İkinci Dünya Harbi dolayısıyla Balkanlı gazeteciler arasında Fransa’ya giden Türk gazetecilerden Celalettin Ezine’nin 22.02.1940 tarihli “Magino İstihkamlarında” adlı seri yazılarında “Cephede Gece Yemeğinden Maraş Müdafaasına” başlıklı yazısının, konumuzla ilgili satırlarını tarih öğretmeni merhum Adil Bağdatlı’nın Uzunoluk isimli eserinden nakledelim:
…Binbaşı Malye:
– Sizden büyük bir ricam var, dedi.
– Hayrola Binbaşım?
– Biliyorum, çok yorgunsunuz, iki günden beri ayaküstündesiniz, ben de sizinkinden farklı vaziyette değilim. Fakat fırka, şerefinize bir gece yemeği tertip etmiş. Tiyatronun artistleri de gelecekmiş. Reddetmek ayıp olurdu, ben de sizin namınıza kabul ettim.
Dört muazzam masa. Etrafında 18. Fırka Erkanı Harbiyesi, cüz’ü tamların bütün zabitleri. Tiyatrodan dönen kadınlı erkekli bütün artistler. Ve biz Balkan Matbuatı. Yine çeşit çeşit yemekler… karnım o kadar tok ki, bu muhteşem ziyafet sofrasına bir nazar atmaya bile tahammülüm yok. Fakat peşimi bir türlü bırakmayan o candan dost Yüzbaşı Walter mütemadiyen ısrar ediyor.
– Yiyeceksin, içeceksin… diye.
Sağımda Binbaşı Clavyer var. O da ihtiyat zabiti. Tuhaf Marsilya hikâyeleri anlatıyor. Ben de Büyük Nasreddin’imizin fıkralarını naklettim. Diğer masada oturan doktor kaymakam sözlerimi işitmiş olacak ki, yanımıza yaklaştı.
– Nasreddin Hocanın fıkralarını Suriye’de iken dinlemiştim, ne harikulade şeylerdi onlar, dedi. Almanların meşhur Tül Eulenspigel’inin bizim Marsilyalı Marius’ümüzün mizahı ne kadar cansız kalır, onun yanında. Fakat ben, size Türklerin, bizim hepimizin fevkinden başka bir meziyetlerini anlatacağım; kahramanlık ve vatanseverliği ile… Maraş’tan bahsetmek istiyorum. Çünkü bizzat orada idim. Termopilelleri okuduk, Arcole köprüsünün destanını biliriz. Verdum kalesi düşmanın yaylım ateşi altında kan rengine bulanırken ben orada idim. Fakat hiçbiri sizin Maraş müdafaası ile kıyas edilemez. Umumi harbin sonu idi. Topunuz, tüfeğiniz yoktu. Fakat derme çatma kuvvetlerden teşkil ettiğiniz kıtalar ve şehrin ahalisi dünyanın en muazzam ve galip ordusuna, bize karşı koydular. Kolsuz yaralıların, silahlarının namlularını dişleri ile sıktıklarını, kadınlarınızın omuzlarında cephane taşıdıklarını gördüm. Akıllara sığmazdı bu… İnsan hafsalası ve mantık denilen şeylerin saçmalığına o gün şahit oldum. Orda takdiği ve kitaplarda okuduğumuz Sevk-ül Ceyş kanunlarını Maraş’ın önünde iflas ettiler. Tarihin askeri ananeleri, erkanı harplerin fenni planları Maraş’ın önünde durdu ve ilerleyemedi. Bilir misiniz, bu şecaat menkıbesini ancak bu gece etrafıyla anlatabilmek bana müyesser oldu. siz Türksünüz, bu cesaret sahnelerini tabii bulursunuz. Tarihiniz böyle yüzlerce hadiselerle doludurç fakat sade mantık, fen, plan ve projeye inanan biz garplılara bunu izah edebilmek ne mümkün. “20. yüzyılda böyle şey olmaz. Söylediğiniz insanlar daha yeryüzüne gelmemiştir” diye inanmazlar ve beni de hayalperestlikle itham ederler. Majino, Zigfrid, Tahtalbahirler, Tayyare bombaları… Evet, bunların hepsi güzel. Fakat bu azmetmiş iradelerin, mefkurelerine sadık imanların ve yılmayan göğüslerin hepsine faik olduğuna inanıyorum. Maraş’ta Türk iradesini, Türk göğsünü göreli beri…
Ben göz ucu ile etrafıma bakıyorum, istiyorum ki Kaymakamın sözlerini hepsi işitsin, bilhassa bizim Balkanlı arkadaşlar. Bazen duymamış gibi Kaymakamım diyorum, anlayamadım.” O tekrarlıyor ve hissediyorum ki Balkanlı dostlarımdan herhangi biri belli etmeden can kulağıyla bizi dinlemektedir.
Göğsüm kabarıyor, kabarıyor. Artık bu odada dört masa yok, kimse yok, ben varım. Maraş’ta Frengistan’ı hayran bırakan Türk’ün menkıbesi her şeyi örttü, her şeyi kapladı ve o menkıbe benimdir. Tarihimdir, annemdir, varlığımdır. Artık bu destana alışmış olan memleketteki dostlarım, onun hiç de tabii bir şey olmadığını duyabilmek için gurbette dinlemelisin… Hele o destan ağızdan ağza dolaşarak buralara kadar gelecek olursa… Dünyanın en muazzam kalelerine yerleşmiş bir büyük ordusu, şecaat mucizesine bir misal aradığı gece Maraş’ı andı…
Gönül isterdi ki bu beldenin kahramanlığını tasvir eden yüzlerce eser yazılmış olsun… gönül isterdi ki mekteplerde Türk çocukları bu Türk beldesinin destanını, iki Türk şairinin isminden önce öğrensin… GÖNÜL İSTERDİ Kİ HER TÜRK ŞEHRİNDE, BU ABİDE SEMAYA KADAR YÜKSELSİN…