Teketek Haber

ORTAÇAĞ ARAP KAYNAKLARINA GÖRE MARAŞ

ORTAÇAĞ ARAP KAYNAKLARINA GÖRE MARAŞ
19 Mart 2018 - 22:32

Mustafa ALİCAN*

Giriş

Kuruluş tarihi antik çağlara kadar uzanan Maraş, Doğu Anadolu ve Akdeniz bölgeleri arasında yer alan bir şehrimizdir. Ahır (Âhir) Dağı’nın güneyi boyunca uzanan ve Çakal ya da Şeker ovası olarak da bilinen, Ortaçağ Arap coğrafyacılarının Amîki Maraş (Amîk Arap dilinde ova anlamına gelir) dedikleri Maraş ovasının yukarı kısmında yer almaktadır.[1] Tarih boyunca İran, Suriye ve el-Cezîre bölgelerinden gelip batıya giden yolların düğüm noktasında yer aldığı için bölgede hüküm süren siyasî yapıları cezbeden stratejik bir konumda bulunan Maraş, bu özelliği dolayısıyla sürekli istila tehdidi altında olmuştur. Bu nedenle tarihi boyunca bölgede hâkim olma gayesi güden birçok devlet tarafından defalarca işgal edilmiş, yıkılmış, harap edilmiş, yeniden inşa edilmiştir. Özellikle İslâm tarihi açısından bakıldığında, ortaçağ kaynaklarında şehir ile ilgili pek fazla bilginin bulunmamasının da buraya tarihî karakterini veren söz konusu yıkım ve tahribat ile alakalı olduğu söylenebilir.

Ortaçağ Arap kaynakları, bu dönemde siyasî açıdan bitimsiz bir istikrarsızlık ile malul olduğu görülen Maraş hakkında fazla bilgi ihtiva etmezler. Bununla birlikte, İslâm tarihçiliği açısından erken denilebilecek bir dönemde kaleme alınan metinlerden İslâm tarih yazıcılığını oluşturan sonraki dönemlere ait külliyatın içerisindeki pek çok kaynak eserde şehir ile alakalı çeşitli bilgi kırıntıları yer almaktadır. Bu bakımdan, eserini 8. yüzyılda kaleme alan Halife b. Hayyât ile başlayıp içlerinde Belâzurî, Mesûdî, Taberî, İbn Havkal, İbn Asâkir, Yâkût, Azîmî, İbnü’l-Esîr, İbnü’d-Devadarî ya da Aynî gibi önemlilerinin de bulunduğu birçok müellifin, eserlerinde Maraş’tan söz ettiklerini söyleyebiliriz. Onların az ve pek detaylı olmayan söz konusu kayıtlarından hareketle, bugün İslâmî ortaçağda Maraş’ın konumu ile ilgili belirli bir bakış oluşturabilmekteyiz. Nitekim bu çalışmamızın da söz konusu bu bakışı meydana getiren verilerin derlenerek bir tür tasnif edilmesine matuf olduğunu söyleyebiliriz.

Ortaçağ Arap kaynaklarında yer alan Maraş ile alakalı bilgileri coğrafi ve idarî ya da siyasî nitelikli bilgiler olarak iki başlık altında tasnif etmemiz mümkündür. Öte yandan bu tür bilgiler içerisinde yer alan bazı küçük göndermeler ya da başka maksatlara mebni kayıtçıklar üzerinden birtakım sosyoekonomik çıkarsamalarda da bulunabilmekteyiz. Fakat bir kez daha tekrar etmek gerekirse, klasik şehir anlatımlarında örneğin bir şehrin fiziksel yapısı, mimarî tarihi, orada bulunan fiziksel yapılar ile bunların özellikleri, banîleri, finansörleri, vakıfları vb. meseleler hakkında genellikle detaylı bilgiler veren ortaçağ Arap coğrafyacılarının eserlerinde yer alan şehirle ilgili veriler çok azdır. Bundan dolayı da, Maraş, bir Malatya ya da Diyarbakır gibi, ortaçağı düşünüldüğünde akla dört başı mamur bir tarihlilik gelen şehirlerden değildir. Bir başka şekilde ifade edecek olursak, elimizde bulunan Maraş ortaçağı ile alakalı veriler, bu şehrin tarihî bir yapı olarak zihnimizde yeniden üretilebilmesine yetmemektedir. Zaten başta şehrin yeri olmak üzere Maraş’a dâir birçok meselede ihtilafın bulunması ya da günümüze, tarihin mührü olarak görülebilecek mimarî yapıların kalmış olmaması da buna işaret eder.

Maraş İsmi Ve Şehrin Tarihi Coğrafyası

Evliya Çelebi’nin, Şehnâme’nin efsanevî İran hükümdarı Dahhak dönemine tarihlediği ejderha efsanesi ile ilişkilendirerek sözünü ettiği “Mâr-ı Îş” şeklindeki yakıştırmayı bir kenara bırakacak olursak, şehrin ismi ortaçağ Arapça kaynaklarında “م” (mim), “ر” (ra), “ع” (‘ayn) ve “ش” (şın) harflerinden müteşekkil olup, Yâkût’un yaptığı göndermeye bakılırsa “Mar’aş” şeklinde okunmaktadır.[2] Kelimeyi “Marîş” şeklinde okumak isteyenler de mevcut olmakla birlikte, yaygın ve üzerinde ittifak edilen okuma biçimi “Mar’aş”tır. Bunun yanında “Mar’aş” isminin, Arapça bir fiil olup “titredi” anlamına gelen “رعش” fiili mâzisinden türemiş bir “ismi mekân” sığası olduğu ve “titreme yeri” anlamına geldiği şeklindeki yaygın rivayetin de yine bir yakıştırmadan ibaret olduğunu not etmek gerekir. Halk arasında yaygın olduğu ve bölgedeki çeltik ekimine bağlı olarak görülen bataklıklarla ilişkilendirilen sıtma hastalığının görülmesi ile irtibatlandırıldığı kaydedilen söz konusu yakıştırmanın, Müslümanların İslâm öncesi dönemlere ait isimleri İslâmîleştirme ve Arapçalaştırarak temellük etme geleneklerinin bir yansıması olarak görmek gerekir. Nitekim Maraş isminin söz konusu efsanevî rivayetlerle ilişkili olmadığı bugün açık olarak takip edilebilmektedir.[3]

