Prof. Dr. Ali YILDIRIM
Şiir dili, sıradan günlük dilden tamamen ayrı bir üst dildir. Dolayısıyla günlük dildeki pek çok kelime ve kavram şiir dilinde yeni yeni çağrışım değerleri ve anlam katmanları ile karşımıza çıkmaktadır. Bu itibarla yüzyıllar öncesinden bize miras kalmış bu metinlere bir tarih vesikası nazarıyla bakmak doğru değildir. Şüphesiz bu durum bir gerçeklik olmakla birlikte, şiiri ortaya koyan şair de sosyolojik olarak bir topluluğa bir kültüre mensup biri olmak noktasından çevresinden etkilenecektir. Yani şair şiirsel kurgularını yaparken içinde yaşadığı toplumun inançlarını, adetlerini, davranışlarını öyle veya böyle mutlaka şiirine yansıtacaktır. Klasik şiir için söylenen en genelgeçer özellik onun bir geleneksel yönünün olduğudur. Yani onun çizilmiş hazır şablonları vardır ve klasik şair o şablonlar içerisinde kalarak şiirini yazmak zorundadır. İşte bütün bu kaide ve kuralların yanı sıra klasik şairlerin de kendi bireysel psikolojileri, sosyo-kültürel yönleri onların şiirlerine yansımaktadır. Sonuçta bir kurgulama olan şiir ve edebiyat, bir şeyi başka bir şey üzerinden aktarma ve anlatma sanatıdır.
Klasik şiire yöneltilen en önemli eleştiri onun toplumdan kopuk, soyut ve sadece yüksek zümre diye adlandırılan kesime hitap eden bir şiir olduğudur. Bu iddia, söz konusu şiir edebî ömrünü tamamladıktan sonra oldukça yaygın olarak ileri sürülmüş ve belli ölçüde aksülamel bulmuştur. Oysaki klasik şiirin özüne yönelik incelemeler de gösteriyor ki bu şiir, doğal olarak içinden çıktığı toplumun pek çok kültürel değerinden beslenmiş ve gelişimini tamamlamıştır. Sonuçta bu şiiri ortaya koyan sanatkârların kendi toplumsal gerçekliklerinin dışında olmasının imkânı yoktur.
Şairin çevresinden ve içinde yaşadığı toplumdan kopuk olması düşünülemez. Bir tarihçinin objektif olarak ortaya koyduğu olayları ve şeyleri bir edebiyatçı kendi duygu ve düşünce süzgecinden geçirerek aktarmaktadır. İşte şair kendi hayal dünyasında oluşturduğu tasarımlara, içinde yaşadığı topluma ait değerleri de katmaktadır. Belki bu durumu, klasik şiirde daha çok irsal-ı mesel adıyla ifade edilen sanat bağlamında değerlendirmek mümkündür. Neticede bu yapılar şiirde belki de birer tamamlayıcı unsur veya araç gibi de görülmektedir. Şair, bir nevi daha soyut olarak ortaya koyduğu kurgusunu, daha somut olan ve toplum tarafından daha yaygın bilinenler üzerinden aktarmaktadır. Bu durum, günlük konuşma dilinde de bir meselenin tam olarak anlaşılmadığının hissedildiği anlarda, yani, şöyle ki, hani, örneğin gibi bağlantılarla yeni ifadeler kurmaya benzemektedir.
Klasik şairin çevresinden, mensup olduğu milletin adet, gelenek, inanç ve kabullerinden nasıl yaralandıklarından etraflıca ilk bahseden kişi Ahmet Talat Onay olmuştur. Bu minval üzere ortaya koyduğu “Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı” adlı çalışması, belki bugün anlaşılması çok zor olan bir takım hususları bizlere izah etmektedir. Bu çalışması eski dönemlere dair pek çok kültürel değeri bizlere aktarmaktadır. Bu işin ne derece zor ve dikkat edilmesi gereken bir konu olduğunu şöyle kaydetmektedir: “ Yüzlerce divan değil de, bir tanesini bile sonuna kadar sabır ve sükun ile anlamaya çalışarak okumanın ne demek olduğunu ancak insaf ve iktidar erbabı bilirler” (Onay 2000; 45).
Vehbi’nin şiirlerinde âdetler, inanışlar ve kabuller
Sünbülzade Vehbi, 18. Yüzyılın önde gelen klasik şairlerinden biridir. Köklü ve kültürlü bir aileye mensup olması Vehbi’nin küçük yaştan itibaren iyi bir eğitim almasına sebep olmuştur. Dedesi Mehmed Efendi’nin müftü olması ve babasının âlim ve şair olması bunu teyid etmektedir. Vehbi, tahsilini Maraş’ta tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek değişik bir takım resmi görevler aldı. Daha sonra Yaş, Bükreş, Eflâk, Boğdan ve Siroz bölgelerinde kadılıklarda bulundu. Farsçası iyi olduğu için İran’a elçi olarak da gönderildi (Şentürk 2007: 510). Kaynaklar onun zevk ve eğlenceye düşkün zevkperest bir mizaçta olduğu konusunda müttefiktirler. Zaten Vehbi’nin eserleri ve şiirleri incelendiğinde bu durum açık bir şekilde kendini göstermektedir. Klasik şiirde şûhâne üslubun en büyük temsilcisi Nedim olarak bilinse de Vehbi de bu konuda geri kalmamaktadır.
