, bu mücadelede kendilerinden hiç kimsenin ölmeyeceğini ve yaralanmayacağını” söyledi[10]. Baba İlyas Horasanî, müritlerine ve Türkmenlere “kimse ölmeyecek ve yaralanmayacak” demek suretiyle onların gözlerinin önüne hayatın gerçeklerini örten kalın bir perde koymuş oldu[11].

Baba İlyas Horasanî, kısa sürede Amasya çevresine hâkim olduktan sonra bütün gücünü Amasya Kalesi üzerinde topladı. Amacı, bir an önce kaleyi ele geçirerek, kendisini emniyete almak ve bu müstahkem yeri faaliyetinin üssü ve hareket merkezi hâline getirmekti. Kaleyi, Sultan Keyhüsrev’in oğullarının Atabeyi ve bu sırada kendisine Amasya Sübaşılığı verilmiş olan Hacı Armağanşah savunuyordu. Kalenin önündeki çarpışma haftalarca sürdü. Armağanşah, kalenin sağladığı avantajları iyi kullanıyor, bütün saldırıları püskürtüyordu. Öte yandan Babaîlerin kuşatma silâhları yoktu. Diğer silâhları da yetersizdi. Üstelik içlerinde kuşatma savaşından anlayan tecrübeli bir insan da bulunmuyordu. Kaynaklar, buradaki çarpışmanın ayrıntılarını vermemektedir. Fakat çarpışma çok şiddetliydi. Öyle anlaşılıyor ki, bazı Babaî dervişleri kalenin içine sızmışlardı. Hem kalenin içinde hem dışında kan gövdeyi götürüyordu. Özellikle Türkmenler, kale burçlarından yağdırılan ok yağmuru altında zapır zapır dökülüyorlardı. Bu durum, Türkmenlerin Baba İlyas Horasanî’nin peygamberliğine olan inançlarını ilk defa temelinden sarstı, onları şüphe ve endişe içine sevk etti. Şimdiye kadar kendilerine büyük bir güç vermiş olan inanç sarsılmaya başladı; onlarda kandırılmış olma duygusu uyandırdı. Bu yüzden Baba İlyas Horasanî’ye duydukları kızgınlık, hem bakışlarından hem de davranışlarından belliydi. Çarpışmalarda ölenlerin yakınları ve akrabaları olan beyler, toplanıp hesap sormak için Baba Resûl’ün huzuruna çıktılar. Babaya hitaben, “-Sen bize, yapılan mücadelede hiç kimse ölmeyecek ve yaralanmayacak demiştin; fakat hem ölüyor hem de yaralanıyoruz” dediler. Peygamberlik hususunda ise “-Sen bir rüya görmüşsün. Üstelik bu rüya Rahmanî değil, şeytanîdir” diyerek[12], onu kendilerini aldatmakla suçladılar.

Görüldüğü gibi Baba İlyas Horasanî, vaatlerinde ve telkinlerinde çok aşırı gitmiş, gerçeklerin dışına çıkmıştır. Taraftarlarına, hiçbir bedel ödemeden ve canlarını vermeden amaçlarına ulaşmak gibi imkânsız bir vaatte bulunmuştur. Bu sahte vahiy de Baba İlyas Horasanî’yi müşkül bir duruma sokmuştur. Babanın, bu sürpriz durum karşısında ilk tepkisi, sahte bir şaşkınlık ve kızgınlık şeklinde kendisini gösterdi. İşin ciddiyetini anlayınca da yüzünün rengi birden değişti. Başı döndü. İçine kötü bir şeylerin olacağı korkusu ve endişesi düştü. Sanki bir anda kendisini zirveden en derin çukurun içine düşmüş gibi hissetti. Fakat o, kendisini çabuk toparladı. Onlara ikna edici ve inandırıcı bir cevap vermek zorundaydı. Çünkü Baba İlyas, bu safhada Türkmenleri kızdırmanın ifade ettiği tehlikeyi çok iyi bilmekteydi. Bunun için o, bu kötü durumu mümkün olduğu kadar ertelemek istedi. Bu çirkin yalandan kurtulabilmek için de o anda aklına bir bahane geldi. Baba İlyas, şikâyetçileri etkilemek için birden gözlerini gökyüzüne dikip[13] âdeta sahnede rol yapan usta bir aktörün tavrıyla Tanrıya, “Eyvah Tanrım! Ne yaptın? Yoksa uyuyor musun?”şeklinde küstahça bir hitapta bulundu. Tanrıyı âdeta azarlar nitelikteki bu sözlerden sonra bu defa şikâyetçileri memnun etmek düşüncesiyle onlara dönüp “Yarın huzurunuzda Tanrı ile konuşmaya gideceğim. Neden fikrini değiştirdi? Öğrenip size söyleyeceğim” dedi[14]. Saf ve temiz yürekli insanlar olan Türkmen beyleri, her zaman olduğu gibi Baba İlyas’ın bu sahte davranışına ve sözlerine kandılar. Daha da önemlisi Baba İlyas’ın bu sahte davranışı ve sözleri, Türkmen beylerinin şüphelerini giderdi; sarsılmış olan inançlarını tekrar kuvvetlendirdi; cesaretlerini ve ümitlerini yeniden canlandırdı.