Maraş isminin, Asur kaynaklarında geçen “Markasi” ismine dayandığı araştırmacılar tarafından genel olarak kabul edilmektedir. Bu isim Roma İmparatoru Caligula’nın bölgede hâkimiyet kurduğu dönemde Germanecia ya da Germanecia Caesaria olarak değiştirilmiş, bu kullanım Bizanslılar döneminde de varlığını devam ettirmiştir. Müslümanlar tarafından Maraş olarak adlandırılan şehir, daha sonraları yeniden Bizanslıların eline geçince onlar tarafından Marassion olarak isimlendirilmiştir. Müslümanlarca fethedildiği dönemden itibaren her zaman Maraş adıyla bilinen şehir, Bizanslıların elinden nihâî olarak çıkıp tam manasıyla bir Türk ve Müslüman şehrine dönüştüğü dönemlerde de aynı şekilde adlandırılmıştır ve bugün de aynı ismi taşımaktadır.[4]

Maraş ismi ile alakalı bu kısa girişten sonra şehrin tarihî coğrafyası hakkında da birkaç söz söylemek gerekmektedir. Kaynaklarımızdaki bilgilerin en açık ve detaylı olan kısımları, şehrin coğrafyası ile ilgili olanlardır.14. yüzyıl müellifi Ebû’l-Fidâ’nın dördüncü iklimde yer aldığını belirttiği Maraş,[5] Arap coğrafyacılarının ekserisine göre Şam beldeleri arasında[6] olup Müslümanlar ile Bizanslılar arasındaki sınırı tarif eden Suğûr bölgesindedir.[7] İslâm devleti ile Bizans İmparatorluğu arasındaki sınır hattı, bilindiği üzere erken dönemlerden itibaren Suğûr olarak adlandırılmaktaydı. Şam bölgesinin kuzey kesimini ihtiva eden ve Tarsus’tan başlayıp Adana, Misis, Maraş ve Malatya üzerinden Fırat nehrine kazar uzanan Suğûr bölgesi ikiye ayrılıyordu. Bunların ilki Suğûru’l-Cezîre olup Malatya’dan Maraş’a kadar uzanan bölgeyi tanımlarken,[8] ikincisi ise Maraş havalisinden Tarsus’a kadar uzanan kısma karşılık gelmekte olan Suğûru’ş-Şâmiyye idi. Bununla birlikte, zaman zaman bu isimlendirmelerin karıştırıldığı da oluyor, kimi zaman Suğûru’l-Cezîre içerisinde gösterilen bir şehir kimi zaman Suğûru’ş-Şâmiyye içerisinde zikredilebiliyordu.[9] Öte yandan yine mesela İstahrî’nin bölgenin tamamı için Suğûru’r-Rûm[10] ya da Bekrî’nin, Maraş’ı içerisine alan bölge için Suğûru’l-Ermeniyye[11] ifadelerini kullandıklarını biliyoruz.[12]

  1. yüzyılda yaşayan Arap coğrafyacısı İbn Hurdazbeh’in ifadesiyle, “daha ötesinde başka Suğûr yerleşimi yer almayıp düşman beldelerinin bulunduğu[13] ve Kudâme b. Cafer’e bakılırsa “tehlikeli bir sınır olup ötesinde düşman şehirlerinin dışında şenlikli yerin bulunmadığı[14] Maraş, Suğûru’ş-Şâmiyye ile Suğûru’l-Cezîre arasında yine Arap coğrafyacılarının “ayırıcı” (fâsıl) dediği[15] bir konumda bulunan ve bir kısmı da Maraş ve Malatya’ya kadar uzanan (İbn Havkal’ın Bilâdı Rûm’a dâhil olduğuna özellikle işaret ettiği)[16] Cebelü’l-Lükkâm’ın[17] kuzeyindeki bir Suğûr şehriydi. Toros dağ silsilesinin en güney kısmını oluşturan ve bugün bir bölümü Amanos ya da Nur Dağları olarak bilinen ve halk arasında Gavur Dağları ismiyle anılan Cebelü’l-Lükkâm’ın ötesindeki Suğûr şehirlerinin de en ucunda yer alıyordu. Maraş’ın üzerinden hiçbir zaman eksik olmayan istikrarsızlık ve buna bağlı olarak ortaya çıkan karışıklıklar da zaten bu durum ile alakalıydı.

 

Siyaset Ve İdare

Ortaçağ Arap kaynaklarında Maraş’da siyaset ve idare bahsi içerisinde ele alacağımız ilk kayıtlar, doğal olarak şehrin fethedilmesi sürecine dâir haberlerdir. Zaten kaynaklarımızda şehrin daha eski dönemi ile ilgili kayıtlar bulunmamaktadır. Maraş’ın Müslümanlar tarafından ele geçirildiği erken döneme dâir ilk haberler Belâzurî, İbnu’l-Adîm ve İbnu’l-Esîr gibi müelliflerin eserlerinde yer almaktadır. Sözü edilen haberlere bakılırsa, Maraş Müslümanlar tarafından ilk kez 16/636-637 yılında Hâlid b. Velîd tarafından fethedilmiştir. Buna göre, İslâm Peygamberi’nin sağlığında cennetle müjdelenen on kişiden (aşerei mübeşşere) biri olup Şam ordularına komutanlık eden Ebû Ubeyde b. Cerrah tarafından bölgeye gönderilen Hâlid, şehirdekilerin canlarına ve mallarına dokunmama ve şehri güven içinde tahliye etmelerine izin verme şartıyla burayı sulh yoluyla almış, ardından da şehrin kalesini yıktırmıştır.[18]

Kronolojik açıdan Maraş’a ait bir sonraki kayıt, 30/650-651 yılına aittir. Belâzurî ve İbnu’l-Adîm’in bildirdiğine göre, bu sene Süfyân b. Avf el-Ğâmidî Bizans ülkesine yaptığı bir gazâ esnasında Maraş bölgesinde bulunmuştu[19]. Bu sıralarda etkisiz durumda olduğu anlaşılan şehir Muâviye döneminde yeniden inşa edilmiş, hatta buraya asker yerleştirilerek bir tür sınır garnizonu haline getirilmişti. Maraş’ın, muhtemelen Bizans topraklarına yapılan düzenli gazâ seferleri için bir üs görevi gördüğü bu süreç çok uzun sürmeyecek, Yezid b. Muâviye’nin ölümünden sonraki süreçte yoğunluk kazanan Bizans saldırıları dolayısıyla Müslümanlar şehri boşaltmak zorunda kalacaklardı.[20]

Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân, iç sorunları çözebilmek için fırsat oluşturmak adına 70/689-690 yılında Bizanslılarla bir barış anlaşması yapmış, Muâviye döneminde Bizanslılarla yapılan ağır şartlara hâvî anlaşma şartları kabul etmişti. Belâzurî’nin, Maraş’ın boşaltılması şartının da var olduğuna işaret ettiği söz konusu anlaşmaya göre,[21] Emevî Halifesi, tıpkı Muâviye döneminde olduğu gibi Bizans İmparatoru’na 356 bin dinar yıllık vergi ödeyecek, 365 savaş esiri ve 365 iyi cins at verecekti.[22] Fakat taraflar arasındaki bu barış anlaşması uzun sürmeyecek, 74/693-694’te Halife’nin oğlu Muhammed b. Mervân tarafından Bizans ülkesine tertip edilen bir gazâ ile hükümsüz hale gelecekti.[23]

Muhammed’in Emevîler ile Bizanslılar arasındaki anlaşmayı bozan gazâsından sonra artan siyasî gerilim, yaklaşık bir yıl sonra düzenlenen yeni bir yaz gazâsı[24] ile doruk noktasına ulaştı. 75/694 yılındaki bu saldırı karşısında Bizanslılar sessiz kalmadılar. Cemâziyelevvel’de (Ağustos/Eylül) Maraş’tan çıkan Bizanslılar ile Müslümanlar, şehrin güneyi boyunca uzanan ovada karşı karşıya geldiler. Ebân b. Velîd b. Ukbe tarafından komuta edilen (Ebân’ın yanında Abdülmelik b. Mervân’ın azatlısı Dinar b. Dinar da vardı) Müslümanlar, Belâzurî’nin oldukça sert geçtiğini kaydettiği çatışmaların ardından düşmanlarını mağlup ettiler. Kaçmaya çalışan Bizanslıların ardından giden ve yakalayabildiklerini esir alan ya da öldüren Müslüman askerleri görkemli bir zafer kazanmışlardı.[25]

Kaynaklardan akıbeti hakkında bir süre bilgi edinemediğimiz Maraş, Emevî Halifesi I. Velîd (705-715) döneminde bir tür çekim merkezi olmaya başlamıştı. Bu dönemde, tarihini tam olarak tespit edemediğimiz bir zamanda Halife’nin oğlu Abbas Maraş’a geldi ve şehri imar ve tahkîm ederek medenîleştirme yoluna gitti. Maraş’ta hatırı sayılır bir iskân faaliyeti gerçekleştirdiği anlaşılan Abbas, burada bir camii inşa ettirmiş ve yine şehrin geliştirilmesine istinaden Kınnesrîn’den Maraş’a her yıl düzenli olarak kuvvet gönderilmesi şeklinde bir karar alınmasını sağlamıştı.[26]

Bir süre boyunca istikrarın hüküm sürmekte olduğu görülen ve Taberî’den, Halife Hişâm’ın oğlu Muâviye’nin 113/731-732 yılında “Rûm beldelerine” gazâ ederken uğradığını ve diğer oğlu Velîd’in de 130/747-748’de çıktığı yaz seferi sırasında kalesini imar ettiğini öğrendiğimiz Maraş ve havalisi,[27] Halife II. Mervân döneminde bir kez daha hareketlendi. Mervân’ın Hımıs’ı muhasara ile meşgul olduğu 129/747 yılına Maraş havalisine saldıran Bizans İmparatoru V. Konstantinos, kısa süreli bir kuşatmanın ardından Maraş’ı ele geçirdi. Bizanslılar ile canlarının bağışlanması ve güven içerisinde şehirden çıkıp gitme karşılığında anlaşan ve bu sırada Kevser b. Züfer el-Kilâbî isimli bir âmilin idaresinde bulunan Maraşlı Müslümanlar aileleri ile birlikte Kınnesrîn askerî mıntıkasına doğru göç ederken, İmparator da şehri yerle bir etmekle meşguldü. Bununla birlikte, İbnu’l-Adîm ve İbn Asâkir’in kayıtlarına bakılırsa Maraşlılara mektup göndererek sabretmelerini söyleyen[28]Mervân Hımıs’a hâkim olarak şehrin surlarını yıktıktan sonra Maraş’ı bir kez daha ele geçirip gönderdiği askerler ile yeniden inşâ ve tahkîm ettirecek, medenî hayatın inkişafı için birçok tedbirler alacaktı. Öte yandan Maraş’ın bu yeni medeniyet hamlesi de uzun sürmeyecek, Emevîlerin yıkılış sürecine girmesi ve İslâm dünyasında ortaya çıkan karışıklıklardan istifade eden Bizans birlikleri Maraş’ı bir kez daha işgal ve harap edeceklerdi.[29]

Abbâsî Halifeliği’nin kuruluş dönemine denk gelen süreçte kaynaklarımızda Maraş ile ilgili pek kayıt bulunmamasından da anlaşılacağı üzere, Abbâsî Halifesi Ebû Cafer el-Mansûr (754-775) dönemine kadar şehir muhtemelen Bizanslıların kontrolü altında bulunan sahada ve atıl bir halde kaldı. Bununla birlikte Ebû Mansûr’un dönemi, Maraş şehri açısından neredeyse bir dönüm noktası oldu. Halife’nin bu iş için özel olarak görevlendirdiği Salih b. Ali, Maraş’a gelerek şehri adeta yeniden inşâ etmiş, tahkîm ederek güçlü bir duruma getirdiği Maraş’a davet ettiği insanlarla bir yandan buranın nüfusunu arttırırken, diğer yandan da bölgenin vergi gelirlerini yükseltme gayreti içerisinde olmuştu. Yine Abbâsî Hilafeti’ne Mehdî’nin (775-785) geçmesi de Maraş’ın medenî gelişimi açısından yeni bir eşik oldu.[30] Halife Mehdî döneminde, Belâzurî’nin ifadesiyle “şahnesi zâde, halkı kavî[31] olan Maraş, daha müstahkem ve korunaklı bir kaleye sahip olmuştu. Öyle ki, Maraş’ın güvenli bir üs haline geldiği bu dönemde Bizans topraklarına düzenlenen yaz ve kış gazâları muntazaman devam ettiriliyor ve Maraş’ın sahip olduğu önem giderek artıyordu. Nitekim 161/777-778 ve 162/778-779 yıllarında sırasıyla Sümâme b. Velîd, Hasan b. Kahtabe ve Abdülkebîr b. Abdullah gibi gazâ önderlerinin tertip ettiği akınlara karşı tedbir almaya çalışan Bizanslılar, ısrarla Ali b. İsa’nın idaresi altındaki Maraş’ı ele geçirmeye çalışıyorlardı.[32]

