Teketek Haber

Murat Sertoğlu’nun Kaydettikleri

Murat Sertoğlu’nun Kaydettikleri
19 Eylül 2018 - 9:41

Murat Sertoğlu’nun Kaydettikleri

Murat Sertoğlu da geç dönem de olsa Maraş milli mücadelesini araştırıp yazanlardan. 1970 yılı Şubat ayında

81

Maraş’a gelerek 12 Şubat etkinliklerine katılmış. O gün hayatta olan gazilerle görüşmüş ve 64 gün süren bir yazı dizisi hazırlamış ve Tercüman gazetesinde yayınlamış. Bayrak olayı ile ilgili yazdıkları şunlar:

“Namaz vakti gelmiş, cami tıklım tıklım dolmuştu. Herkes büyük bir heyecan ve karar içinde bulunuyordu. Ulu Cami, Ulu Cami olalı o zamana kadar böyle heyecan ve hâmiyet içinde bulunan bir cemaat ile dolmuş değildi. Önce sünnet kılındı. Hatip minbere çıktı.

O zaman halk arasından sesler yükselmeye başladı:

-Bayraksız namaz kılınmaz.

-Hürriyeti olmayan bir milletin Cuma namazını kılması caiz değildir.

-Bayrağımızı yerine diktikten sonra Cuma namazını kılabiliriz.

Camiin minberinde bulunan Ulu Cami Đmamı Rıdvan hoca da bütün bu halkın duygularına tercüman olarak şöyle konuştu:

-Ey cemaat! Doğru söylüyorsunuz. Hürriyeti gasbedilen bir milletin Cuma namazını kılması dinen caiz değildir.

Bu söz, verilen kutsal kararın ilânı idi. Cemaat ilk olarak minberde asılı bulunan yeşil atlâs bayrağı aldı ve kapıya doğru tekbir sesleri ile yürümeye başladı. Camiin avlusu da cemaatle tıklım tıklım dolu idi. Bu heybetli kalabalık camiden çıkmış, kaleye doğru yürümeye başlamıştı. Kaleye doğru ilerleyen bu kalabalık, her an tersine yuvarlanan bir çığ gibi büyüyerek yol alıyordu. Türkler bu kutsal yarışa katılmak için her taraftan koşuyorlardı. Bunların arasında çocuklar, belleri bükülmüş, ak sakallı, nice ihtiyarlar da vardı.

Bütün dükkanlar kapanmış, kahraman Maraş’ın Türkleri, işgaldenberi ilk defa birden şahlanmışlardı.

82

Rıdvan Hoca

Türklerin böyle bir şahlanış ile şahlanmaları Fransızları olsun, Ermenileri olsun, büyük bir şaşkınlığa düşürmüş bulunuyordu. Ermeniler de hemen dükkânlarını kapatıp evlerine kapanmışlardı. Kaleye yerleştirilmiş bulunan ve Türk bayrağını çekmemek emrini yerine getiren Fransız jandarmaları, kaleye doğru büyük bir imanla yaklaşmakta olan Türkleri görünce korkarak arka taraftan kaçtılar. Türklerden hiç biri ellerinde silâh olarak en ufak birşey taşımıyordu. Gögüsleri düşman kurşunlarına alabildiğine açıktı. Ama kimde bu açık gögüslere kurşun sıkmak cesareti vardı?

Kalenin yamaçları bir insan seli ile kaplanmıştı. Bu haliyle Arafattaki Cebel-i Rahme’ye benziyordu. Kaleye tırmanmak ve oraya ulaşmak kutsal yarışını ilk kazanan, bugün de hayatta bulunan ve Onbaşı adı ile anılan Osman

83

Erşan kazandı. Đndirildikten sonra oraya bırakılan Türk bayrağını buldu. Bunu öperek direğe çekti. Türk Bayrağı Maraş kalesinde yeniden dalgalanmaya başladığı anda coşkun bir alkış ve tekbir sesleri bütün Maraşı inletti. Nemli gözlerde zafer sevincinin ışıkları parlıyordu. Birçok kimseler kendilerini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya koyulmuşlardı.”