Dışa dönük bir mizaca sahip olan Vehbî, şiirlerinde adeta sözünü esirgememiş hayata, yaşamaya, güzelliklere dair ne varsa söylemiştir. Dolayısıyla onun şiirlerinde topluma, çevreye, kısacası hayatın bütününe ait unsurların oldukça fazla olduğu gözlemlenmektedir. Kaynaklarda onun şiirleri için coşku, incelik ve lirizmden yoksun ifadesi kullanılmakla birlikte; halk diline ait kullanımlar, realist tasvirler, hicivler, farklı kafiye ve redif kullanımları ve kelime oyunlarının sıklıkla görüldüğünden bahsedilmektedir (Şentürk 2007: 511). “Şiirleri devrin toplumsal hayatını yansıtması bakımından önem taşır. Şiirlerinde mahalli ögeler önemli tutmakla birlikte Vehbi, üslup olarak daha çok klasik çizgide kalmış bir şairdir” (Nasihatname-i Vehbi 2011; 29).
Diller ve kültürler için birkaç yüz yıllık tarihlerin pek önemi olmasa bile sonuçta, pek değişim ve gelişimin olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla bundan üç yüz yıl önce kaydedilmiş metinlerdeki adetlere, inançlara ve genel kabullere dair farklı, değişik ve orijinal gerçekliklerin olduğu da görülmektedir. Aynı şekilde bazı adet ve inanışların hâlen bugün de geçerli olduğu örnekler de gözlenmektedir. Bunların bir kısmı, eşyanın tabiatını oluşturan gerçeklikler olarak bir hatırlatma amacıyla kullanılmış gözükmektedir. Öyle olduğu herkes tarafından bilinen şeylerin, örnek olarak sunulması, beyitteki kurgulamayı teyit ve kuvvetlendirmek amaçlıdır. Bu unsurlar bazen bir deyim, bazen bir kelam-ı kibar bazen de atasözü formatı içinde karşımıza çıkmaktadır.
Şüphesiz klasik şiirde genellikle aşk, hikmet, vefa, tefekkür gibi temalar asıl anlatılmak istenendir. Bu bağlamda kullanılan başta ayet ve hadisler olmak üzere her şey, yukarıdakileri anlatmak için araç olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla bir toplumun örfü, âdetleri, inançları, gözlemleri, tecrübeleri, varlığın mahiyeti gibi hususlar da birer aktarma aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Şüphesiz bu unsurları sadece bir araç olarak görmek de doğru değildir. Ancak şiir estetiği söz konusu edildiğinde bunların ikinci planda kaldığından bahsetmek mümkündür.
Vehbi’nin şiirlerinde söz konusu unsurlardan yaygın bir şekilde istifade edildiği görülmektedir. Bu durum, aslında şiire belli ölçüde çeşni katmanın da bir sebebidir. Bunları, belki coşku ve lirizmden uzak olan şiirine bir ölçüde renk ve cazibe katan unsurlar olarak görmemiz gerekmektedir. Vehbi’nin kullandığı bu benzetme unsurlarından dönemim sosyal hayatına dair oldukça fazla bilgiye de ulaşılmış olmaktadır. Örneğin bildiğimiz anlamda saatlerin kullanılmakta olduğunu, onların aksamı, teferruatı, tamiri ve kurulmalarına dair bilgilere de ulaşmaktayız:
Gelip ahşama karşı sâ’atim geldi demiş birgün
Gurûbîdir meger ol aylı günlü mu’teber sâ’at
Anı bir eski sâ’atciye gösterdim bozup düzdü
Dedi sildir efendi köhnelenmiş bu güher sâ’at
Sadâsı çıkmadı çokdan ‘aceb yañlış mı kurmuşlar
Bozuldu korkarım öyle musanna’ bir çalar sâ’at (G27/5,6,7)
Dönemin önemli toplumsal yönlerinden biri de mahalle baskısıdır. Bu durum, özellikle Doğu toplumlarında bir ahlak sorunu olarak hep olagelmiştir. Din bağlamında da düşünülen bu nizamat verme anlayışı, bizim toplumuzun öteden beri bir klasiği olmuştur. Özellikle içkinin haram olmasına da bağlı olarak yasaklanması, gizliden içilmesi durumu önemli bir sosyal sorun olarak her zaman gündemde olmuştur. Mahalle imamı veya bir hocanın öncülüğünde toplumsal bir refleks olarak karşımıza çıkan bu durum Vehbi’nin şiirlerinde de kendisine yer bulmuştur:
Saz çalarken meclise gelmiş dikilmiş men’ içün
Şeyh efendiniñ ‘asâsın başına çalmalıdır (G68/4)
(Hoca efendi, biz saz çalıp eğlenirken yasaklamak için kapıya dikilmiş; onun bastonunu kafasına çalmak gerek)
Girmesin meclis-i rindâna tayak bas sâkî
Kapıya şeyh diñeldikçe ‘asâsın kakarak (G156/4)
(Ey saki, hoca kapıya dayanıp asasıyla vurduğunda, âşıkların meclisine onun girmesini engellemek için kapıyı sürgüle.)