Bu dönemde kayıtlara geçen bir hadise bahse değerdir. Belâzurî tarafından nakledilen ve İbnu’l-Adîm’in de tekrar ettiği kayıtlara göre, Bizanslıların ısrarla Maraş’ı ele geçirmeye çalıştıkları bu dönemde, Bizanslılar Maraş ovasında Müslüman halkı katledip yağma ve tahribatlarda bulunduktan sonra, muhtemeldir ki Ali b. İsa’nın oğlu olan İsa b. Ali’nin idaresi altında bulunan Maraş’a da saldırmışlardı. Fakat gazâ seferine çıkmış olan Ali bu sırada Maraş’ta değildi ve şehirde Bizanslılar karşısında durabilecek çok fazla asker bulunmuyordu. Bu duruma karşılık İsa’nın azatlıları şehir halkını ve kadın savaşçıları düşmanla savaşmak üzere teşkilatlandırdılar. Kadın savaşçıların surlardan attıkları oklarla geri püskürtülen Bizans birlikleri, yine İsa’nın azatları tarafından düzenlenen vurkaç taktikli saldırılarda epeyce kayıp vermiş, bu sırada sekiz azatlı da şehit olmuştu. Netice itibarıyla Bizanslılar Maraş’ı muhasara etmeye devam etseler de şehri ele geçirememiş, Maraş önlerinden ayrılıp Ceyhan taraflarına gitmişlerdi.[33]

  1. yüzyılın son çeyreğinde geçen menkûl hadiselerden sonra Müslümanların idaresinde oldukça istikrarlı bir dönem yaşadığı görülen Maraş, bu dönemde de Bizans saldırılarından masun değildi. Örneğin Halife Harun Reşîd’in Maraş idaresine Saîd b. Silm b. Kutebye’yi tayin ettiği 191/806-807 senesinde Maraş’ı hedef alan başarısız Bizans saldırısını[34] bu çerçeve içerisinde değerlendirebiliriz. Bununla birlikte, söz konusu saldırıdan sonraki dönemde uzun süre boyunca Maraş ile alakalı bir kayda rastlamıyor olmamız, bölgenin bir tür sükûnet devri içerisinde olduğunu gösterebilir. Öte yandan 268/881-882 yılında gerçekleştirdikleri Malatya saldırısında başarılı olamamaları Maraş ve Hades’ten gelen yardıma bağlanan Bizanslılar,[35] Maraş’ı ele geçirme arzusundan hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Nitekim 282/895 yılının Muharrem’inde (Mart) gerçekleştirdikleri saldırıda istediklerini elde edemeyip yalnızca şehrin çevresini yağmalamakla yetinen Bizanslılar,[36] tam on yıl sonra, 292/904 yılı Muharrem’inde (Kasım-Aralık) gerçekleştirdikleri kanlı ve acımasız saldırı sonucunda Maraş’ı işgal ederek amaçlarına ulaşacaklardı.[37]

Maraş’ın Bizans işgalinden sonraki tarihi, siyasî istikrarsızlığın kronik bir hale geldiği bir tarih olarak tarif edilebilir. Azîmî’nin, Bizanslıların Maraş bölgesine geldiğine işaret ettiği 303/915-916 yılında[38] bölgede siyasî bir aktör olarak temâyüz etmeye başlayan Ermenilerce ele geçirildiği görülen Maraş,[39] 337/948-949 yılında Hamdânî Emiri Seyfüddevle’yi ağır bir hezimete uğratan Bizanslılar tarafından zapt edilmiş,[40] buna karşılık 341/952’de Hamdânîler şehri ele geçirseler de, 351/962 yılının Nisan-Mayıs aylarında burası Dülûk ve Ra’bân ile birlikte yine Bizans hâkimiyetine geçmiştir.[41]Bu tarihten sonra uzun süre kaynaklarda kendisine yer bulamayan ve bölgede etkili olmaya başlayan Haçlıların yanında muhtemelen Bizans merkezî idaresinin Türk karşıtı bir savunma hattı oluşturmak maksadıyla Ermenilerle iskân ettiği Maraş, başta Reşîdeddîn Fazlallah olmak üzere İranlı müellifler tarafından nakledilen bir rivâyete göre Malazgirt Savaşı’ndan sonra Sultan Alparslan tarafından Emir Çavuldur isimli bir beye verilmişti.[42]

Ortaçağ Arap kaynaklarında yer alan kayıtlar üzerinden, İslâmî fetihten Türklerin bu bölgeye gelişine kadar takip edebileceğimiz bir kronoloji hattı oluşturabilmemize rağmen, bundan sonrası için aynı şey geçerli değildir. 11. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Maraş ile ilgili kayıtlar giderek daha da seyrekleşmekte, yalnızca bazı önemli addedilebilecek olaylara münhasır bir konuma kaymaktadır. Kuşkusuz sözü edilen dönemler için başka kaynaklardan veri elde etmek ve Maraş tarihini daha eksiksiz bir biçimde kurmak mümkündür, fakat böyle bir çalışma bizim konumuzun dışında kaldığı için biz yalnızca sonraki dönemlere ait kayıtlara birkaç temasta bulunarak bu bahsi kapatacağız.