Baba İlyas Horasanî, Türkmenleri ayaklandırmakla amacına kolayca ulaşabileceğini sanmıştı. Fakat o, ikna etme ve inandırma sanatında gösterdiği başarıyı savaş tekniği ve taktiğinde gösteremedi. Bu hususta tamamen bilgisizdi.

Amasya Kalesi’nin önündeki çarpışmalar bütün şiddetiyle devam ediyordu. Çarpışmaya bizzat Baba İlyas Horasanî’nin kendisi de katılmıştı. Fakat o, kendisini koruyamadı; ağır bir şekilde yaralandı. Kendisine sadık müritlerinin fedakârlığı sayesinde kurtarılarak, savaş meydanının dışına çıkarıldı. Bu arada yine Babaî dervişleri, şeyhlerinin ailesini ve henüz çocuk yaşta olan oğullarını kaçırıp emniyet altına aldılar.

Baba İlyas Horasanî, aldığı yaradan kurtulamayacağını anladı; ilk defa fâni bir zavallı olduğunu kabul etti ve öleceğini hissetti. Fakat o, bu gerçek karşısında bile ihtirasından, amacından ve davasından vazgeçmedi; müritlerinden geleceğe dair planlarının sürdürülmesini istedi. Bunun için müritleri arasından faaliyetlerini devam ettirebilecek güvenilir vekiller tayin etti. Türkmenlere ve diğer müritlerine de, kendisine olduğu gibi onlara da inanmalarını ve davalarına devam etmelerini vasiyet etti[15].

Selçuklu komutanı Armağanşah, kaleden bir çıkış yaparak, Babaî dervişlerini ve Türkmenleri kalenin önünden püskürttü. Bu arada yaralı bir vaziyette olan Baba İlyas Horasanî’yi de ele geçirdi. Bu olay, Baba İlyas Horasanî’nin sonu oldu. Hâlbuki o, Türkmenler için parlak bir gelecek vaat etmişti. Türkmenler de onun her sözüne ilâhî bir vahiymiş gibi inanmıştı. Fakat talih, onun boğazına cellât elini değdirdi. Armağanşah, Babaî dervişlerinin ve Türkmenlerin umudunu kırmak ve onları davalarından vazgeçirebilmek için Baba İlyas Horasanî’yi derhal Amasya kalesinin burcuna astırdı[16]. Fakat Baba İlyas Horasanî’nin öldürülmesi, Türkmenlerin bu sahte peygambere olan inançlarını ve güvenlerini kırmaya yetmedi. Çünkü o, öldürülmeden az önce onlara, Tanrı ile görüşmeye gideceğini söylemişti. Üstelik Babaî dervişleri de Türkmenler arasında, “Baba İlyas’ın kendilerine yardım etmek üzere melekleri çağırmaya gittiği şeklinde bir söylenti yaymışlardı”[17]. Onlara göre, gördükleri bir hayal idi. Gerçek Baba Resûl, konuşmak ve kendilerine yardım getirmek için Tanrı’nın yanına gitmişti. Gerçekten de Türkmenler, gözlerinin gördüğüne değil, Baba İlyas’ın kendilerine söylediklerine inanmakta direnmişlerdir. Çünkü gerçeklere gözlerini kapamak ve kulaklarını tıkamak, kesin inançlıların özel bir vasfıdır[18].