Vehbi’nin şiirlerinde eğlence kültürü, içki meclisleri, meyhaneler, rakkaseler, kolluk güçleri, kabakçı meyhaneleri gibi sosyal olaylara dair oldukça fazla izler gözükmektedir. İçki yasağının doğal bir sonucu olarak ayaklı denen meyhaneler türemiştir. Bunlar kaftanları altında kabak veya camdan şişelerle gizlice içki satışı yaparlarmış. Kolluk güçleri bunları yakaladığında içki sattıkları kabakları başlarında patlatırlarmış. Yine Kumkapı meyhanelerinin yollarının çamurlu olması, çamuru engellemek için meyhane kapılarına eski hasır serilmesi, meyhanelerde çengilerin elbiselerini soyunarak raks etmesi, bir güzelle tenha iken basılma gibi durumları onun şiirlerinde gözlemlemekteyiz:
Gelemez kızdı kedû-yı meyi etdikde şikest
Zâhidiñ biz dahi başında kabak patlatdık
Der-i meyhâneyi şahne kapamak ister imiş
Ayagı deng alarak gizli kapagı atdık (G154/9,10)
( Şarap kabağını onun başında patlatarak kırdık diye zahit meclise gelemez. Bekçiler meyhaneyi kapatmak istedikleri için ayağı/kadeki denk alarak gizliden meyhaneye kapağı/kabağı attık.)
Rindânı patladan bu degil mi kabaklanıp
Sâkî dizinden etmedi ol kec-edâ kedû (G212/2)
( O su kabağı gibi eğri büğrü olan rakibi saki/sevgili dizinden ayırmadı; bu durum, âşıkları kabak gibi patlattı/kıskandırdı.)
Ridâsını çıkarıp raks ederdi dâ’irede
O çengi şûhi olaydı eger hem-ülfet-i şeyh (G40/5)
( O çalgıcı güzeli, şeyhle muhabbeti artırınca üstünden giysilerini atarak daire içinde dans ederdi.) Daire, hem def anlamına gelir hem de bir çember çizilerek onun dışına çıkmadan içinde oynanan çizgini adıdır.
Çokdan ayagıñ altına şevk ile döşendik
Sâkî der-i meyhânede bir eski hasîriz (G103/5)
(Ey saki biz meyhane kapılarına serilen eski hasır gibi çoktan senin ayağının/kadehinin altına döşendik.)
Pek çamurdur bilirim Kumkapı meyhâneleri
Vehbiyâ gel Galata semtine git etme galat (G134/5)
(Ey Vehbi, bir yanlışlık yapma Galata meyhanelerine git; zira Kumkapı meyhanelerinin eşiği çamurdan geçilmiyor.)
Kudûm-ı muhtesibden bir ayaklı eyledi âgâh
Tez elden bâdeyi tenhâ çekip ayagı deng aldım
Rakîb-i seg-nihâdı yâd edince meclis-i meyde
Edip mînâ-şikenlik destime bir iki seng aldım(G180/3,4)
(Bekçi gelmeden bir ayaklı meyhanesinden ayağı/kadehi alıp tenhada içerek ayağımı denk aldım. İçki meclisinde köpek yaratılışlı rakibi anınca, elime kırık şişeyle birkaç taş aldım.) Kavgada şişeyi kırarak bir saldırı ya da savunma aracı yapmak ve yine karşıdakine vurmak üzere ele taş almak âdetinden bahsedilmektedir.
Bir yatakda basdı yâr ile beni bu şeb rakîb
Kâfiriñ tâkat gelir mi sıklet-i kâbusuna (222/3)
(Rakip, beni sevgili ile bir yatakta bastı; o kâfir yaradılışlı rakibin kabusunun ağırlığına dayanılır mı?) Uygunsuz birlikteliklerin basılma ve cürmümeşhut yapılmasına bir gönderme söz konusudur.
Vehbiyâ yâr ile der-hâb olıcak geldi rakîb
Yine hayfâ ki basıldık bu gece kâbûse (G219/5)
(Ey Vehbi, yar ile uykuya yatınca yazık ki bir kâbus gibi olan rakibe basıldık.)
Dini inanış, ritüel ve kabuller de Vehbi’nin şiirlerinde yer bulmuşlardır. Sofraya oturunca besmele çekmek, ramazan ayının başlangıcında hilalin görülüp görülmediği şüphesi, seferi olanların oruç tutmaması gibi hususlar beyitlerde karşımıza çıkmaktadır:
Evvel edâ-yı şükrü görülsün bu ni’metiñ
Etmek revâ mı besmelesiz hâna ibtidâ (G1/4)
(Öncelikle bu nimetin şükrü eda edilsin; sofraya besmelesiz başlamak uygun olur mu hiç?)
Ben bu gece niyyetliyim ol hân-ı visâle
Zâhid yürü sen şübhe ile rûze-i şek tut (G25/2)
(Ey zahit, sen istersen şüphe üzere orucunu tut ben bu gece kavuşma sofrasına niyetlendim.) Eskiden hilalin görünüp görünmemesine bağlı olarak ramazanda ilk gün şüphesi yaşanırmış.
Eyyâm-ı siyâm olsa da ahşama bakar mı
Nukl-i leb-i dilberdeki ‘âşık seferîdir (G64/7)
(Oruç ayı bile olsa, sevgilinin dudak mezesinde olan âşık, akşamı/iftarı filan beklemez; zira o seferidir.)
Vehbi’nin şiirlerinde dönemin alım satımıyla, kumaş çeşitleriyle, esnafın durumuyla, pazarlar ve pazarlıklarıyla ilgili adetler ve geleneklerin izlerine de ulaşmak mümkün gözüküyor.
Nakd-i ‘aklım aldıñ evvel al metâ’-ı sabrı da
Ey büt-i kâlâ-fürûşum gûşe-i dükkâna as (G130/6)
(Ey kumaş satan güzelim, akıl paramı aldın, sabır malımı da al da dükkânının köşesine as.) Kumaşlar dükkân köşelerine/önüne asılırmış.