  1. yüzyılın sonu ile 12. yüzyılın başından itibaren başlayan dönem hakkında Arapça kaynak metinlere girmiş olan kayıtların bir kısmı Türkiye Selçukluları, bir kısmı Zengîler, Eyyûbîlerve Memlûkler, bir kısmı da Ermenilerle ilgilidir. Bu çerçevede 486/1075-1076’da Sultan Kılıçarslan ile Dânişmendlilerin Maraş havalisindeki faaliyetleri,[43] 508/1114-1115’te Maraş ve çevresindeki bazı yerlerin Selçuklu emiri Aksungur el-Porsûkî’ye itaatleri,[44] Zengî hükümdarı Nureddîn Mahmud’un kendisine sığınan Dânişmendli Emir Zünnûn’un etkisiyle 568/1173 yılı yazında Selçuklu topraklarına girerek Maraş, Göksun, Merzuban ve Behesni’yi ele geçirip Maraş’ı kendi hizmetindeki Ermeni Leon’un oğlu Mleh’e bırakması,[45]605/1208-1209 yılına gelindiğinde Selçuklu Sultanı Gıyâseddîn Keyhüsrev’in Mleh üzerine bir sefer tertip ederek Maraş ve havalisinde yağmalarda bulunduktan sonra Konya’ya dönmesi,[46] 613/1216-1217 yılında Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus ile Halep Eyyûbî Meliki Zâhir’in Ermeni Leon’a karşı ittifak edip Maraş havalisine yürüyerek yağma ve tahribat faaliyetlerinde bulunmaları,[47] 656/1258’te Ermenilerin Maraş’ı Selçukluların tayin ettiği nâiblerin elinden alması,[48]670/1271-1272, 673/1274-1275 ve 689/1290-1291 yıllarında Memlûklerin Moğollar ile mücadeleleri sırasında Maraş bölgesindeki faaliyetleri gibi konular hakkında kısa değiniler yer almaktadır.[49]

 

Sosyoekonomik Veriler

Genel manada Maraş’ın tarihî coğrafyası ve siyasî serencamı hakkında hâvî oldukları bilgileri derlediğimiz ortaçağ Arap kaynaklarında, zaten az olan siyasî kayıtlardan da az olan şehrin sosyal, ekonomik, kültürel ve mimarî geçmişi hakkında da bilgi bulunmaktadır. Buna göre, tıpkı bir rivâyete göre beş,[50] bir başka rivâyete göre ise sekiz[51] fersahlık mesafede olan komşusu Hades gibi küçük ve güzel bir şehir olan Maraş’ta bol su olması münasebetiyle ekinler, ağaçlar ve zirâî ürünler çoktur.[52] Bedreddîn Aynî’nin kayıtlarına bakılırsa, Nureddîn Mahmud’un Maraş havalisine geldiği sırada yanında bulunan ve Dımaşk’taki bir arkadaşına seyahat izlenimlerini aktarmak maksadıyla mektup yazan Ammâd isimli zatın “burada mişmiş zamanıdır” mealindeki ifadeleri, 12. yüzyılda bölgede kayısı yetiştirildiğini göstermektedir.[53] Bunun dışında, kaynaklarımızda Maraş ovasında ne tür meyve ve sebzelerin yetiştirilmekte olduğuna dâir spesifik denilebilecek bir bilgi ile karşılaşmadık. Fakat geleneksel ve bölgeye özgü ürünlerin yetiştirildiğini söylemekte bir sakınca yoktur.

Ortaçağda Maraş sosyoekonomisi başlığı altında değerlendirilmesi mümkün olan bir başka veri, şehrin kalesi hakkındadır. İbnu’l-Adîm tarafından “aşılmaz bir kalesi olan mamur bir şehir[54] olarak tarif edilen ve ilk kez Selevkos hükümdarı tarafından bina edildiği rivâyet edilen Maraş,[55] siyasî meselelerle alakalı kayıtlarda sıkça zikredildiği gibi, pek çok kez imar ve inşâ edilen bir kaleye sahipti. 13. asır müellifi Yâkût’un Mervân b. Muhammed tarafından yaptırıldığını ifade ettiği kale, bânîsinin ismine atıfla Mervânî olarak biliniyordu ve etrafı iki sur ve bir hendek ile çevriliydi. Kale Abbâsî Halifesi Hârun er-Reşîd döneminde yenilenmiş idi.[56] Şehrin, Yâkût tarafından esasen bir başka yerleşim yeri olan Hâruniyye ile karıştırarak Hâruniyye adıyla anılan bir rabadı da vardı[57] ve bu haliyle Maraş, özellikle de siyasî istikrar dönemlerinde nüfusun artış göstermesine uygun bir biçime sahipti. Müslümanlar ile Bizans arasındaki bitmez tükenmez mücadeleler esnasında defalarca harap edilen şehir yine defalarca imar ve inşâ edilmişti. Bu noktada bir hususa daha işaret etmek gerekir ki, şehrin harap olması yalnızca askerî saldırılar neticesinde değil, bazen doğal afetler sonucunda da gerçekleşmiştir ki, 508/1114-1115’de gerçekleşen ve rivayete bakılırsa “Maraş ve Sümeysat’ın yerin dibine geçmesine” neden olan, binlerce insanın hayatını kaybettiği büyük zelzeleyi bu minvalde gerçekleşen afetler içerisinde sayabiliriz.[58] Kuşkusuz şehrin imarının bazen bu tür afetlere mebnî olduğu da bir gerçektir. Sözü edilen bu imar ve inşâ girişimlerinin en önemlilerinden birisi de Hamdânî Emiri Seyfüddevle b. Hamdân tarafından gerçekleştirilmişti. Bizanslıların bütün engelleme çabaları ve sabotaj girişimlerine rağmen Maraş’ı yeniden kuran Seyfüddevle, şehri dillere destan bir güzellikte inşâ etmişti. Nitekim devrin meşhur şairlerinden Mütenebbî tarafından kaleme alınan ve İbnu’l-Adîm’in eserine derc etmiş olduğu şehrin imarını konu edinen şiir de bu duruma şahitlik etmektedir.[59] Öte yandan Selçuklu Sultanı Kılıçarslan’ın Maraş’a hâkim olduktan sonra şehri güzelleştirdiği ile alakalı bir kaydı da buraya not düşmek gerekir.[60]