Kalede bayrağı göndere ilk çeken kişi olan Osman Erşan’la da görüşen Murat Sertoğlu onun anlattıklarını da kaydetmiş. O günü şöyle anlatıyor gazi Osman Erşan:

“-312 doğumluyum. Ben o zaman jandarma idim. Önce Đngilizler geldi Maraş’a fazla kötülük yapmadan gittiler. Yerlerine Fransızlar gelince iş değişti. Önce Sütçü Đmam hamamdan çıkan kadınlara sataşan bir Fransız askerini gebertti. Onu sapı beyaz toplu Karadağ tabancasiyle belinden vurarak öldürdü. Arkasından da bağlara kaçtı. Orada bekçi çoban kılığında dolaştı. Geceleri bazen şehre dönüyordu. Cuma günü ben namaz kılmak için Ulu Camie gitmiştim. Kaledeki Türk Bayrağının indirilmiş olduğunu orada duydum. Baktım hakikaten yerinde yoktu. Hoca bayrak çekilmeyince Cuma namazı kılınmaz diyince hep birden dışarı çıktık. Ben hemen var kuvvetimle kaleye doğru koşmaya başladım. O yokuşu bir nefeste nasıl çıktığımı hatırlayamıyorum. Peşimden bir çok Türkler geliyorlardı. Kaleye varınca hemen Türk Bayrağını aramaya başladım. Bayrak kovuşların orada duruyordu. Bunu kaptığım gibi yüzüme gözüme sürdüm. Sonra da bunu hemen bayrak direğine çektim. Çok şükür bu şeref bana nasip oldu.”

Murat Sertoğlu’nun 64 gün süren yazı dizisinde hatıralarını dile getiren bir kişi daha var ki anmadan geçmek olmaz. Şekerci Ökkeş olarak bilinen Ökkeş Şeker Maraş milli mücadelesinin yaşandığı günlerde 15-16 yaşlarında bir delikanlıdır. Ermenilerle iç içe denecek bir şekilde doğup büyümüştür. Ermenilerin taşkınlıkları önü alınamaz bir hal aldığında anası Hürü kadın elinde bir tahta parçası, bitişik Ermeni evlerinin damlarına çıkarak barbar bağırır:

84

-Ellik gavurları bizim malımızı, canımızı alacaklarmış! Gelsinler de görsünler… Onların hepsi bana yetmez.. Şu tahta parçasıyla ben kırarım hepisini… diye tehditler savurur…

Hürü kadının tek oğlu Ökkeş 1904 doğumludur. Gençliğinde bir Ermeni kıza aşık olur. Müslüman olursa alalım derler. Çok sürmez harp başlar. Bu defa vermeyi teklif etseler de kendi almaz.

Şekerci Ökkeş pehlivan değildir ama Maraş’ta yiğitliği ile meşhur olanlardandır. Köstek çivisini elinde tutup bir vurmaya tahtaya geçirebilecek güçtedir.

O yıllarda Belediye çarşısında şekercilik yapan Şekerci Ökkeş’in anlattıkları Murat Sertoğlu’nun yazı dizisinde şu şekilde dile getirilir:

Aldı sözü Hacı Ökkeş… Bakalım ne söyledi:

“-Çok ama çok hakaretler görüyorduk bey. Ben o zaman 17 yaşlarında idim. Leblebici çıraklığı yapıyordum. Olaylar olayları takip ediyordu. Ermeniler açıkça bizi asmaktan, kesmekten bahsediyorlardı.

Bir gün dükkânda yalnızdım. Đçeriye üç Ermeni girdi. Bunlardan birini tanıyordum. Zeytinli Aram Çavuş adında çok azılı biri idi. Eşşek kuyruğu gibi kulaklarına kadar uzanan bıyıkları vardı. Benden tuzlu fındık ve leblebi karışığı istediler. Dediklerini hazırladım. Aram Çavuş kaseyi cebine koymak için gocuğunu açtı. Altında kocaman bir tabanca ile uzun bir Çerkez kaması vardı. Maksadının bana bunları göstermek ve beni korkutmak olduğunu anlamıştım. Sonra cebinden bir mecidiye çıkararak uzattı.

Bu işi yaparken de pis pis gülüyordu.