Vehbî hemân sâdece basma kalıp degil
Tamgalıdır hitâm-ı kabûl ile kâlemiz (G105/5)
(Ey Vehbi, kumaşlarımız sadece basmakalıp değil, aynı zamanda kabul mührü ile de damgalıdır.) Kumaşlar damgalı olurmuş ve basma adlı kumaş o dönemde de kullanılmaktaymış.
Hat-âverler güzeşte hüsn ü ânın yâd eder gâhî
Misâl-i merdüm-i müflis zamân-ı devletin söyler(G77/3)
(İflas eden tüccarların zengin dönemlerini hatırlayıp ah ettikleri gibi, çirkinleşen güzeller de gençlik ve güzellik dönemlerini anarlar.) Müflis tüccarlar eski zenginliklerinden bahsedermiş.
Fark olunmaz rûyu benlerle benekli kâleden
Nev-kumâş-ı hüsnü gelmiş sanasın Bengâle’den (G205/1)
(Sanki de Bengal’den yeni kumaş gelmiş gibi, yüzü benlerle benekli kumaşa benzer.) Bengal’den benekli kumaşlar gelirmiş.
Benekli kâle bendergâh-ı hüsne başka örnekdir
Bu vech ile kumâş-ı rûy-ı al-i yâre ben düşdü (G238/4)
(Benekli kumaş güzellik pazarına başka bir örnektir; bu şekilde sanki de sevgilinin al yanağına siyah benler düşmüş gibidir.)
Kâle-i vuslatı biz gizlice aldık satdık
Bu bazarlıkda rakîbâ seni pek aldatdık
Çömlegi sürmüş idik âteşe da’vet edicek
O perî tuymadı ardında ne iş kaynatdık(G154/2,3)
(Kavuşma kumaşını sevgili ile alıp sattık; ey rakip seni bu pazarlıkta aldattık. Bizi davet edince çömleği fırına sürmüştük/mercimeği fırına vermiştik; arkasından ne dedikodular yaptık, duymadı.) Pazarlarda aldatma olurmuş, insanların ardından dedikodu yapılırmış.
- Misafirler afralı tafralı olur:
Agırlarsañ bizi seng-i melâmetle agırlarsın
Sarây-ı hüsnüñüñ pek tafralı mihmânıyız cânâ(G4/4)
(Bizi ağırlarsan ayıplama taşları ile ağırlarsın; zira ey sevgili senin güzellik sarayının afralı tafralı misafiriyiz.)
- Yeşil gözlü olanlar nazar/büyü edermiş:
Kapar çeşmin görünce zâhid-i ef’î-nigeh gûyâ
Zümürrüd ma’denindendir meger kim cevher-i mînâ(G6/4)
(O yılan bakışlı zahidi görünce gözlerini kapar; sanki de onun cevheri zümürrüd/yeşil madenindendir.)
- Şairler yalan söylerler/kurgularlar:
Üftâdeyim belî kad-i mevzûn-ı dilbere
Şâ’ir isem de bunda düşer mi yalan bana (G11/4)
(Şair olsam da bana yalan söylemek yakışır mı, evet sevgilini o ölçülü/uzun boyuna düşkünüm.)
Her sözünde olsa biñ dürlü yalanı şâ’iriñ
Setr eder ‘aybın yine hüsn-i beyânı şâ’iriñ (G166/1)
(Şairin her sözünde bin türlü yalanı olsa da, beyanının güzelliği onun bu ayıplarını örter.)
- Deliler, çocuklara taşlatılırmış:
Seng-i âzârına ol tıfl-ı cefâ-âmûzuñ
Serini eylemesin mi dil-i dîvâne fedâ (G12/5)
(O cefalı sevgilinin/çocuğun incitme taşlarına başını feda etmesin mi deli gönül?)
- Ay ışığı keteni çürütürmüş:
Dil-i Vehbî olur fersûde görse sîne-i yârı
Ketân-ı nâ-tüvâna dûrdan te’sîr eder mehtâb (G16/7)
(Vehbi, sevgilinin sinesini görse pörsür, çürür; zayıf ketene ay ışığı uzaktan bile tesir eder.)
- Uyuyamayanlar gece yıldız sayarmış, harap kubbe altında duranlar korkusuz olamazmış, gençlik uykusu derin ve ağır olurmuş:
Encüm-şümâr-ı hasret-i rûy-ı münîriñiñ
Âyâ girer mi çeşmine ey mâh-tâb hâb
Emn ü huzûr ümîdini etmem felekde kim
Bî-bâk olur mu zîr-i şikeste-kıbâb hâb
Olsa ‘aceb mi gaflet-i nev-devletân füzûn
Sengîn olur dimâgda vakt-i şebâb hâb (G18/4,5,6)
(Parlak yüzünün yıldızını sayanların gözüne uyku girer mi? Felekten ben emniyet ve huzur bekleyemem; zira harap kubbenin altında kimse rahat edemez. Devlete yeni ulaşanların gafleti çok olsa şaşılır mı; zira gençlikte uyku ağır/derin olur.)
- Cami yıkılsa da mihrap yerinde kalırmış:
Hat-âver olsa da ebrûsudur perestişgâh
Yıkılsa câmi’-i hüsnü yerindedir mihrâb (G220/3)
(Yüzünün tüyleri çıksa da kaşları ona secde eder; zira güzellik camisi yıkılsa da mihrap yerindedir.)