Bu bahis içerisinde zikredilebilecek son bir husus da Maraş’ın sosyal yapısına dâir kayıtlardır. Öncelikle şu hususu belirtmek gerekir ki, ortaçağda Maraş şehrinin etnik kimliğine dâir bir saptama yapılabilmesini ya da şehrin sosyolojik yapısının tarif edilmesini sağlayacak herhangi bir bilgi mevcut değildir. Elimizde bulunan kayıtlar, bize, sosyal veri olarak yalnızca Maraş’ta yaşayan insanların temel uğraş olarak gazâ ve cihâd ile meşgul oldukları, buna bağlı olarak da geçimlerini yağma faaliyetleri ile devam ettirdikleri bilgisini vermektedir.[61] Bu bilgi ise Maraş’ın ortaçağdaki sosyolojik karakterini okuyabilmek için yeterli sayılabilir. Şehrin siyasî istikrarsızlık kariyeri ve örneğin, mimarî açıdan kalıcı değerler üretememiş olmasıyla birlikte ele alındığında, Maraş’ta toplumsal yapının esnek ve devingen olduğu, bir anlamda geleneksel yerleşik kültür değerleri üretme açısından yeterli altyapıya sahip olmadığı gibi bir sonuca ulaşılabilir. Bugün Maraş’ın tarihsel zenginlikleri olarak ele alınması mümkün olan eserler arasında, özellikle İslâmî dönemde Dulkadiroğullarından geriye gidilemiyor olması da bu yargıya delil olarak görülebilir. Fakat burada, Abbâsî çağındaki istikrar evresinde olduğu gibi, huzur dönemlerinde Maraş şehrinden ilim, irfan ve ibadet ehli kimselerin zuhur ettiğini de belirtmeden geçmemek gerekir. Bu minvalde ismi zikredilebilecek olan isimlerin başında ise 207/822-823 senesinde vefat eden Huzeyfe b. Katâde el-Mar’aşî gelmektedir. İbadetlere olan düşkünlüğü ile bilinen ve kendisinden çeşitli rivâyetler aktardığı meşhur sûfî Süfyân-ı Sevrî ile kurmuş olduğu dostluğu ile öne çıkan Huzeyfe el-Mar’aşî hakkında İbnu’l-Adîm’de birçok menkabe nakledilmektedir. Hakkında, halk arasında on dirhem ile hacca gidip geldiği yönünde rivâyetlerin dolaştığını bildiğimiz Huzeyfe’ye izafe edilen şu söz, onun hayata karşı tutumunu da gözler önüne sermektedir: “Kırk yıldan beri terk etmeyip de nefsime ayırdığım bir şey yoktur.[62]

Sonuç

Suğûr bölgesinin en uç kesiminde yer alan Maraş, İslâm coğrafyası ile Bizans Devleti arasındaki istikrarsız coğrafyada bulunması münasebetiyle İslâmî ortaçağın talihsiz şehirleri arasındadır. Sık sık istila edilme, tahribata maruz kalma, yakılma, yıkılma ve yeniden imar ve inşâ edilme süreçlerine maruz kalan şehir ile ilgili tarihî kayıtlar da bu duruma mütenasip bir şekilde kısıtlıdır. Özellikle tebliğimizin konusunu teşkil eden ortaçağ Arap kaynaklarında yer alan bilgiler açısından bakıldığında, Maraş’ın sözü edilen devirlerde varla yok arası bir yer, sivil bir yerleşimden ziyade askerî bir üs bölgesi olduğu değerlendirilebilir. Türklerin bu bölgeye geldiği 11. yüzyıla kadar Arapça kaynaklarda bulunan verilerle de desteklenebilen söz konusu durum, özellikle Moğol istilasından sonraki süreçte Anadolu’nun tam manasıyla Türkleşmesi ve İslâmlaşması ile birlikte şehrin gerçek bir “tarih nesnesi” haline dönüşmesinde de görülmektedir.

Sonuç olarak denilebilir ki, bir sınır şehri ve garnizon nitelikli yerleşim olduğu sürece tarihte pek iz bırakmadığı görülen Maraş, “iç şehir” haline dönüştükten sonra gerçek bir şehir hüviyetini kazanmış, gerek mimarî yapıları gerekse sosyolojik yapısının kavuştuğu yeni ve köklü biçim ile bölgenin en önemli yerleşimlerinden biri haline gelmiştir.

 

KAYNAKÇA

Abu’l-Farac, Gregory (Bar Hebraeus), Abu’l-Farac Tarihi, I-II, İngilizce çev. Ernest A. Wallis Budge, Türkçe çev. Ömer Riza Doğrul, TTK, Ankara 1999.

Anonim, Hudûdu’l-Âlem Mine’l-Meşrik İle’l-Meğrib, yay. haz. Yûsuf el-Hâdî, Kahire 1999.

Apak, Âdem, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, 3 (Emevîler Dönemi), Ensar Neşriyat, İstanbul 2010.

Atvan, Hüseyin, el-Cuğrâfiyyetü’t-Târihiyyetü’l-Bilâdi’ş-Şâm fî Asri’l-Emevî, Beyrut 1987.

Avcı, Casim, “Sugûr,” DİA, XXXVII, Ankara 2009, s. 473-474.

Azîmî, Târîhu Haleb, nşr. İbrahim Ze’rûr, Dımaşk 1984.

Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-Fikra fî Târîhi’l-Hicra, thk. Donald S. Richards, Beyrut 1998.

Bekrî, Mu’cem Ma’ste’cem Min Esmâi’l-Biladi ve’l-Mevâzı’, Beyrut tarihsiz.

Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, thk. Abdullah E. et-Tabbâ’, Beyrut 1987.

Darkot, Besim, “Maraş,” İA, VII, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, s. 310-315.

Ebû’l-Fidâ, Takvîmu’l-Buldân, nşr. M. Reinaud, Beyrut 1840.

el-Antâkî, Yahya b. Saîd, Târîh, nşr. L. Cheikho, B. Carra de Vaux, H. Zayyat, Louvain 1954.

el-Ayni, Bedreddin Mahmud, İkdu’l-Cumân Fî Târihi’z-Zaman, I, III, nşr. Mahmud Razak Mahmud, Kahire 2007, 2010.

Ersan, Mehmet, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK, Ankara 2007.

Grousset, René, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, çev. Sosi Dolanoğlu, Aras Yayıncılık, İstanbul 2006.

Gündüz, Tufan, “Kahramanmaraş,” DİA, XXIV, Ankara 2001, s. 192-195.

Halife b. Hayyât, Târîhu Halife b. Hayyât, çev. Abdulhalik Bakır, Ankara 2001.