Baba İlyas Horasanî’nin ölümü, inanmadıkları için Babaîleri pek fazla etkilemedi. Aksine, Doğu Akdeniz ve Güney-Doğu Anadolu bölgelerinden gelen büyük kitlenin Amasya yöresindeki kitle ile birleşmesi sonucunda, çarpışmalar daha da şiddetlendi. Bu arada Babaî dervişleri, Armağanşah’ı ele geçirip öldürdüler[19]. Fakat burada açık olan bir gerçek vardı. O da, kaleyi savunan Selçuklu birliklerinin Babaîlere uzun süre dayanamayacakları idi. Bunlar, ümitsizlik uçurumunun kenarına kadar gelmiş olmalarına rağmen hâlâ direniyorlardı. Selçuklu birliklerini, ancak dışarıdan ve zamanında gelebilecek kuvvetli bir ordu kurtarabilirdi. Zira bir davaya inandırılmış olan kesin inançlı bir kitleyi durdurabilmek hiç kuşkusuz çok zor bir iş idi.

Amasya’daki çarpışmalarda Babaî dervişleri ve Türkmenlerin lehine, Selçuklu birliklerinin aleyhine bir durum daha vardı. Bu da Baba İlyas Horasanî’nin her iki taraf üzerinde yaratmış olduğu manevî etki idi. Bilindiği gibi, manevî duyguların insan hayatı ve faaliyetleri üzerindeki etkisi bir hayli yüksektir. Baba İlyas Horasanî’nin manevî gücü, hem taraftarlarının hem de Selçuklu birliklerinin üzerinde son derece etkili olmuştur. Bu duygunun etkisiyle Babaîler, yenilmez ve ölmez bir lidere sahip oldukları şeklinde heretik (sapık) bir inanca saplanıp kalırken, Selçuklu birlikleri de onların karşısında korku ve tereddüt içinde daima bocalamaktaydılar. Çünkü Selçuklu kuvvetleri, Baba İlyas Horasanî’nin maddî gücünden çok, manevî gücünden etkilenmiştir[20].

Öte yandan Türkiye Selçuklu Devletinin başında bulunan Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev, Kubâdâbâd sarayında, tatlı eğlencelerinden vazgeçmiş olarak, hayatını ve saltanatını kaybetme korkusuyla tir tir titriyordu. Babaîler hakkında gelen her haber, onun bu korkusunu daha da artırıyordu. Sonunda, Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’ın bu değersiz ve yeteneksiz oğlunun aklı başına geldi. Devlet adamlarının tavsiyesi üzerine başta merkezdeki kuvvetler olmak üzere, Erzurum’da Moğol istilâsına karşı tutulan bütün Selçuklu kuvvetlerini Babaîlerin üzerine sevk etti[21]. Ayrıca Türkiye Selçuklu Devletinin hizmetinde ücretli asker olarak görev yapan Frank birliğini de diğer Selçuklu kuvvetleriyle birleştirip isyancıların üzerine gönderdi. Bin kadar savaşçıdan oluşan Frank birliği, tıpkı Selçuklu birlikleri gibi zırhlıydı. Silâhları da mükemmeldi. Fakat onlar da tıpkı Selçuklu askerleri gibi Baba İlyas’ın manevî gücünden etkilenmişlerdi.

Yüzlerce kilometre uzakta olan bir yerden hiç yenilmeden vuruşa vuruşa Amasya’ya gelebilmek, Türkmenler için büyük bir başarı idi. Bu başarıda, Türkmenlerin dinamik, hareketli ve korkusuz bir topluluk (Etrâk-i nâ-bâk) olmaları ile Baba İlyas Horasanî ve dervişlerinin manevî etkileri başlıca rol oynamıştır. Onların özellikle manevî etkileri, Türkmenleri, âdeta pembe bir bulutun üzerinde Amasya’ya kadar uçurarak getirmişti. Hiçbir kuvvet onları durduramamıştı.

5-) Türkmenlerin Konya Üzerine Yürümeleri ve Kırşehir’in Malya Ovasında Selçuklu Ordusu Tarafından İmha Edilmeleri

Türkmenler, Babaî dervişlerinin yönetiminde Amasya ve Tokat çevresine tamamen hâkim olduktan sonra Konya istikametinde harekete geçtiler. Öte yandan ayaklanmanın tâ başından beri Sultan Keyhüsrev ile Selçuklu devlet adamları ve komutanları arasında yaşanan endişe ve panik durumu hat safhaya ulaştı. Türkmenlerin durdurulamayacağından korkan Sultan Keyhüsrev, derhal Babaî dervişlerine bir elçi göndererek, isyandan vazgeçmeleri hâlinde, kendilerine Kayseri’yi bırakmak üzere anlaşma teklif etti. Amaçlarına ulaşmak hususunda son derece azimli ve kararlı olan Babaî dervişleri, onun bu teklifini hiç düşünmeden reddettiler[22]. Artık taraflar arasında Selçuklu idaresinin kaderini tayin etmek için kesin sonuçlu, büyük ve kanlı bir çatışma kaçınılmaz hâle geldi.