- Sadece güzeller değil, dostlar da vefasız oluyormuş:
İnanma sevdigim ‘arz-ı mahabbet etse de farzâ
Güzeller gibi ahbâb-ı zamâne bî-vefâdır hep (21/4)
(Ey sevdiğim muhabbet gösteriyor olsa da inanma; zira sadece güzeller değil zamanın insanları da vefasızdır.)
- Birini etkilemek/büyülemek için muhabbet virdi çekilirmiş:
Bülbül seherî jâleyi tesbîh edip elde
Teshîr-i gül içün çeker evrâd-ı mahabbet (G24/2)
( Bülbül, gülü etkilemek için seher vakti çiy tanelerini tespih edip sevgi zikri çekmektedir.)
- Çok tuz dökülürse kebaba kıyılırmış:
Tuzlu oturur soñra sakın kıyma kebâba
Ey rind-i mey-âşâm biraz hakk-ı nemek tut (G25/3)
(Ey şarap içen rint, tuz ekmek hakkını gözet; zira kebaba çok tuz dökersen onu telef edersin.)
Meclise tuzlu oturursa kebâbı ne ‘aceb
Münkir-i hakk-ı mürâ’ât-ı nemekdir bâde (G218/2)
(Şarap, tuz hakkını gözetmezse, mecliste kebabın tuzlu olmasına şaşırmamak gerekir.)
- Bazı camiler kiliseden dönmedir:
Kilîsâdan yapılma mescid-âsâ hâne-i dilden
Tesâvîr-i günâhı mahva istigfârdır bâ’is (G28/4)
(Amaç, kiliseden dönme camiler gibi gönül hanesindeki günah tasvirlerini gidermektir.)
- Ruşengerler paslanan aynaları parlatırlarmış:
Jeng-i heves ile sakınıp bozma safâyı
Mir’ât-ı diliñ olmaya rûşengere muhtâc (G32/4)
(Gönül aynan parlatıcılara muhtaç olmasın dersen, heva heves pası ile parlaklığını/safanı bozma.)
- Dağ yolları kıvrım kıvrım olurmuş:
Ne mümkin togru çıkmak zirve-i câh-ı mu’allâya
Tarîkiñ resmi mânend-i reh-i kühsâr pîç-â-pîç(G33/3)
(En yüksek makamlara dosdoğru çıkmak ne mümkün; zira dağ yolları büklüm büklüm olur.)
- Yollar eğri büğrü olunca menzile ulaşmak güç olurmuş:
Şeh-râh-ı istikâmete var sâlik ol yürü
Güçdür vusûl menzile oldukda râh kec(G34/4)
(Doğruluğun ana caddelerinden yürü ey salik; zira yol dar, eğri büğrü olursa menzile varmak güç olur.)
- Kâfirler İslam padişahına haraç verirlermiş:
Vehbiyâ bûse ümîd eyleme ol muğ-beçeden
Kâfiriñ verdigi yokdur şeh-i İslâm’a harâc (G35/5)
(Ey Vehbi, o kâfir güzelinden öpücük umma; zira kâfirin İslam şahına haraç verdiği yok.)
- İhtiyarlar bastona dayanarak ayakta dururlarmış:
O nev-nihâli severse ‘aceb mi Vehbî-i pîr
‘Asâ degil mi soñunda medâr-ı kuvvet-i şeyh(G40/7)
(Şu yaşlı Vehbi, o taze fidanı severse şaşılır mı; zira yaşlılar bastona dayanarak ayakta dururlarmış.)
- Badem acı olunca şekerin tadını da acıtırmış:
Bed-siriştân olduğun gördüñ mü lezzet-yâb-ı ‘ayş
Dûrdur zevk-i şekerden olıcak bâdâm telh(G41/3)
( Yiyip içme ehlinin kötü yaradılışlı olduğunu gördün mü? Badem şekerden uzak olunca acı olur.)
- Kervan yürümezse çan sesi duyulmazmış/çıkmazmış; sürme insanda dil tutulmasına neden olurmuş:
Derâ-yı kârvân-ı sürmede sît ü sadâ olmaz
Siyeh-baht ise de çıkmaz dil-i nâ-şâddan feryâd(G43/3).
(Sürme kervanının çanından ses seda çıkmaz; bahtı kara da olsa kederli gönül inlemez.)
- Eğri mıh kolay kolay çakılmazmış:
Sühande râstî bâdî-i tîzî-i eserdir kim
Sühûletle olur mu nevk-i mîh-i kec-nümâ nâfiz(G47/3)
(Sözde sağlamlık ve doğruluk çabuk söylemenin sebebidir; eğri çivi kolaylıkla çakılır mı?)
- Bahar selleri hızlı ve çabuk akarmış:
Cûş u hurûş-ı fursata olma rübûde kim
Seyl-i bahâr gibi şitâbân gelir geçer (G50/5)
( Fırsat coşmalarına boyun eğme; zira o, bahar selleri gibi çabucak akar geçer.)
- Sineye dağ çekilirmiş:
Rûz u şeb mihr ü mehin reşk-i ‘izâr ile felek
Etmede sînesine dâg-güdâz ikide bir(G52/3)
(Felek senin yüzünün kıskançlığı ile gece gündüz ikide bir ay ve güneşten sinesine dağlar çekmektedir.