Honigmann, E., “Maraş,” İA, VII, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, s. 312-315.

Honigmann, E.,“Mar’ash,” EI, VI, Leiden 1191, s. 505-508.

İbn Asâkir, Tarihi Medîneti Dımaşk, LV, LVII, XIX, thk. Ömer b. Garâme el-Ömerî, Beyrut 1997.

İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-‘Ayân, V, nşr. İhsan Abbas, Beyrut tarihsiz.

İbn Havkal, Suretu’l-Arz, Beyrut 1992.

İbn Hurdazbeh, el-Mesâlik ve’l-Memâlîk, nşr. M. J. De Goeje, Leiden 1889.

İbn Rusteh, Kitâbu’l-Alâku’n-Nefîse, çev. Yusuf Ziya Yörükân, (Ortaçağ Müslüman Coğrafyacılarından Seçmeler), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2013.

İbnu’d-Devadarî, Kenzu’d-Dürer ve Câmiu’l-Ğurer, I, nşr. Selahuddin el-Munecced, Kahire 1961.

İbnu’l-Adîm, Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut tarihsiz.

İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Târîh, II, IV, VII, IX, thk. Ebî’l-Fidâ Abdullah el-Kâdî, Beyrut 1987, 2003.

İbnu’l-Kalanisi, Zeyl Târîhu Dimaşk, Beyrut 1908.

İbnü’l-Verdî, Bir Ortaçağ Şairinin Kaleminden Selçuklular (İbnü’l-Verdî Tarihi’nde Bulunan Selçuklularla İlgili Kayıtlar), çev. ve yay. haz. Mustafa Alican, Kesit Yayınları, İstanbul 2014.

İstahrî, Kitâb Memâlîku’l-Mesâlik, nşr. M. J. De Goeje, Leiden 1927.

Kudâme b. Cafer, Kitâbu’l-Harâc, çev. Yusuf Ziya Yörükân (Ortaçağ Müslüman Coğrafyacılarından Seçmeler), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2013.

Makdisî, Ahsenu’t-Tekâsim fî Ma’rifeti’l-Ekâlîm, Leiden 1877.

Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev. Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurer, Halil Yinanç (çev.), TTK, Ankara 2000.

Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d-Düvel, Selçuklular Tarihi II, Anadolu Selçukluları ve Beylikler, Yay. Haz. Ali Öngül, Akademi Kitabevi, İzmir 2001.

Reşîdü’d-Dîn Fazlullah, Camiü’t-Tevârih (Selçuklu Devleti), çev. Erkan Göksu, H. Hüseyin Güneş, Selenge Yayınları, İstanbul 2011.

Sevim, Ali, Anadolu’nun Fethi, Selçuklular Dönemi, TTK, Ankara 2000.

Taberî, Târîhu’t-Taberî, VI, VII, VIII, IX, XI, thk. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Kahire 1964, 1967, 1969, 1971.

Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2004.

Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, V, Beyrut 1977.

Yıldız, Hakkı Dursun, İslâmiyet ve Türkler, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Avâsım,” DİA, IV, Ankara 1991, s. 111-112.

Yinanç, Mükrimin Halil, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, I, Yay. Haz. Refet Yinanç, TTK, Ankara 2013.

* Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi Tarih Bölümü.

[1] Şehrin coğrafi konumu ile ilgili olarak bkz.E. Honigmann, “Mar’ash,” EI, VI, Leiden 1191, s. 505; Besim Darkot, “Maraş,” İA, VII, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, s. 310-311; Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK, Ankara 2007, s. 36; Tufan Gündüz, “Kahramanmaraş,” DİA, XXIV, Ankara 2001, s. 192.

[2] Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, V, Beyrut 1977, s. 107.

[3] Maraş ismi ile ilgili olarak bkz. E. Honigmann, “Maraş,” İA, VII, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, s. 313; Tufan Gündüz, “Kahramanmaraş,” DİA, XXIV, Ankara 2001, s. 192.

[4] Honigmann, “Maraş,” s. 313; Gündüz, “Kahramanmaraş,” s. 192.

[5] Ebû’l-Fidâ, Takvîmu’l-Buldân, nşr. M. Reinaud, Beyrut 1840, s. 262.

[6] İstahrî, Kitâb Memâlîku’l-Mesâlik, nşr. M. J. De Goeje, Leiden 1927, s. 55; Takvîmu’l-Buldân, 225; Makdisî, Ahsenu’t-Tekâsim fî Ma’rifeti’l-Ekâlîm, Leiden 1877, s. 154.

[7] İstahrî, s. 55; İbn Hurdazbeh, el-Mesâlik ve’l-Memâlîk, nşr. M. J. De Goeje, Leiden 1889, s. 97, 253; Bekrî, Mu’cem Ma’ste’cem Min Esmâi’l-Biladi ve’l-Mevâzı’, Beyrut tarihsiz, s. 756, 934; Yâkût, V, s. 107; İbnu’l-Adîm, Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut tarihsiz, s. 234; İbn Rusteh, Kitâbu’l-Alâku’n-Nefîse,çev. Yusuf Ziya Yörükân, (Ortaçağ Müslüman Coğrafyacılarından Seçmeler), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2013, s. 169. Suğûr bölgesi ile ilgili olarak bkz. Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, I, Yay. Haz. Refet Yinanç, TTK, Ankara 2013, s. 21, 26-27; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980, s. 57.

[8] İbn Havkal, Suretu’l-Arz, Beyrut 1992, s. 153; İbn Hurdazbeh, s. 97, 253; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 234.

[9] İstahrî, s. 55.

[10] İstahrî, s. 55.

[11] Bekrî, s. 1215.

[12] Suğûr ve Avâsım bölgeleri ve bu bölgelerde bulunan şehirler ile ilgili olarak bkz. Hakkı Dursun Yıldız, “Avâsım,” DİA, IV, Ankara 1991, s. 111-112; Hüseyin Atvan, el-Cuğrâfiyyetü’t-Târihiyyetü’l-Bilâdi’ş-Şâm fî Asri’l-Emevî, Beyrut 1987, s. 68-69; Casim Avcı, “Sugûr,” DİA, XXXVII, Ankara 2009, s. 473-474.

[13] İbn Hurdazbeh, s. 216.