Altında kalır mıyım? Ben de parayı bozmak için çekmeceyi şöyle sonuna kadar açtım ve orada durmakta olan tabancamı kendisine göstermiş oldum. Bunu görünce bozulur gibi oldu. Paranın üstünü aldıktan sonra:

“-Sizinle yakında görüşeceğiz” dedi.

“-Hazırız!” cevabını verdim. Defolup gittiler.

85

Ama benim ilk işim bir tabanca daha satın almak oldu.

Durum her geçen gün biraz daha gerginleşiyordu. Bu arada Sütçü Đmam ve Bayrak olayları oldu. Biz hepimiz ahdetmiştik. Kırk yıl tavuk olacağımıza bir gün horoz olalım diyorduk. Arkadan Türklere silâh ve fişek dağıtılmasına başlandı. Ancak silâhlar yalnız askerlik yapmış olanlara veriliyordu. Bu iş de çok gizli yapılıyordu. Konuşmalar şifreli oluyordu.

Meselâ bir tüfek ve kırk mermi alan bundan arkadaşına bahsederken: “Bir kaz aldım. Kırkta yumurtası var” şeklinde konuşuyordu.

Hiç unutmam, Bayrak Olayı günü toptancı pekmez dükkânı olan Babahallıoğlu Ali Efendi bana oğlu Muhlis’i vermiş, evine götürmemi istemişti. Ben de o zaman çok ufak bir çocuk olan Muhlis’i evine götürüp bırakmıştım. Muhlis Bey sonradan okudu vali oldu. (Muhlis Babaoğlu).

Muhlisi evine bıraktıktan sonra ben de Ulu Camiye koştum. Kaleye bayrak dikenlerin arasında ben de vardım. Bayrağı çektikten sonra hükûmete geldik. “Fransızları istemiyoruz. Memleketimizden çıkıp gitsinler” diye bağırdık. Bu arada aramıza karışan Çerkez kıyafetine girmiş bir Ermeni komitecisini yakaladık. Üzerinde bombalar vardı. Fedai olarak gelmişti. Maksadı üzerimize bomba atmak imiş. Kendisi hemen oracıkta linç edildi. Oradan zapt etmek üzere kışlaya yürümek istedik. Bu delice birşeydi çünkü silâhsızdık.

Fransızlar bizi olduğumuz gibi yok edebilirlerdi. Nihayet aklı başında olanlar önümüze geçtiler de bizi bu deliliği yapmaktan vazgeçirdiler. Oradan Ulu Camiye dönüp Cuma namazını kıldık.

Ermeniler git gide azıyorlardı. Bize açıktan açığa: “Burası artık Ermenistan oldu. Sizin evlerinizi yıkıp arpa tarlası yapacağız.” diyorlardı.

86

Belki ben çocuk olduğum için yanımda daha pervasız konuşuyorlardı. Ben bir tüfek edinmek için çırpınıyordum. Bizim mahallede Ermeniler çoğunlukta idi.

Yalnız üç tane Türk evi vardı. Büyük bir tehlike içinde idik. Nihayet bir tüfek edinebildim. Evimizi elden geldiği kadar savaşa hazırladık mazgallar açtık.

Nihayet büyük kavga başladı. Her taraftan tüfek sesleri geliyordu. Demek ki son saatimiz gelmişti. Düşman hepimizi öldürmek, yok etmek niyetini gizlemiyordu.

Hemen fırladım abdest alıp iki rekat namaz kıldım. Silâhımı aldım. Anneme:

“-Ben gidiyorum. Ölürsem şehit düşersem gazi olurum” dedim.

Annem korku ve üzüntü içinde idi. Gitmeme razı olmak istemiyordu:

“-Sen henüz küçüksün! Seni hemen vururlar oğlum!” dedi.

Ona şu karşılığı verdim:

“-Yaşım küçük ama, imanım büyüktür anne! Şehit olacaksam, vatan ve millet uğrunda şehit olacağım. Ben ölmeliyim ki düşman sizlere ilişmesin!”

Annemin yanında hiç ayırmadığı bir hamail vardı. Bunu bana verdi ve:

“-Yarabbi! Bir tek evlâdımı sana emanet ediyorum. Meleklerinle onu koru!” diye dua etti.