- Ham madeni eritmek için potaya korlarmış:
Taklîd ederse sâ’idiñe sîm külçesi
Korlar derûn-ı pûteye bilsin ki hamdır (G58/2)
(Senin bacaklarına kendini benzetiyor diye, ham gümüş külçeyi eritmek için potaya koyarlar.)
- Ayın on dördü gibi demek, kameri hesaba göreymiş:
Bedr oldu meh-i rûyu hilâl ise de ebrû
On dördüne girmiş ki hisâb-ı kamerîdir (G64/3
(Kaşların hilal ise de, yüzünü dolunaya benzetmek, ona ayın on dördü gibi demek, kameri takvime göredir.)
- Yüz görümlüğü o zaman da varmış:
Bu hüsn-i bî-bahâne-i ‘âlem-bahâ ile
Gördüm ki yüz görümlügü yüz biñ cihân değer(G67/4)
(Âlemleri değen bu bahanesiz güzelliği ile sevgilinin yüz görümlüğü binlerce dünya değer.)
- Diş kirası, o dönemde de varmış:
Sîb-gabgab tâze kim nev-bâve-i Almalıdır
Diş kirâsı istemez şeftâlûsun almalıdır(G68/1)
( Elmalının taze yetişmiş elması gibi çenesi var; ama diş kirası istemediği şeftalilerini almak gerekir.)
- Feleğin beli kamburmuş:
Çekemez erdigini rif’ate ehl-i hüneriñ
Koca kanbûr-ı sipihriñ belin işte bu büker(G69/4))
( Hüner ehlini çok yücelere çekemez; zira feleğin beli kamburdur.)
- Kırılan şişeler bir daha tamir olmazmış:
Münkesirdir hâtır-ı ‘âşık nüvâzişden ne sûd
Şîşe-i işkesteye bîhûdedir ta’mîrler(G76/2)
(Kırık şişeleri tamir etmek mümkün olmadığı gibi, âşıkların kırık gönülleri de okşamakla düzelmez.)
- Tavşanların uykusu sak olurmuş:
Hâb-ı hargûşuna aldanma o tavşân-beçeniñ
Taş yatardan gelip ulaşdırarak dâma düşür(G79/2)
(O tavşan yavrusunun/sevgili uykusu hafiftir, ona aldanma; onu yakalamak için sipere yatıp tuzağa düşür.)
Sayd olmaz o tavşân-beçeyi taş yatar eyle
Var gizli yatağında bir âhû-yı harem bas (G128/4)
( O tavşan yavrusu kolay kolay avlanmaz, siper al; sen en iyisi git bir harem ahusunu yatağında bas.)
- Çocuklar şeker ve tatlı şeylere meyilli olurlarmış:
Leb ü pistânçeleriñ emmek içün girye edip
Tıfl-ı bî-dâye-i tab’ım şeker ü şîr ister(G81/3)
( Dudaklarını ve memesini emmek için ağlar; bakıcısız çocuk yaradılışım şeker ve süt ister.)
- Düşmanın mülayemetine güvenilmezmiş:
İsti’âze edegör şeytanat u şerrinden
Düşmen-i köhne eger etse de arz-ı ihlâs (G129/5)
(Eski düşman dostluk gösterse de onun şerrinden Allah’a sığın)
- Ata, eyeri ve koşum takımları yükten sayılırmış:
Zîb ü zîverle midir pâk-nijâdıñ fahri
Bârdır esb-i küheylâna göre raht u bisât (G135/5)
(Temiz yaradılışlı olanın övüncü süs ve bezekle mi olur; zira küheylana göre koşum takımları ona yüktür.)
- O dönemde artık lambalarda gaz yanmaya başlamış:
Fark-ı çerâga gâz-ı musallat degil midir
Bî-bâk kimse giymedi tâc-ı zer-i neşât (G137/4)
(Mumların tepesine gaz yağı musallat değil midir? Korkusuz olanlar kurtuluşun altın tacını giymediler.)
- Hafızların hıfzı, kontrol için dinlenirmiş:
O tıfl-ı mektebim diñletdi hıfzın hoş edâlarla
Anı sû’-i nazardan eyle sen mahfûz yâ Hâfız(G138/2)
( O mektep çocuğum/sevgilim hıfzını hoş edalarla dinletti; Ey Allahım onu sen kötü nazarlar koru.)
- Belge ve beratlar eski sandıklarda saklanırmış:
Ey şâh-ı sitem-pîşe berât-ı gam-ı ‘aşkıñ
Sandûk-ı dil-i bende-i dîrînede mahfûz(G139/2)
(Ey zalim padişah, aşkın gamıyla ilgili verdiğin berat, senin eski kölenin gönül sandığında korunmaktadır.)
- Para ve kıymetli şeyler hemen koyna sokulurmuş:
Hemân tenhâda kor buldukça zâhid koynuna yohsa
Elinde tutmaga meclisde etmez sîm ü zerden haz(G140/4)
( Zahit, ortalıkta altın ve gümüşü sevmediğini söyler; ama tenhada görünce hemen koynuna sokar.)
- Güzellere kötüler laf atarmış, İncil tahrif edilmiş, hediye adıyla rüşvet alınırmış:
Tıfl-ı nâzım yürü git mektebe tenhâ yoldan
Harf atar belki saña bir iki bed-lehce harîf
Revnak-ı hüsnünü ol muğ-beçeniñ bozmuş hat
Sanasın nüsha-i İncîl olunmuş tahrif
Okumuşdur iyice ma’nî-i te’vîlâtı
Rişveti kapdı hedâyâ diyerek şeyh-i ‘afîf (G151/2,3,4)
( Ey nazlı çocuğum/sevgilim mektebe tenha yollardan git ağzı bozuk bir iki herif seni görüp laf atarlar. O kâfir sevgilinin yüzünü hatlar basmış, sanırsın ki İncil nüshası gibi bozulmuş. İffetli şeyh kitabına uydurarak rüşveti hediye gibi kaptı.)