[14] Kudâme b. Cafer, Kitâbu’l-Harâc, çev. Yusuf Ziya Yörükân (Ortaçağ Müslüman Coğrafyacılarından Seçmeler), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2013, s. 257.

[15] İbn Havkal, s. 154; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 234; İbnu’d-Devadarî, I, s. 151.

[16] İbn Havkal, s. 154.

[17]Cebelü’l-Lükkâm ile alakalı detaylı bir tasvir için bakınız: İbn Havkal, s. 154-157; İbnu’d-Devadarî, Kenzu’d-Dürer ve Câmiu’l-Ğurer, I, nşr. Selahuddin el-Munecced, Kahire 1961, s. 151-152.

[18] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, thk. Abdullah E. et-Tabbâ’, Beyrut 1987, s. 265; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 235; İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Târîh, II, thk. Ebî’l-Fidâ Abdullah el-Kâdî, Beyrut 1987, s. 344.

[19] Belâzurî, s. 265; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 235.

[20] Belâzurî, s. 265; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 235.

[21] Belâzurî, s. 265.

[22] Âdem Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, 3 (Emevîler Dönemi), Ensar Neşriyat, İstanbul 2010, s. 134.

[23] Belâzurî, s. 266.

[24] Belâzurî, s. 266; Taberî, Târîhu’t-Taberî, VI, thk. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Kahire 1964, s. 202; İbnu’l-Esîr, IV, s. 138; İbn Asâkir, Tarihi Medîneti Dımaşk, LV, thk. Ömer b. Garâme el-Ömerî, Beyrut 1997, s. 240.

[25] Halife b. Hayyât, Târîhu Halife b. Hayyât, çev. Abdulhalik Bakır, Ankara 2001, s. 328; Belâzurî, s. 266; İbnu’l-Esîr, IV, s. 138; İbn Asâkir, LV, s. 240.

[26] Belâzurî, s. 266; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 236.

[27] Taberî, VII, s. 88, 401.

[28] Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 3953; İbn Asâkir, XIX, Beyrut 1995, s. 247.

[29] Belâzurî, s. 266; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 236.

[30] Belâzurî, s. 266.

[31] Belâzurî, s. 266; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 236.

[32] Belâzurî, s. 267; Taberî, VIII, s. 136; Azîmî, Târîhu Haleb, nşr. İbrahim Ze’rûr, Dımaşk 1984, s. 228-229.

[33] Belâzurî, s. 267; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 236.

[34] Taberî, VIII, s. 324.

[35] Taberî, IX, s. 612.

[36]Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 1183-1184; Azîmî, s. 275.

[37] Taberî, X, s. 118, 120.

[38] Azîmî, s. 280. Krş. Gregory Abu’l-Farac (Bar Hebraeus), Abu’l-Farac Tarihi, I, İngilizce çev. Ernest A. Wallis Budge, Türkçe çev. Ömer Riza Doğrul, TTK, Ankara 1999, s. 248.

[39] Ermenilerin bölgede nüfus yoğunluğu elde etmeleri ile alakalı olarak bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2004, s. 97.

[40] Taberî, XI, s. 367; İbnu’l-Esîr, VII, s. 229; Abu’l-Farac I, s. 358. Krş. Yinanç, Türkiye Tarihi, I, s. 24; René Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, çev. Sosi Dolanoğlu, Aras Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 468.

[41]Yahya b. Saîd el-Antâkî, Târîh, nşr. L. Cheikho, B. Carra de Vaux, H. Zayyat, Louvain 1954, s. 97. Krş. Grousset, s. 479.

[42] Reşîdü’d-Dîn Fazlullah, Camiü’t-Tevârih (Selçuklu Devleti), çev. Erkan Göksu, H. Hüseyin Güneş, Selenge Yayınları, İstanbul 2011, s. 118. Krş. Yinanç, Türkiye Tarihi, I, s. 69; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 118, 141.

[43] İbnu’l-Kalanisi, Zeyl Târîhu Dimaşk, Beyrut 1908, s. 143.

[44] İbn Asâkir, LVII, s. 119; İbnu’l-Esîr, IX, s. 153.

[45] İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-‘Ayân, V, nşr. İhsan Abbas, Beyrut tarihsiz, 185; Bedreddin Mahmud el-Ayni, İkdu’l-Cumân Fî Târihi’z-Zaman, I, nşr. Mahmud Razak Mahmud, Kahire 2010, s. 106, 108, 147; İbnü’l-Verdî, Bir Ortaçağ Şairinin Kaleminden Selçuklular (İbnü’l-Verdî Tarihi’nde Bulunan Selçuklularla İlgili Kayıtlar), çev. ve yay. haz. Mustafa Alican, Kesit Yayınları, İstanbul 2014, s. 99; Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d-Düvel, Selçuklular Tarihi II, Anadolu Selçukluları ve Beylikler, Yay. Haz. Ali Öngül, Akademi Kitabevi, İzmir 2001, s. 20. Krş. Yinanç, Türkiye Tarihi, I, s. 301-302; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 229; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi, Selçuklular Dönemi, TTK, Ankara 2000, s. 148.

[46] Ayni, III, s. 223; Müneccimbaşı II, s. 38-39; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 308.

[47] İbnu’d-Devâdârî, VII, s. 184. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 333-335.

[48] Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 235.

[49] İbnu’d-Devâdârî, VIII, s. 164, 300; Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-Fikra fî Târîhi’l-Hicra, thk. Donald S. Richards, Beyrut 1998, s. 133, 144.

[50] İbn Hurdazbeh, s. 216.

[51]Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 235.

[52] İstahrî, 62-63; İbn Havkal, s. 166-167; Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 235; Anonim, Hudûdu’l-Âlem Mine’l-Meşrik İle’l-Meğrib, yay. haz. Yûsuf el-Hâdî, Kahire 1999, s. 128.

[53] Aynî, I, s. 107.

[54]Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 235.

[55] Abu’l-Farac I, s. 110.

[56]İbn Havkal, s. 167; Yâkût, V, 107.

[57] Yâkût, V, 107.

[58]İbnu’d-Devâdârî, VI, s. 477; Abu’l-Farac, II, s. 354. Krş. Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev. Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurer, Halil Yinanç (çev.), TTK, Ankara 2000, s. 256.

[59]Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 237.

[60] Yâkût, V, 107.

[61] İbn Havkal, s. 167.

[62]Buğyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 235, 2145-2147.