Teketek Haber

Filozof Rıza Tevfik: “…oğluna talimatı çok kıymetli…”

Filozof Rıza Tevfik: “…oğluna talimatı çok kıymetli…”
26 Aralık 2018 - 10:48

Filozof Rıza Tevfik: “…oğluna talimatı çok kıymetli…”

1922’de 150’likler listesine alınan, bundan dolayı yirmi bir yıl yurtdışında sürgün hayatı yaşayan Rıza Tevfik’in (Bölükbaşı, 1869-1949) 1943’te İstanbul’a döndükten sonra gazetelerde edebiyat ve sanatla alâkalı yazılar yazdığı bilinmektedir. Rıza Tevfik, 1944 Mayıs’ında Yeni Sabah gazetesinde yazdığı yazılardan üçünü Sünbülzâde Vehbî’nin Lûtfiyye’sine ayırmıştır. Bize göre, Lûtfiyye’nin ahlâkî faziletleri telkin ve devrin millî gayret sahibi görünen riyakâr muhalifleri, yüksek mevkilerdeki devlet adamlarının çektiği sıkıntıları, dindar tavırları takınan hilekâr ve menfaatçi esnafı, sahte derviş ve şeyhleri gibi tiplerini ustaca tasvir etme yönündeki başarısını kadir-şinaslıkla belirten yazarlardan biri, Rıza Tevfik’tir. Şimdi onun Vehbî ve Lûtfiyye’si hakkındaki yazılarından iktibaslarda bulunarak bu nasihatnamenin ahlâkî ve tarihî ehemmiyetini nasıl ortaya koyduğunu göstermeye çalışalım:   

“Çoktan beri bir eski adamdan bahsetmek istiyordum ki, (Sünbülzade Vehbi)dir. Şairlik itibarile fevkalâde olmıyan bu zat (moraliste) olarak pek ehemmiyetli bir muharrirdir. Bu vâdide çok kıymetli şeyler yazmıştır ki, ben pek beğenirim. Halbuki bu mübarek adam kadar bana benzemiyen kimse tasavvur edemem!.. O kadar birbirimize yabancı mizaç ve seciyede yaradılmışızdır. Halbuki (Lâtife)[1] ünvanile oğlu için yazmış olduğu uzun mev’izeyi, yani nasihatnameyi okumaktan o kadar zevk alırım ki, tarifi sözle güçtür. Şunu da itiraf edeyim ki, bu kitaptan çok istifade etmişimdir. Hem eski zamanın idarî, ictimaî uygunsuzluklarına, hem de ilimlere ve güzel san’atlara dair besledikleri fikirlere vâkıf oldum ki, bu cihetleri hiçbir tarih kitabında bu kadar sarih ve (muhlis= sincère) bir lisan ile anlatmış olan bir kimse bilmiyorum. Ondan maada Avrupalıların (savoir vivre) yani âdabı muaşeret dedikleri (vâcibat les obligations) üzerine oğluna talimatı çok kıymetli fikirleri havidir. Yalancı dervişlikleri, çığrından çıkmış olan tekkeleri tasvirde cidden emsalsiz bir (realist artiste)dir. Esasen bir (Mev’ize+ poème didactique) mahiyetinde olan bu kıymetli eserde pek müstahsen bir sürü ahlâk prensipleri gayet asîl bir üslûp ile şefkatli bir baba nasihati olarak söylenmiştir. Birçok yerleri de ince istihzalarla dokunaklı bir içki gibidir.

Fakat en hoşuma giden ciheti hükûmete karşı son derecede (loyal) yani sadık, muti, hürmetkâr ve (muhafazakâr) bir memur nümunesi olmasıdır. Alelıtlâk hükûmete, yani hangi hükûmete olursa olsun, muhalif bir vaziyet alıp da onun icraatını tenkide kalkan müfsitler hakkında o kadar hoş ve bazan (hünerli humouristique) –fakat gönülden, muhlisâne!..- sözler söylüyor ki, iş başında bulunan hiçbir hükûmet adamı  tasavvur edemem ki, Vehbi merhumun o sözlerini okusun da: (Barek Allah!. Vehbi efendi. Allah emsalini arttırsın!..) demesin.