- Ava köpeklerle gidilirmiş:
Sayda gitdi yanına kelb rakîbi takarak
Kaldı üftâdeler ardınca uzakdan bakarak (G156/1)
(Sevgili, köpek rakibi yanına alarak ava gitti; aşıkları ise ardından baktı kaldı.)
- Terbiyesizler köpekle terbiye edilirmiş:
Muhtâc-ı terbiyet velî çokdur zamânede
Her hânede ne çâre bir iki kilâbı yok (G160/4)
(Zamanımızda terbiyeye muhtaç pek çok kişi var; ama her evde ne yazık ki bu işi yapacak bir iki köpek yok.)
- Satış yaparken beğen beğen al denirmiş, şart koşarken de ya sen ya da ben denirmiş:
O şûha cân u dili başka başka ‘arz etdim
Efendim istedigiñ al begen begen diyerek
Ne yapdı ise hele yapdı zâhidi Vehbî
Çıkardı bezm-i safâdan ya sen ya ben diyerek (G163/4,7)
( O şuh sevgiliye istediğini beğen al diye can ve gönlümü arz ettim. Vehbi, ne yapıp edip safa meclisinden zahidi, ya sen ya da ben diyerek çıkardı.)
- Kalem işiyle(memur) uğraşanın iki yakası bir araya gelmezmiş:
Gelmez iki yakası bir yere ehl-i rakamıñ
Sebeb-i çâk-i girîbânı bu olmuş kalemin (G167/1)
( Kalem/memuriyet işiyle uğraşanın iki yakası bir araya gelmezmiş; kalemin ucunun iki parça olmasının sebebi de buymuş.)
- Binalar cilalanmayınca/verniklenmeyince parıldamazmış:
Kâşâne-i hûş olmadı Vehbî hele rûşen
Tâ mağz-ı cünûn olmayıcak revgan-ı idrâk(G168/5)
(Vehbi, binaların vernikle parlatılması gibi, akıl köşkü idrak yağıyla yağlanmayınca delilik dimağı aydınlanmaz.)
- Fesleğenden süpürge düzülürmüş:
Feslegen perçemi dilden süpürür gam yohsa
Ne çiçekdir bu gülistânda süpürgam bilirim (G18172)
( Fesleğene benzeyen saç perçemleri gönlümden gamı süpürür; yoksa onu sadece gülbahçesinde bir çiçek olarak bilirim/tanırım.)
- Kiliselerde fitil, mum yakılırmış:
Dil fetîl aldı Fener’de o meh-i Rûm’u görüp
Yanmaga sahn-ı kilîsâda dahi mûm oldum(G182/4)
(Gönül, Fener patrikhanesinde o aya benzeyen Rum güzelden alevlendi; böylece kilisede yanan muma döndüm.)
- Cahiller ve kabiliyetsizler makbul olurmuş:
Kâbiliyyet eserin mahv edelim kâbil ise
Biz dahi câhil-i mukbil gibi makbûl olalım(G184/4)
(Yeteneğin izlerini mümkünse ortadan kaldırıp biz de cahiller gibi kıymetli olalım.)
- Cin tutanlar ıstıraplı olurmuş:
Rakîb-i dîv cin tutmuş gibi pür-ıztırâb olmuş
İşitmiş kim ben ol şûh-ı perî-ruhsâra çarpıldım(G185/2)
(O deve benzeyen rakip, benim peri yüzlü sevgiliye tutulduğumu duyunca cin çarpmış gibi ıstıraplı olmuştur.)
- Kasaplar zayıf koyuna itibar etmezmiş:
Gûsfend-i lâgere kassâb olurdu der-kafâ
Hısn-ı emn ü râhatım cism-i nizârımdır benim(G190/5)
(Benim emniyet ve rahatımın sebebi şu zayıf bedenimdir; zira kasaplar zayıf koyunlara itibar etmezler.)
- Cami mahfillerine eski seccade serilirmiş:
Hasret-i mihrâb-ı ebrûñ ile oldum pây-mâl
Mahfil-i ‘aşka döşenmiş köhne bir seccadeyim(G193/3)
(Aşk mahfiline serilmiş eski bir seccade gibi, kaş mihrabının hasretiyle ayakaltı oldum.)
- Tedavi amaçlı şişe çektirilirmiş:
Şîşe çekdirmiş işitdim zâhid-i mînâ-şiken
Kanını içmiş de almış âbgîne kînesin (G206/3)
( Kadeh kıran zahit, duydum ki şişe çektirerek şarabın kanını içmiş ve intikamını almış.)
- Yazı yazmak için mıstar çekilirmiş:
Vasf-ı zülfün yazmak ey Vehbî ne mümkin ol mehiñ
Mıstarım olmazsa târ-ı gîsuvân-ı hurdan(G208/5)
( Ey Vehbi, hurilerin saçının telinden mıstar olmasa, o ay gibi sevgilinin vasfını yazmak mümkün mü? )
- Pek sevilmeyen kişilere uzaktan merhaba denilirmiş:
Eliñ koy gögsüñe bârî uzakdan merhabâlarla
Selâma muntazır bu nâ-tüvân el arkası yerde(G216/7)
( Senin selamını bekleyen şu aciz için hiç değilse elini göğsüne koyup uzaktan merhaba de.)