Türkmenler, aile efratları ve ganimetlerden oluşan yükleriyle Kırşehir’in Malya Ovasına gelip bu ovaya hâkim bir tepe üzerinde konakladılar. Konya yolunu kendilerine açacak ve hayal ettikleri iktidara kendilerini taşıyacak olan savaşa hazırlandılar. Moralleri son derece yüksekti. Çünkü tâ Kefersud’tan Malya Ovası’na kadar Selçuklu ordu birlikleriyle on bir defa karşılaşmışlar ve her defasında da galip gelmişlerdi[23]. Başka bir deyişle, ayaklanmanın başlangıcından bu zamana kadar inançları ve cesaretleri sayesinde bütün güçlüklerin üstesinden kolayca gelmişlerdi. Bu büyük başarı, onların cesaretlerini ve zafere olan inançlarını son derece artırmıştı.

Sultan Keyhüsrev’in merkezden ve Erzurum’dan sevk ettirmiş olduğu Selçuklu ordu birlikleri 6 gün gibi kısa bir sürede Sivas’a ulaştı. Selçuklu komutanları burada kuvvetlerini birleştirdiler. Bu birliklerin en seçme askerlerinden bir öncü birliği oluşturup bu birliği Emîr Necmeddîn Behramşah Cândâr ve Gürcüoğlu Zahireddîn Şîr gibi komutanların idaresinde önden gönderdiler[24]. Bunu diğer ordu birliklerinin hareketi takip etti. Selçuklu ordu birlikleri, Türkmenlerle hemen hemen aynı zamanda Malya Ovası’na gelip, onların konaklamış oldukları tepenin ön ve yan taraflarında mevzi alarak, savaş düzenine girdiler.

Kaynaklar, her iki tarafın askerî gücü hakkında sağlıklı bir sayı verememişlerdir. Yalnız Süryanî tarihçisi Ebû’l-Ferec, Selçuklu ordusunun “60 bin atlı”dan, Türkmenlerin de “6 bin savaşçı”dan ibaret olduğunu söylemiştir ki, her iki sayı da inandırıcı gözükmemektedir[25]. Kanaatimizce, Selçuklu ordusunun sayısı belirtilenden daha az, Türkmenlerin de daha fazla idi. Nitekim Saint Quentinli Simon, Türkmenlerin “12 bin mızraklı” olduğunu belirtmiştir[26]. Öte yandan Selçuklu ordusu sayı, silâh, savaş taktiği ve tekniği, eğitim ve tecrübe bakımından Türkmen kuvvetlerinden hiç kuşkusuz katbekat üstün durumdaydı. Fakat aynı ordunun psikolojik durumu ise pek iyi değildi. Zira Baba İlyas Horasanî ve dervişlerinin manevî etkileri o kadar yaygın ve kuvvetli olmuştur ki, bu yüzden hem Müslüman hem de Hıristiyan komutanları ve askerlerini derin bir endişe ve korku sarmış bulunuyordu. Selçuklu komutanları bu endişe ve korkunun etkisiyle Selçuklu ordusunda bulunan ücretli Frank askerlerini ilk saldırıda kullanmak üzere özellikle ön saflara yerleştirmişlerdir. Frank askerleri de, inançlarına uygun olarak hem ruhlarını ve bedenlerini güçlendirmesi hem de kendilerini ruhî ve maddî kötülüklerden koruması ve bu kötülükleri kendilerinden uzaklaştırması için alınlarına haç işareti çizmişlerdir[27].