“-Bana sütünü helâl et anne!” dedim.

“-Helâl olsun” diye helâl etti.

Silâhımı kaptığım gibi dışarı fırladım. Biraz koştuktan sonra bizimkilerden bir grubla karşılaşarak onlara katıldım. Sağda solda evler yanıyordu. Bilinmeyen yerlerden kurşunlar yağıyordu. Vurduk, vurulduk. Akşama kadar dövüştüm. Bazı kiliselerin ve Ermeni evlerinin damlarında kurulmuş makineli

87

tüfekler ortalığı cehennem gibi kavuruyordu. Fakat bana tek bir kurşun bile değmedi.

Savaşın sonuna kadar hergün dövüştüm. Sonunda Mercimek Tepeye, düşmana yardım geldi. Onlar da bu sayede kaçıp canlarını kurtardılar. Maraş kurtulduktan sonra gönüllü olarak Gaziantep ve Şam savaşlarına da katıldım.

Bizlerle birlik olacak yerde düşmanla birleşen, bizi yok etmeye kalkışan Ermeniler büyük bir zaiyat verdiler. Ancak bir kısmı Fransızlarla beraber kaçabildiler. Biz de çok şehit ve yaralı vermiştik. Ama çok şükür bir harabe haline gelen Maraş’ımızı da düşmandan temizledik. Đntikamımızı aldık.”

Şekerci Ökkeş harp sonrası bir ara Osmaniye’de şekercilik yapsa da ağırlık ömründe şekerciliği Ulu Caminin kuzeyinde, Belediye Çarşısında yapar. Ömrünü bu çarşıda tamamlar. 17 Aralık 1980’de vefat eder. Rahmetle anıyoruz.

“Kurtuluşun Manevi Mimarları”

Maraş milli mücadelesini konu edinen tüm tarih kitaplarında yer alan Bayrak Olayı Mehmet Alperen’in 1992’de yayınlanan “Kurtuluşun Manevi Mimarları” adlı romanı ile Tarık Buğra’nın “Sahibini Arayan Madalya” adlı senaryo eserinde de ayrıntılı bir şekilde yer aldı.

Mehmet Alperen romanında Türk bayrağının kale burçlarından indirildiği geceyi ve ertesi gün yaşanılan büyük raundu çok ayrıntılı bir şekilde öyküleştirerek o günkü yaşanılanları şu cümlelerle anlatıyor:

“Şeyh Ali Sezai Efendi, baş köşedeki minderine otururken, odanın içinde bulunanlara teker teker göz attı.

Ata Bey, Kuvvayı Milliye teşkilatının toplantısına ilk defa katılıyordu. Albayla arasında geçen konuşmanın öfkesindeydi halâ.

Rafet Efendi, siyah uzun sakallarını sağ eliyle avuçlamış, gözlerini kapatmış, başını eğmiş tefekkürün kemalindeydi.

88

Vezir Hoca, koca kavuğunun altında bir o kadar daha küçülmüş gibi oturduğu yer minderinde adeta kaybolmuştu. Her zamanki gibi çukura kaçmış gözleri ile etrafı izliyor, herkesi sıra sıra kolluyordu.

Molla Evliya ise, alnının kırışıklarında, hakikatı olduğu gibi söyleyen sert mizacı ile, ellerini göbek hizasında kenetlemiş, her an konuşmaya hazır bir şekilde bekliyordu. Gören kararını şimdiden verdiğini hemen anlardı.

Bunun dışında diğer beyler ise, ulemadan gelecek her türlü emri hemen yapmaya hazır vaziyette, başlarını önlerine eğmiş bekliyorlardı.

-Uzun zamandır böyle bir meclis toplamamıştık, dedi.

Kimse onun konuşmasını beklemiyormuş gibi, aynı anda hepsi de Şeyhe baktılar.

Sadece Molla Đbrahim bakmadı.

Şeyh gözlerini Evliya’dan ayırmadan:

-Vesilesi ile birlikte elzem olan bu meclis böylece kurulmuş oldu. Allah utandırmasın.