- İçki insanın ayarını ortaya çıkarırmış:
Añlanır meclis-i ‘işretde ‘ayâr-ı ahbâb
Vehbiyâ tecribe-i kalbe mehekdir bâde (G218/5
( Ey Vehbi, kalp tecrübesi için mecliste şarap dostların ayarını ortaya çıkaran bir mihek taşıdır.)
- Lüleyle tütün içilirmiş:
Pür âteş olur lûle nezâketle imâme
Bûs eyler iken la’l-i leb-i yârı görünce(G223/2)
( Ağızlığın ucu sevgilinin lal taşına benzeyen dudağıyla öpüştükçe tütün konulan lülesi kıskançlıktan ateşle dolu olur.)
- Deliler etraflarına çizilen dairenin dışarı çıkamazlarmış:
Zencîr-beste eyledi ‘uşşâkı kâkülüñ
Dîvâneler ederler o çenberde velvele (G227/2)
( Delilerin çember içinde bağırıp çağırmaları gibi, saçların âşıkları zincire vurdu.)
- Aşağılık kişiler yüksek makamlara gelince halkı küçümsermiş:
Bâlâ-nişîn-i sadr olıcak pest-fıtratân
Halka yukarıdan aşağıdır mu’âmele(G227/4)
( Aşağılık kişiler yüksek makamlara geldiğinde halka yukarıdan-küçümseyerek-bakarmış.)
- Kırmızı renk deliliği artırırmış:
Her çifte perçemli püser bir şâl-i sürh etmiş be-ser
Sevdâsı etmez mi eser seyr eyleyen dîvâneye(G229/4)
( Bir çifte perçemli oğlan başına kırmızı şal örtmüş; bunun sevdası onu seyreden deliyi etkilemez mi?)
- Köpekler fakir fukaranın elinden ekmeğini kaparmış:
Çekip aldı elimizden meded ol şûhu rakîb
Ni’meti kelb gibi dest-i gedâdan kapdı(G247/3)
( Köpeğin, fakirin elinden ekmeği kaptığı gibi rakip o şuh sevgiliyi çekip elimden aldı.)
- Yılan sokmasına karşı muska yapılırmış:
Küşâyiş bulmadı gencîne-i kâmım ‘azîmetle
Tılısmın muhkem etdim zahmî-i mâr oldugum kaldı(G248/4)
( Bütün gayretime rağmen arzu hazinesini açamadım; sağlam tılsımlar, muskalar yazdırmama rağmen yılanlar soktu beni.)
- Değirmen taşının içinde kalan son un, daha sonra tahılını öğütene nasip olurmuş
Dehâna gelse dahi dîgerâna kısmet olur
Nasîb ardına döndükçe âsiyâb gibi (G250/6)
( Değirmen gibi ardı sıra döndükçe taşın ağzına gelen un, daha sonradakine nasip olur.)
- Afyon ve esrar, içenleri iki büklüm kambur edermiş:
‘Arak nûş et şarâb iç toğrusu ben bildigim Vehbî
Yiyip afyon u berşi olma bir kanbûr tiryâkî(G258/5)
( Ey Vehbi, şarap iç doğrusu benim bildiğim esrar ve afyon içerek iki büklüm olma.)
- Kız alırken ağırlık, başlık verilirmiş:
Tehî-destâna sâkî dâmen-i rıtl-ı girân vermez
Ağırlık almadıkça duhterin pîr-i mugân vermez (G109/1)
( Eli boş olanlara saki ağır kadeh eteğini vermez; başlık almadan meyhaneci üzüm kızını vermez.)
- Hüma kuşu kemik yermiş:
Sipihr-i sifle-perver dil-nüvâz-ı seg-nihâdândır
Hümâya âşiyân vermek degil bir üstühân vermez (G109/4)
( Aşağılık felek yaltaklanan köpek gibidir; hümaya bırak yuvayı bir kemik bile vermez.)
- Nasırlara kafur merhemi sürülürmüş:
Sarılırken yâra bilmezdim safâ-yı sînesin
Merhem-i kâfûru nâsûr olmayınca bilmedim(G194/2)
( Kafur merhemini nasır olmayınca bilmediğim gibi yara sarılırken onun sinesinin şifa olduğunu bilmezdim.)
Sonuç olarak, Vehbî’nin şiirlerinde bu ve benzeri yüzlerce örnek bulunmaktadır. Hayatın her alanına dair tecrübe, inanış, adet, tavır, algı ifade eden bu örnekler, hemen bütün klasik şairlerde karşımıza çıkan hususlardır. Dolayısıyla klasik şiirimize bu açılardan baktığımızda hayatın bütün gerçeklikleri ile karşılaşmak mümkündür.
KAYNAKÇA
Onay, Ahmet Talat(2000); Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı (Hazırlayan Cemal Kurnaz), Akçağ Yayınları, Ankara.
Sünbülzade Vehbi (2011); Divan (Hazırlayan Ahmet Yenikale), Ukde Yayınları, Kahramanmaraş.
Sünbülzade Vehbi, (2011); Nasihatnâme-i Vehbi (Hazırlayan Lütfi Alıcı), Ukde Yayınları, Kahramanmaraş.
Şentürk, A. Atilla, Kartal, Ahmet (2007); Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Dergah Yayınları, İstanbul.