İlk saldırı, Türkmenler tarafından başlatıldı. Dağınık bir şekilde saldırdıkları için, sanki sayıları olduğundan da çokmuş gibi görünmekteydi. Saldırırken de kulakları sağır edercesine attıkları çığlıklar, Selçuklu askerlerinin kalplerine büyük bir dehşet salmaktaydı. Türkmenlerin bu korkutucu görünümü, karşı taraf üzerinde sanki Selçuklu idaresinin sonu gelmiş gibi bir duygu uyandırmaktaydı. Fakat savaşın başlangıcında Türkmenlerin yaratmış olduklar bu dehşet ve korku havası çok uzun sürmedi. Savaş psikolojisine girerek Baba İlyas Horasanî’nin manevî etkisinden kendisini çabuk kurtaran Selçuklu ordu birlikleri, savaş taktiği ve tekniği, sayı, teçhizat, eğitim ve tecrübe avantajına dayanarak, kısa sürede duruma hâkim oldular. Öte yandan, karşı koyamayacakları bir kuvvet ile karşı karşıya olduklarını anlayan Türkmen savaşçıları, bir hayli kayıp verdikten sonra geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu defa kadınları ve çocukları ileri sürüp canlı mal ve eşyalarını kendilerine siper yaparak savunma savaşına yöneldiler[28]. Fakat bu taktik, onların tamamen aleyhlerine oldu. Türkmenler, dört taraftan Selçuklu birlikleri tarafından kuşatılıverdi. Artık Selçuklu birliklerinin imha savaşı başlamıştı.

Defalarca uğradıkları yenilgiden sonra böyle büyük bir avantaj elde etmekle âdeta akılları başlarından gitmiş olan Selçuklu komutanları ve askerleri, Türkmenlere aman vermediler; zincirden boşanan deliler gibi saldırarak yaşlı, kadın ve çocuk demeden eli silâh tutan herkesi kılıçtan geçirdiler. Bu, bir savaştan çok katliam idi. Selçuklu komutanları, kıyım boyunca merhamet duygularını bir kenara bıraktılar. Bu katliama, savaş meydanında öldürülecek tek Türkmen kalmayıncaya kadar devam ettiler[29]. Bu, gerçekten de gören herkesi dehşete düşüren, insanın kanını donduran ve içini karartan acıklı bir manzara idi. Bu arada, Baba İlyas Horasanî’den sonra Türkmen kitlesine liderlik etmiş olan Baba İshâk da Selçuklu komutanları tarafından tutsak alınıp öldürüldü[30].

Devrin kaynak yazarı İbn Bîbî, öldürülen Türkmen sayısının 4 bin olduğunu belirtmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, Babaî dervişlerinin birçoğu kaçıp kurtulma mutluluğuna kavuşmuşlardır. Bunlar genellikle Batı, Güney ve Kuzey Uçlarına sığınarak, bir süre adlarını ve kimliklerini saklamak zorunda kalmışlardır. Devrin kaynakları, kaçıp hayatını kurtaranlar arasında Karamanoğullarının atası olan Nûre Sûfî ile Hacı Bektaş Veli’nin kardeşi Menteş gibi ancak birkaç Babaî dervişinin adını zikretmiştir. Öte yandan hayatını ve tahtını büyük bir tehlikeden kurtarmış olan Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ise, her faaliyetinde olduğu gibi, cömertlikte de çok aşırı gitmiş; Selçuklu ve Frank komutanlarıyla askerlerini ödüllendirebilmek için Selçuklu hazinesini âdeta boşaltmıştır[31].

Bu son çarpışma Türkmenler için acı bir sınav olmuştur. Gerçekten de onlar, inancın verdiği cesaretle kahramanca savaşmışlar, ne aman dilemişler ne de kaçmışlardır. Hâlbuki kaçarak hayatlarını kurtarmak, bu sırada onların başvurabilecekleri en iyi çare idi. Fakat onlar, onurlu bir ölümü aşağılık bir kaçışa yeğ tutmuşlardır. Ölümleri ise, davalarına ve gayelerine ne kadar bağlı olduklarını göstermekten başka bir işe yaramamıştır. Türkmenlerin savaş meydanını doldurmuş olan cesetleri için ise, hiçbir şey yapılmamıştır, hepsi leş yiyen kuşlara terk edilmiştir[32].

Bu katliamda, sadece üç yaşını aşmamış olan çocuklar, bu taş yürekli insanların elinden kurtulma mutluluğuna kavuşmuşlardır[33]. Selçuklu komutanları, onların yaşamalarına da acıdıkları için değil, ileride bu kanlı ve dramatik olayı hatırlayamayacaklarını düşündükleri için müsaade etmişlerdir.