“-Amin” niyazı hafif bir rüzgar gibi dolaştı odanın içinde.

-Yapılacak iş ve hareket, bugün bu gece burada kesinleşmelidir. Yarın Cuma dedik daha evvel, her Cuma yeniliktir, her Cuma bir yeniye açıktır.

Sustu. Odanın içinde dolanan gözlere, oturduğu yer minderinin kilimle birleştiği yere noktalandı:

-Cuma boşuna yaratılmadı.

Orada bulunan herkes Cumanın niçin yaratıldığını düşündü, ama hiç biri de içinden çıkamadı.

-Kısakürekzade bildiriyi hazırlıyor mu?

-Gerekeni söyledik Şeyhim.

-Mıllış Nuri ve avanesinin bu bildirileri sabaha karşı bütün camilere ulaştırmış olmaları gerekir.

89

-Bütün camilere ulaşacak Şeyhim.

-Bayazıtlı Muharrem Bey çetelerini şehrin etrafına indirsinler, bazılarının tebdil-i kıyafet yapıp Cuma namazında Ulu Camide toplamak gerek.

-Đnşallah Şeyhim.

-Rıdvan Efendi, mimberde konuşulacak sözleri hazırlamış olmak gerekmez mi?

-Gerekir Şeyhim, hazırladık sayılır.

-Avamın arasından biri de sancağı çıkartmalıdır.

-Şerbetçioğlunu düşündük, sesi gürdür, heyecanlıdır.

-Cemaati arkamıza takamazsak bütün planlarımız suya düşer.

-Himmetinizle Şeyhim, cemaat hazırlanacak.

-Đnşallah.

-Onbaşı Osmanı da kaleye bayrağı çekmekle görevlendirdik.

-Çarşı esnafını sabahın erken saatlerinde dolaşacağız.

-Ermenilerin bütün tahkim yerlerinin karşılarına gerekli tertibatı aldık. Gayrisi Allaha aittir.

-Ata beyimizin tayini ne zaman çıkacak, bilgileri var mıdır.

-Beklemekteyiz Şeyhim.

-Albayın bu sarhoş tutumu devam eder mi dersin Ata Beyim?

-Herhalde hiç ayıkmayacaklar.

-Bunlar işgalin ne olduğunu bilmezler bre Ata Beyim, üzülmeyesin.

-…..

Şeyh konuşacaklarını bitirmişti herhalde, Mıllış Nuri’ye döndü:

-Geceleri gezmeye devam mı bre Nuri?

90

-Đzin olursa Şeyhim.

-Đzin Allah’tandır bre Nuri. Ancak bir gayeye doğru yola çıkarsın da varamayabilirsin. Üzülmemek gerek. Hikmet aramak gerek.

-…..

-He midir bre Nuri?

-He’dir Şeyhim, bizim akılcığımız oraya kadar varmaz.

-Gönlüne danışıver o zaman yiğidim, gönlün ne der?

-Gönlümüz geniştir denmiştir Şeyhim, biz genişliğine yoyarık.

-Đyi iyi.

Herkes bu ikili, kısa konuşmalardan yeteri kadar anlayacağını anlamıştı.

Vakit hayli ilerlemişti. Kimsenin uykusuzluktan şikayeti yoktu ama, herkesin gündüz yapılacak olan hareket için şimdiden hazırlanmaya ihtiyacı vardı.

Şeyh de bunu hissetmiş olmalıydı.

-Kimseyi tutmasak yarenler. Gerisi herkesin bildiğine kalmıştır desek.

Süleyman Bey ve Fatmalı Derviş aynı anda kalkmaya davrandılar.

-Đzin olursa Şeyhim, beş altı saatimiz kaldı, işimizin başına dönsek.

-Đzin Allahtandır dedik daha evvel Süleyman Bey.

Oda sessiz kıpırtılarla doldu. Herkes sessizce ayağa kalktı.

Helalleşildi.
Çok geçmeden Şeyhten başka kimse kalmamıştı içerde. -Bre Akça, bre Akça.
-Efendim Şeyhim.
-Abdest tazelesek gurbanım.

91

-Hay hay Şeyhim.