Merhum bu mev’izesinde mevzuu bahis ve hakkile tasvir etmiş olduğu o nikbetîler arasında bana çok benzer bir çehrede bulunduğu için, kırk seneden beri arasıra bu kıymetli eseri okuyorum ve her okuyuşumda güle güle katıldığım halde, yine bıkmadım. İçim sıkıldıkça yine alır o parçayı okur ferahlanırım. İyi bir vesika olduğu için en evvel o parçayı muhterem okuyucularıma arzediyorum. Daha çok mühim parçalar vardır ki, ehemmiyetle tavsiye ederim. (…)

Bu fasıl burada bitiyor. Lâkin burada Vehbi merhumun şu tarifi ile tasviri, o kadar mahiranedir ki, devlet hazinesinden pay alamadığı için devleti zemmetmeğe kalkan musibet herifin ve her devirde bulunan emsalinin –gariptir ki- şikâyetleri de hep ayni cümleler, ayni formüllerle ayni iftiralar ve yalanlar savuruyor. Tuhaf değil mi?. İki yüz sene evvelki muhaliflerle bugünküler hep bir ağız kullanıyorlarmış meğer!..

Hepsi de nimet içinde yaşıyan devlet adamlarına bilâsebep düşman!.. Hepsi de asrın kibarlarını, büyüklerini faslediyor. ‘Artık devlet adamı kalmadı, kıyamet yakındır; zaten nice alâmetler belirdi. Mehdî ve deccâl çıkacak!. Derhal bu cihan yıkılır durmaz!’ gibi sözlerle bozgunculuk ettiği halde, bir de ikbal yüz gösterip de mesrur olunca, dünyanın ömrünü nihayetsiz eder. Anlaşılan Vehbi merhum gibi daima kadılıkta gezen hükûmet adamlarile hükûmet kazanından bir kaşık çorbaya bile nail olamıyan nikbetiler her zaman ve ayni suretle makamlarına münasip olarak söz söylüyorlarmış! Burası bana garip geliyor. Maamafih bu pek kıymetli bir vesikadır. Bu dikkatli ve hamiyetli şairin zamane muhtekirleri hakkında da gayet mühim sözleri var ki tamamen bugüne kabili tatbiktir. Onlarda da hiç değişiklik yok! Eğlenceli bir manzume olduğu için onu da gelecek müsahabemde zikretmek isterim.”[2]

“Hükûmete karşı muhalefetten hiç haz etmiyen ve muhaliflerden fena halde ürken Vehbi bir vakit (Hâcegân)lık rütbesine nail olarak, sefaret hizmetile İrana gidip müflis olarak dönmüş olduğu için (zahiren çok tantanalı, fakat çok masraflı olan) o ünvandan ve memuriyetten hiç hoşlanmadığını pek iyi anlatıyor. (Hâcegân) sınıfından olan zavallıların bu ihtişamlı yaşayışına rağmen hem Ermeni sarrafa, hem de imansız muhtekir esnafa daima borçlu olarak yaşamağa mahkûm olduklarını o kadar iyi hikâye ve o kadar canlı bir surette tasvir ediyor ki, bu hikâyede bizim için pek kıymetli ibret dersi var.”

*

Bizde tarih yazmayı meslek edinmiş olan mütehassıslardan hemen hiçbirinin ilimde en doğru yol olan araştırma usulüne göre işe teşebbüs edip de siyasî ve sosyal hadiseleri –tarafsız bir şahit gözüyle kavrayamamış, onların gizli birtakım manevî ve iktisadî sebeplerle bağını düşünememiş olduğunu ileri süren Rıza Tevfik, Nâbî’nin Hayriyye’si ve Vehbî’nin Lûtfiyyesinden bu konularda hayli bilgi edinmenin mümkün olduğunu anlatır: “ (…)

Bunlardan maada bir de (âyan) var ki bizim memleketimizde Meşrutiyet zamanında, hükûmet tarafından nasb olunup mebuslar gibi bir meclis teşkil ederlerdi. Bunlar o cinsten değil, millet âyanı; başka çeşit adamlar: Kendileri halk arasından türeyip sivrilmiş ve halkı hâkimlerin ve hükûmet memurlarının zulmünden korumak ve müdafaa etmek davâsile meydana atılmış oldukları halde, halka zulüm etmekte, hükûmet memurlarını bastırmış ve hükümsüz bırakmış salâhiyetsiz cerrahlardır. Bu heriflerden hem (Urfalı Nabi) hem de (Maraşlı Vehbi) pek yana yakıla bahsediyorlar ve fuzûli olarak idare işlerine nasıl ve niçin karıştıklarını lâyıkile anlatıyorlar. Tarih yazanların hakkiyle ifâ etmedikleri bu ehemmiyetli vazifeyi -büyük şair olarak doğmamış olan- bu iki malûmatlı nâzım hakkiyle ifâ etmiş! Allah razı olsun!. Bunları müverrihler de okumalı!