Burada konuya son vermeden önce, Türk tarihinin en dramatik ve en ibret verici olayının müsebbibi olan Baba İlyas Horasanî’nin kişilik özelliklerini de kısaca belirtmemiz gerekmektedir.

[1] İbn Bîbî, 1956: 500; 1996: II, 50; Ebû’l-Ferec Tarihi, 1950: II, 540.

[2] Hoffer, 1980: 138.

[3] İbn Bîbî, 1956: 500; 1996: II, 50.

[4] Cenâbî Mustafa Efendi, 1994: 22.

[5] İbn Bîbî, 1956: 500; 1996: II, 50; Ebû’l-Ferec Tarihi, 1950: II, 540.

[6] İbn Bîbî, 1956: 501; 1996: II, 50 vd.; Ebû’l-Ferec Tarihi, 1950: II, 540.

[7] İbn Bîbî, 1956: 501; 1996: II, 51.

[8] Ebû’l-Ferec Tarihi, 1950: II, 540.

[9] İbn Bîbî, 1956: 501; 1996: II, 51.

[10] Simon de Saint Quentin, 2006: 43 vd.

[11] Görüldüğü gibi, Baba İlyas Horasanî burada, şehit olma inancını ve motifini hiç kullanmamıştır.

[12] Simon de Saint Quentin, 2006: 44.

[13] Kutadgu Bilig’in kahramanları, zor durumlarda hep böyle davranmışlardır. Bu davranış, Türklerin Müslüman olmadan önce Tanrıyı gökyüzünde tasavvur etmelerinden kaynaklanmıştı. Bu anlayış, Türk toplumunda sık sık söylenen “yukarıda Allâh var” sözü ile hâlâ devam etmektedir.

[14] Simon de Saint Quentin, 2006: 44.

[15] Simon de Saint Quentin, 2006: 44.

[16] İbn Bîbî, 1956: 501 vd.; 1996: II, 51. Baba İlyas Horasanî’nin asılmış olduğunu kabul etmek istemeyen Babaî dervişleri, onun sonunu, daha sonra hayal güçleriyle üretmiş oldukları güzel bir hikâye ile şöyle süslemişlerdir: Armağanşah, Baba İlyas Horasanî’yi kalenin bir hücresine hapsetmiştir. Bu hücrede hükümlü bir Hıristiyan bulunmaktaydı. Baba İlyas, Müslüman yapmak için 40 gün bu Hıristiyan’a İslâm dinini anlatmıştır. Hıristiyan, Müslüman olunca, Baba İlyas Horasanî, benim buradaki görevim bitti, demiştir. Tam bu sırada hücrenin duvarı yarılmış ve içeriye beyaz bir at girmiştir. Baba İlyas Horasanî, bu ata binerek gökyüzüne uçarak kaybolmuştur.

[17] Ebû’l-Ferec Tarihi, 1950: II, 540.

[18] Hoffer, 1980: 103.

[19] İbn Bîbî, 1956: 502; 1996: II, 51.

[20] Simon de Saint Quentin, 2006: 44 vd.

[21] İbn Bîbî, 1956: 502; 1996: II, 52.

[22] Simon de Saint Quentin, 2006: 44.

[23] Simon de Saint Quentin, 2006: 45.

[24] İbn Bîbî, 1956: 502; 1996: II, 52.

[25] Ebû’l-Ferec Tarihi, 1950: II, 540.

[26] Simon de Saint Quentin, 2006: 45.

[27] Ebû’l-Ferec Tarihi, 1950: II, 540; Simon de Saint Quentin, 2006: Selçuklu ordusunda bin kişilik savaşçıdan oluşan ve iyi teçhiz edilmiş ücretli bir birlik bulunmaktaydı.

[28] İbn Bîbî, 1956: 503; 1996: II, 52.

[29] İbn Bîbî, 1956: 503; 1996: II, 53; Ebû’l-Ferec Tarihi, 1950: II, 540.

[30] Cenâbî Mustafa Efendi, 1994: 22.

[31] Simon de Saint Quentin, 2006: 45. Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev, Selçuklu ve Frank komutanlarıyla askerlerine “300 bin sultanî dinar” dağıtmıştır.

[32] İbn Bîbî, 1956: 503; 1996: II, 52 vd.

[33] İbn Bîbî, 1956: 503; 1996: II, 53.