“Aman Allahım bugün ne kadar da namaz kılmak istiyor canım.”

Kafası mı bulandı, hayır. Kafası bulanık değildi. Hiç yeri değilken Saçlı Dervişi hatırladı. Gülümsedi, gülümserken de unutuverdi.

***

Yeni şalvar giymesini belleyen çocukların, yeni zubun giydirilen çocukların birbirlerini kovaladıkları dar sokaklarda Fransız devriyelerinin korkulu ve telaşlı geçtikleri geniş sokaklara kadar beldede gözle görülür bir hareket vardı.

Saat sabahın ya onu ya onbiri idi.

Abdestini tazeleyen her Türk gözlerini kaleye çevirmiş, Fransız bandırası ile burun buruna gelmişti.

Fransız devriyelerinde gözle görülür bir artış vardı.

Manga halinde dolaşmaya başlamışlardı.

Ulu Camiin dışındaki bütün camilerde hemen hemen hiç cemaat yoktu.

Ulu Camii ise erken başlayan vaiz vesilesi ile doluydu.

Đçi, önü, çevresi insan kaynıyordu.

Şalvarlı zubunlu, abalı abasız, köylü şehirli, yeni yetme ihtiyar mahşer yerini hatırlatıyordu insana.

Ulu Caminin avlusundaki hücrede ise, Şeyh Ali Sezai Efendi, Aslan Bey, Zülkadiroğlu Süleyman Bey, Evliya Efendi ve birkaç çete beyi sessizce beklemekteydiler.

Cuma selasına daha vakit vardı.

Vaiz Rafet Efendi vaaz veriyordu. Vaizin konusu istiklaldi. Caminin içi iğne atsan yere düşmeyecek kadar doluydu.

Çarşıdaki Türklere ait dükkanların hepsi de kapalıydı. Ermeniler ise ortalıkta gözükmüyorlardı.

92

Kalabalığın arasında Alikoğlu Kazım, Çuhadar Ali, Mıllış Nuri ve diğer beylerin adamları muhtelif yerleri tutmuşlar, silahlarını abalarının altına saklamışlar, sabırla, sükunetle bekleşiyorlardı.

Cuma, vakti ile beraber yavaş yavaş yaklaşıyordu.

Guvarnör Andre’nin odasına giren Yüzbaşı Loly, göründüğünden de çok heyecanlıydı.

-Sayın Vali, gerekli önlemleri almazsak şehir karışacak.

Andre belki de en büyük hatasını yapıyordu.

-Nasıl karışır Yüzbaşı. Buna kim cesaret edebilir?

-Ulu Cami çok kalabalık Mösyö Andre, bugünkü kadar böyle kalabalık olduğunu görmemiştim bu zamana kadar.

-Müslümanların kutsal bir günü bugün Yüzbaşı. Elbette kalabalık olacaktır.

-Sayın Vali hata yapmayalım! Diğer camilerde kimse kalmadı, herkes Ulu Camiye geliyor. Kaleye bakarak bir şeyler konuşuyorlar.

-Aralarına girip ne konuştuklarını öğrenemediniz mi Yüzbaşı?

-Girdik sayın Vali, kaleye hücum edip bayrağı indireceklermiş.

Andre, kendince ömrünün en neşeli kahkahasını attı.

-Kim saldıracakmış kaleye Yüzbaşı? Bu baldırı çıplak insan sürüsü mü? Hiç sanmam, buna kimse cesaret edemez.

-Bakın sayın Vali, siz buranın insanlarını bilmiyorsunuz. Bunlar her şeyi yapabilirler.

Andre ayağa kalkarak:
-Korkmana lüzum yok Yüzbaşı. Albay Brovn ne diyor? -Kışlada efendim, aynı kaygıdalar.

-Kaygılanacak bir şey yok Yüzbaşı, devriye sayısını artırın, Bana da Mutasarrıf Ata Beyi bulun. Hükümet binasına gelsin, ben de oraya gideceğim.

93

Başüstüne efendim, ancak bu konuyu yabana atmasak iyi olur.

-Bakarız Yüzbaşı, namaz vakitlerine daha var.

-Peki sayın vali, benden söylemesi, gerisi size aittir.