Buraya bazı parçalar naklediyorum ki, Vehbi’nin oğluna yazdığı Lûtfiye adlı nasihatnamesindendir. Vehbi Nabi’ye özenerek bu kitabı yazmıştır ve onun izinden ayrılmıyarak tamamen üslûbunu taklit ve dediklerini tasvip ve tekrar etmiştir.

Vehbi, çok müddet kadılıklarda dolaşmış ve bir zaman da hâcegânlık rütbesine nail olarak İrana sefaretle gitmiş ve hayatı rahat ve meşakkati ile tecrübe etmiş olduğu için oğluna verdiği muhlisane nasihatler kıymetli tecrübelerinin mahsulüdür. (…)

Hepsini buraya nakledemediğime çok esef ediyorum, çünkü bu fecî hikâye daha çok uzun sürüyor. Lâkin bu kadarı da hamiyetimizi galeyana getirmek için kifayet eder. Ben bilirim ki, gençliğimde hükûmeti mutlaka zamanında –pek nâdir olan birkaç zengin vezirden maada- hemen bütün devlet memurlarının (malî ve idarî vaziyeti itibarile) yüzde seksen beşi tamamile Vehbinin nakil ve tasvir ettiği gibiydi. Bizde aşağı tabakadan türeyip de büyük makamlara çıkacak yollar bularak “ricâli devlet” sırasına geçen, hattâ hayli zengin olan bir çok kişilerin niçin üçüncü nesle varmadan aileleri perişan ve sefil olup, çarçabuk torunları, büyük babalarının aslına rücu ediveriyor?. Neden başka memleketlerde olduğu gibi, bizde de halk arasından en büyük bir mevkie yükselip de bir aile kuran becerikli adamın refah içinde yaşayan ailesi, o seviyei içtimaiyeyi asırlarca muhafaza ederek bir aristokrat sülâle temin edemiyor?. Pek uzaklara gitmiyelim!. Hani Sultan Mahmut veya Mecit zamanı vezirlerinin aileleri ve hafidleri?. Hani cihan seraskeri Rıza paşanın, Âli paşanın ve dünkü Hüseyin Avni paşanın, Mithat paşanın, Abdülkerim paşanın torunları?.. Ne çabuk kayboldular, hattâ bazılarından bir fert kalmadı!.. Ben bu meseleyi kırk seneden beri düşünmekteyim.

Eminim ki çoktan beri tanıdığım Vehbi’nin ve Nabi’nin bu fecî tablolarında yukarıki müthiş sualin aradığı sebeplerden bazıları pek açık görülüyor. Evvelâ hiç şüphe yok ki, asalete yakışacak terbiyei hususiyeden mahrumiyet en mühim sebeplerden biridir. Sonra çabuk türeyenlere has olan nümayiş aşkı ve ondan doğan sefahat iptilâsı, o en mühim sebeplerin ikincisidir.

Üçüncüsü de –zannıma göre- ya hükûmet divanında ya ticaret meydanında her nasıl olursa olsun, bir mühim mevki tutmuş (dünyalık da kazanmış) becerikli bir adam, çalışmaktan, yorulmaktan hiç çekinmediği halde evlâdının babası kadar zahmetli işlerden haz etmemesi olsa gerektir. (…)”[3]

“Vehbi’nin oğluna verdiği nasihatlerden oğlu zerre kadar istifade edip de, belli başlı bir adam olamamış. Demek ki nasihatin hiç hükmü olmuyor. Kabiliyet de şarttır. Ondan sonra şu ciheti de unutmamalıdır ki, ahlâk nazariyatı ahlâktan sayılmaz; ilimden sayılır. Biz Vehbi’nin bazı rivayetlerinden istifade edebiliriz. Biz o ahlâk prensiplerinin âlâsını biliriz. İşlediğimiz işlerde o ahlâk prensiplerini, hiç hatıra getirmiyecek olduktan sonra, yalnız bilmek ne işe yarar?.. Vehbi – ve yolunu takip ve usulünü tasvip ettiği Urfalı Nabi- gayet tuhaf bir hedefe ok atıyorlar: İnsanları değil, meslekleri zemm ü kadih ediyorlar!.. Meselâ Nabi ‘paşalığa heves etme!. Dağdağası, tantanası çoktur ‘badihava’(1) olmadıkça, rüşvet almadıkça olmaz, konağın ve bir sürü uşakların ağaların, kâhyaların idaresi mümkün olmaz!.’ diyor. Tabiîdir ki bu, dediği bâtıldır; çünkü o unvan muvazzaf bir büyük memuriyetin mertebesini gösteriyorsa bir devletin idaresinde öyle bir vazife pek mühim bir yer tutar. Bir hizmettir, hattâ bir meslektir, ve o itibarla bunlar zemm ü kadih edilemez, fakat ‘bu memuriyetler insaf ve namus ile idare edilemez, masrafı çoktur. Zamanımız vezirleri vâkıa melek gibi adamlardır, dindar kimselerdir, lâkin ne çare?..’ deyip öyle şeyler anlatıyor ve rüşveti kelâm verdikten sonra, tamamen içini boşaltıyor ki, işte biz bu rivayetlerinden hayli istifade edebiliriz; çünkü tarihlerimizde bu zulümlerin bu haksızlıkların bu kadar realist ve objectif tasvirlerini göremeyiz.

