Eve çıkmaya direnmelerim sırasında yeniden annemin feryatları ahu zemini parçalamaya başladı. İşte o zaman sustum. Babamın yanına oturdum, içimden geçen isyan sözcüklerini susturup neler olacağını beklemeye başladım. O gün annem ölmedi ya, bir daha ölmez, diye bitmek bilmeyen umuda kapılmıştım. Hatta çok yıllar sonra annemin hastaneye kaldırıldığı çok çok uzaktayken söylendiğinde, annem çok güçlü kadın, Allah onu öldürmez, diyerek kendimi teselli edivermiştim öldüğünden habersiz.
Öyle değil mi ki, insanın çözemediği, önüne geçemediği tek gerçek ölümdü. Her yaşayan ölür. Her ölen ardında bir film bırakır. Herkes bu filmden alması gerekeni alır. Ölüm radikal bir değişimdir. Ölüm yeni keşiflerin başlangıcıdır. Bilmediğin alemlereyolculuktur. Görmediklerini, görmeye başladığın zamandır. Özlediklerinle buluşmadır. Kendinle yüzleşmedir. Kendi gerçeğini görme vaktidir. Bilmediğin hakikatlere erişme zamanıdır. Hesaba hazırlıktır. Mevlana’nın deyimiyle “sevgiliyle buluşmadır.” “Nasıl yaşarsan öyle ölürsün”; ama ölüm anı da mühimdir. Ya sırtına vurula vurula can verir, ya şaraplar sunula sunulayolculuğa başlarsın.Yaşarken yarinle hoşsan, sevgilinin senin için senden istediklerine uymuşsan, “ey sevgili, en sevgili çağırdın geldim” diyecek cesaretin varsa; yani sıddıklardansan, salihlerdensen, sabikunlardansan, şehidlerdensen tahtını görür, bal-süt karışımı şarabını içer, dualarla, niyazlarla uğurlanır;selamlar ve “hoş geldin”lerle karşılanır makamına kurulursun…
Ölüm, insanın evinden içeri girdiğinde kendisinden başka her şeyi ve herkesi unutturuyor. Her şeyimizin bir olduğu kardeşlerimi, alt katta hepimizin birer evladı gibi olmuş, sevgimizle yaşayan Sarıkız, Karakız, Yumoş, Deli, Mavi, Delioğlan, Pamuk, Kınalı da unutulmuştu. Beton sütrenin üzerinde her şeyi unutmuş, sadece ölümü düşünürken ablam yanıma gelip, “gel ahıra inelim, hayvanlara yem, su verelim, altlarını temizleyelim” deyince, hayatı susturan, kendinden başkasını unutturan ölüme bir meydan okuma fırsatı elime geçmiş gibi ayağa kalktım, “hadi” dedim. Ablam önde ben arkada ahıra indik. Taşıma kablo ile çalışan ışığı yaktık. Hayvanlardaki sevinç naraları doğrusu görülmeye değerdi. İnsan için kâbus olan, yüzleri gerip, psikolojileri sarsan ölüm sancısı alt kata hiç uğramamıştı sanki. Bir tek Karakız huysuzdu. Bir tek Karakız yem istemedi, verilen yeme kafasını uzatmadı, sudan bir damla bile içmedi. Altındaki pisliği temizlemek istedim, yanına yaklaştırmadı. Anlaşılan o ki, sahibinin feryat figanları onu da sarsmış, onu da derin üzüntülere boğmuştu. Bir hafta boyunca hiçbir şey yemedi, içmedi, yanına kimseyi yaklaştırmadı. Altındaki pisliği aldırmadı. Bir hafta sonra Karakız’ın durumunu anneme anlattım. Onca acısını, ıstırabını bir yana koyup çok sevdiği Karakızı’nın yanına indi. Karakız, annemi görünce bağırıp çağırmaya, başını anneme sürtmeye başladı. Annemin önüne koyduğu yemi öyle bir iştahla yedi, öyle bir iştahla yedi ki, annem bir daha, bir daha yem verdi. Bir haftalık açlığını bir saatte dindirdi. Karakız, annemin öldüğü gün ise hayatla tüm bağlarını kopardı. Yemedi, içmedi, yanına kimse yaklaşamadı. Günlerce sabah akşam bağırdı, ağladı. Annemin öldüğünü biliyordu sanki. Birden bire hastalandı. Yaşamak istemiyordu sanki. Annemin öldüğü günün haftasında bir gece yarısı öyle çok bağırdı, öyle çok ağladı ki takattan kesildi. Adeta yalvarıyordu, beni sahibimle buluşturun diye. Karakız’ın bu hali hepimizi tarifsiz kederlere boğdu. Babam gözyaşlarıyla Karakız’ı kestiğinde hayvanın yüzüne mutmain olmuşluk duygusu yüklenivermişti. Karakız’ın annesi, Karakız’ı doğurunca ölmüştü. Babam, Karakız’ın annesinin sahibi, daha 2 günlükken “ben bakamam, ilgilenemem” diyerek Karakız’ı babama vermiş, babam da alıp eve gelmişti. Soğuk bir kış günüydü. Hayvan üşümüştü. Annem Karakız’a sobanın hemen yanında bir yer yaptı. Elleriyle süt verdi. Bütün kış aynı ihtimamla besleyip büyüttü. Karakız’ın kardeşlerimden hiçbir farkı yoktu. DEVAM EDECEK