Yüzbaşı çıktı. Andre pencereye vardı, önünde kale olduğu için Ulu Camiyi göremiyordu. Bayrak kalenin öbür tarafında kaldığı için bayrağı ve nöbetçileri de göremiyordu.

Kendi kendine gülümsedi:

-Bu baldırı çıplak insan sürüsü mü kaleye saldıracak? Hiç sanmam. Olsa olsa bu kalabalık bir tesadüftür.

Andre kendini avutacak bu düşünce ile dışarı çıktı. Cuma salaları okunmaya başlamıştı.

***

Molla Gökçe Mehmet, Turnalı’nın üst tarafından indirdiği çetelerini Osman Dede ziyaretinin arkasında toplamıştı.

Dürbünü alarak şehri inceledi. Yanında bulunan ve kendine haber getiren Göllülü Yusuf Çavuş’a döndü.

-Burası nasıl Yusuf Çavuş?

-Eyidir herhalde Mehmet. Cayırtı koparsa beş dakikada arhadan vururuk.

-Fazla da yaklaşmasak eyi olur. Burada galak. Nerdeyse namaz vakti olacak.

-Namaz kılacak mıyız Molla?

-Nasip olursa kalenin üzerinde, bayrağın dibinde gılınır çavuş.

-Ben bizi sorduydum, onlar orda gılacak, biz gılacak mıyık.

-Çetelerin durumu nasıl?

-Sadece biraz üşüdüler, o kadar yolu teptiler, yoruldular da.

94

-Öyle ise istirahat etsinler. Namazı gılacağız.

-Bir kişiyi şehere salsak da, durumu öğrensek.

-Ha ya, eyi olur. Şöyle ağzı laf yapar birini bul da gönderek.

-Olur.

Yusuf Çavuş tepenin arkasındaki dulda yere, öbek öbek toplanmış çetelerin yanında yürürken, Molla Gökçe Mehmet de dürbünü ile kışlayı kontrol ediyordu.

Ezan nerede ise okunacaktı.

***

Hırlak, iki saattir dolaşıp durduğu geniş salonda ayaklarının iyice yorulduğunun farkında bile değildi. Arada bir evini korumakla görevli Ermeni lejyonları kontrol ediyor, talimatlar veriyordu.

Kendine bile söylemeye cesaret edemiyordu ama belli ki korkuyordu.

Ne de zormuş şu Osmanlı ile uğraşmak. Ne de zormuş bu Müslümanlarla mücadele etmek.

Nedense Abdal Halil aklına geldi. Arkasından Mıllış Nuri’nin gönderdiği haber. “Er geç kulağını kesmeye geleceğim” demiş. Pöh neyine güveniyordu bu adamlar bre. Allah kahretsin neleri kalmıştı ki, nelerine güveniyorlardı.

-Ekmekçiyan, bre Ekmekçiyan gel hele gel.

Salonun büyük kapısı açıldı.

-Buyur Ağa.

-Durum nasıl? Ulu Camiden haber geldi mi?

-Daha namaz başlamadı. Bizimkiler oraya yaklaşmaya korkuyorlar.

-Korksunlar bakalım, ne kadar sürecek bu korkaklıkları.

Böyle söyledi ama oraya yaklaşmaya kendi de olsa korkardı.

95

Ve korkuyordu da.

***

Uğultu… Uğultu…

Nerden geldiği, nerden başladığı belli olmayan bir uğultu.

Ulu Cami yapıldığından bu yana böyle bir kalabalığı ne görmüş, ne de böyle bir uğultuyu işitmişti.

Her kafadan bir ses çıkıyordu:

-Bayraksız bir beldede Cuma namazı kılınmaz.

-Đstiklali olmayan bir müslümana Cuma namazı kılmak farz değildir.

-Sancağımızı çıkarın.
-Şerbetçioğlu, sancağı al da dışarı çık. -Rıdvan Hoca istiklalsiz hutbe okumaz. -Hutbe okumak istiklal demektir.

Rıdvan Hoca, kiminin anladığı, kiminin anlamadığı uğultular arasında minbere çıkmıştı. Duasını bitirmiş, konuşmasını hazırlamıştı.