Nabi’yi aynen taklit eden ve bu yolda onun izinden giden Vehbi, ömrünün kısmı küllîsini kadılıklarda geçirdiği halde oğluna verdiği nasihatlerin birçoğunu kendi işlerine tatbik hususunda ihmal etmiştir sanırım. Lâkin hayatta birçok tecrübesi olduğu muhakkaktır. O tecrübelerden hâlâ istifade edebiliriz, çünkü o zaman bazı sınıflar muamelâtında teamül şeklini alan bir takım âdetlerden bahsediyor ki, onlar bugün bile bizde mevcuttur. Meselâ bugün hâlâ birçok kimseler -hususâ küçük memurlar- esnaftan veresiye alış veriş ederler ve hesaplarını zapt u rapta alamadıkları için ölünceye kadar esnafın elinde esir olup kalırlar. Ben şarkta her hangi memlekete gittim ve hizmet ettimse bu felâketi tâundan vebadan daha mühlik bir musibet olarak gördüm. Demek ki, Vehbi zamanından (benim bildiğime göre hazreti Nuh zamanından!) bu âna kadar bu fena âdet devam ediyor; ve şekil ve idarei hükûmet değişmekle böyle yerleşmiş fena âdetler ve teamüller kolay kolay değişmiyor.

İşte Vehbi onun için tacirlere ve esnaf gürûhuna fena halde yüklendikten sonra, oğluna pek güzel nasihatler veriyor:

Evvelâ esnafla san’at erbabına hakaretle bakıyor ve bunlara karşı tavrı derebeylik zamanına has bir aristokrat tavrıdır. Bu türlü işleri zelil ve sefil addediyor: (…)

Bu güzel ve doğru nasihate ne kadar ailelerin ve efradın muhtaç olduğunu herkes benden iyi bilir, onun için daha fazla söze lüzum görmüyorum. Yalnız şunu ihtar ederim ki, bu hususta hâlâ Vehbi ile muasır olarak yaşamaktayız. Halbuki Maraşlı Vehbi (1214) senei hicriyesinde[4] pek ihtiyar olarak ölmüştü.

Teessüf ederim ki Vehbi bahsini uzatamıyacağım, yalnız gariptir ki o zaman, hükûmete zerre kadar söz söylemeyi revâ görmiyen bu loyaliste(2) adamlar, daha ziyade hürriyetle her düşündüklerini söylerlerdi. Vehbinin tekkeler ve zikrullah ile meşgul olmak iddiasında bulunan dervişler hakkında söylediği şu sözlere bakınız!.. (…)”[5]

[1] Tahminimize göre Filozof Rıza Tevfik, gazeteye gönderdiği yazılarını Arap harfleriyle yazmış; bu metinler yeni harflere çevrilirken bazı yanılmalar olmuştur. İşte Lûtfiyye isminin “Lâtife” şeklinde çevrilmesi, lâtife sayılamayacak o yanlışlardan biridir.

[2] Filozof Rıza Tevfik, “Muhalefetden Ürken, Daima Hükûmetci Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 1 Mayıs 1944, s. 3.

[3] Filozof Rıza Tevfik, “Daima Hükûmetci Bir Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi: Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 7 Mayıs 1944, s. 3.

(1) Badihava bahşiş kabilinden olarak halkın vermeğe mecbur olduğu para veyahut mal.

[4] Rıza Tevfik, şairin ölüm yılını –tahminimize göre Lûgat-ı Târihiyye ve Coğrafiyye, Fatîn Tezkiresi (Hâtimetü’l-eş‘âr) ve Kāmûsü’l-a‘lâm gibi eserlerdeki yanlışı tekrar ettiğinden- hatalı yazmıştır. Sünbülzâde Vehbî, Hicrî 1214 senesinde değil, 1224 (M. 1809) yılında vefat etmiştir.

(2) Loyalist, her veçhile hükûmete sadık ve itaatli olan adama derler.

[5] Filozof Rıza Tevfik, “Daima Hükûmetci Bir Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi: Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 14 Mayıs 1944, s. 4.