Ancak, cemaati tepeden görünce içinde ılık, ılık olduğu kadar da garip bir sızı hissetti.

Bir anda söyleyeceklerinin hepsini de unutuverdi.

Kafası doğduğu gün gibi boşalmıştı.

Cemaatin üzerinde gözlerini gezdirirken, kalabalığın içinde kendine bakan, Evliya ile göz göze geldi. Evliya tebessüm etti.

Aynı anda iriyarı bedeni ile kalabalığın arasında hemen kendini belli eden Aslan Beyi gördü. Kapıya yakın bir yerde Çuhadar Ali’yi, onun hemen yanında Mıllış Nuri’yi. Geceki toplantı olduğu gibi kafasında canlanıverdi. Hutbesini okumaya başladığında uğultu “hırp” diye kesilmişti.

96

Bir anda hafif hafif sallanan kuru bir kalabalıktan başka hiçbir hayat belirtisi kalmadı caminin içinde.

Caminin avlusu ise aynı durumdaydı. Rıdvan Hoca’nın dua eden sesi dışarı kadar geliyordu.

Hücrenin penceresinden dışarıyı izleyen Şeyh, zabit Cevdet Beyi görmüştü. Üsteğmen, ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Her halde Ata Bey görevlendirmiş olacaktı. Görünüşte halkın taşkınlıklarına mani olacaklardı.

Şeyh yanında bulunanlara baktı. Vezir Hoca ve Süleyman Bey sessizce oturuyorlardı.

-Fransız devriyesi artırıldı ama kalabalığın önüne çıkacak olanlar Osmanlı zabitleridir Süleyman Bey.

-Engel teşkil edeceklerini sanmam Şeyhim.

-Üsteğmen Cevdet Beye gerekli haberi yollamıştık, herhalde bilerek kendisi gelmiştir.

-Bilerek gelişe de benzer Zülkadiroğlu. Đnşallah yanılmadık.

Rıdvan Hoca duasını bitirmişti.

Kalabalık, kalabalık bir sessizlikteydi. Rıdvan Hoca’nın:

-Bayrağı olmayan bir beldede Cuma namazı kılmak caiz değildir, demesi ile uğultu koptu.

-Şerbetçioğlu sancağı çıkart.

-Haydi arkadaşlar bayrağımızı dikip gölgesinde namazımızı kılalım.

-Haydi, gazanız mübarek ola. -Allah, Allah, Allah…
Sesler uğuldadı.

Bir anda caminin dışına taştı. Yeşil sancak eller üzerinde dışarı çıktı. Kalabalık bir sel gibi, kalenin sırtına doğru tırmanmaya başladı.

Uğultu şehrin her yanını sardı.

97

Kadın, çocuk, ihtiyar, genç bir anda kalenin sırtlarını doldurmuşlardı.

Üsteğmen Cevdet:

-Durun arkadaşlar böyle yapmayın, diyecek oldu. Ya öyle demesi gerektiği içindi ya da söyleyecek başka şey bulamamıştı.

Sırtına bir kama dayandı, ıslık gibi bir ses kulağının dibinde esti:

-Sakın ha üsteğmen, şehit de olmazsın.

Manası da içindeydi ıslık gibi sesin.

Üsteğmen kenara çekildi, jandarmalar da..

Sel gibi kalabalık “Allah… Allah…” sesleri ile kale kapısına dayandılar.

Fransız devriye ve bayrak nöbetçileri, bir anda ne yapacaklarını bilemediler.

Silahlarını kullanmayı akıl bile edemediler.

Kale kapısı açıldı.

Osman Onbaşı, göndere doğru koştu. Biri eğildi kendine sırt verdi.

Onbaşı onun kim olduğunu bilemedi.
Sırt veren de Onbaşıyı tanımadı herhalde.
Onbaşı sancağı çekti.
Sancak hafif esen yelde bir an durakladı, nazlandı. Sonra kendini rüzgarın kollarına bıraktı.
Rıdvan Hoca imam oldu.
Bir kişi ezan okudu.
Cuma namazını kıldılar.

Kalabalık namaz sonrasında da durmadı, hükümet binasına yürüdüler….”