Teketek Haber

BAR HEBRAEUS KİMDİR

BAR HEBRAEUS KİMDİR
07 Şubat 2018 - 23:11

Târîh-i Ebu’l-Ferec’i neşreden ve hakkında önemli bir değerlendirme yapan Ernest A. Wallis Budge Bar Hebraeaus’u şu sözlerle tanıtmaya başlar: Bar Hebraeus’un, hayat ve eserinden başlıca hedef ve gayesi Süryanîlerin kendi tarihlerine, dillerine ve edebiyatlarına karşı alâkalarını uyandırmak, garbi Asya’da mevkilerini canlı bir kuvvet olarak devam ettirmelerine yardım etmek idi. Bu yüzden bunların hem Yunan, hem Arap ilimlerinden bir kısmına vukufun hayatî ehemmiyeti haiz olduğunu öğrenmelerine çalışmış ve onlara dilleri ve dinleri hakkında ana metin sayılacak eserler vermeğe, Yunanlılarla Arapların felsefe, tarih ve tıbba ait en mühim eserlerini Süryancaya çevirmeğe uğraşmış ve neticede Süryanilerin eski bir hıristiyan mezhebine sâlik olmakla kalmıyarak münevver bir millet olmak istiyorlarsa müşriklerin kültür ve irfânının semerelerini kabul edip kendilerine mahsus bir şekilde onu geliştirmeleri lazım geldiğini ispat etmişti. Onun için Süryanilere, dünya devletlerinden büyüklerinin tarihine dair itimada değer malumat vermek, kendi hükümdarlarının büyük milletler arasında oynadıkları rolü tarif etmek için, kilisenin kronoljik tarihini yazdıktan sonra Makhtebhanuth Zabhne adını verdiği bu eseri telif etti. Bu serlevhanın tam mânası “Kronogragfya”dır. Fakat bu kelime, eserin şumulünü ve mütenevvi mevzularının mahiyetini ifadeye kâfi değildir. Bar Hebraeus buna benzer ilk kitabın bu olmadığını biliyordu. Çünkü Kayserili Eusebius’un İskolastik, Sokrates’in Zachariah, Rhetor’un, Asyalı Jhon’un, Tall Mahreli Dionysius’un kronografiyalarını gayet iyi tanıyor, fakat itimada değer tarihi olmayan birtakım devirler bulunduğunu hissediyor ve adı geçen tarihçilerin, Milâdın daha evvelki asırları bakımından yaptıklarını, daha sonraki asırlar bakımından yapmağı düşünüyordu. Onun tanıdığı en yakın kronografya, Malatya Papazlarından olan ve Malatya’ya yakın bir yerdeki Bar Sawma manastırı şefliğini yapan Elias oğlu Büyük Michael tarafından yazılmıştı. Michael 1126’da doğmuş, 1166’dan 1199 sonteşrininin yedisine ve ölümüne kadar Antakya’da Yakubi kilisesinin patrikliğini yapmıştı. Süryancadan başka Arapça, Ermenice, Aramice ve belki de Yunanca biliyordu. Bugün şark ve garbın ilim âleminde şöhret bulan Kronografyanın muharriri idi. Fakat Michael’in Kronografyası 1196’da son bulmuş; Bar Hebraeus da bu seneden başlayarak, garbî Asya’da vuku bulan heyecanlı hadiseleri kaydetmek istemişti. Michael tarafından yazılan kronografya ile Bar Hebraeus tarafından yazılana aşina olanlar, Bar Hebraeus’un, birçok vakaları selefinin eserinden iktibas etmekle beraber kronolojiye daha mühim tafsilâta ait noktalarda ondan ayrılmak hususundan tereddüt etmediğini bilirler .
Bar Hebraeus, Yunanlıların Melitene diye bildikleri, Müslümanlarca Malatiyya diye isimlendirilen ve Türklerin Malatya dedikleri şehirde 1225-26 miladi yılında doğmuştur. Babası zamanının seçkin tabiblerinden Ahron (Harun)dur. Bunun bir sonucu olarak kendisi de tıb tahsili yapmıştır. Hayatının ilerleyen yıllarında hem tabiblik hem de rahiplik yapmıştır. Bar Hebraeus 1286 yılında da ölmüştür.
Bar Hebraeus etnik olarak Süryani, inanç olarak Hıristiyanlığın Monofizit diye de bilinen Yakubi mezhebine mensup bir din adamıdır. Kendisi uzun yıllar piskoposluk yapmıştır. Bar Hebraeus etnik tabirleri çok kullanmaktadır. Kullandığı terimlerden ve ifadelerden inanç olarak İslam’a/Müslümanlığa karşı olduğunu veya antipatisi söylemek mümkündür. Zira eserinde Hıristiyanlar ve Yahudiler terimlerini çokça kullanırken Müslümanlar terimini sadece 8 yerde kullanmış, İslam kelimesini ise hiç kullanmamıştır.

Yukarıdaki grafikte zikredilmeyen başka etnik unsurlardan da söz etmektedir. Ayrıca mezhebi terimleri de sıkça kullanmaktadır. Söz gelişi İsmailîler gibi aşırı Şii gruplardan da söz etmektedir.

Bar Hebraeus bir Yakubi olmasına karşın Hıristiyanlardan çokça söz etmiştir (90 defa). Müslümanlar kelimesini ise eserinde sekiz yerde kullanmıştır. Yahudîler terimini ise 42 defa kullanmıştır. Ayrıca Etnik vurguyu çok yapmaktadır. Söz gelişi Araplardan: 167 defa, Türkler/Türkmenler 99 defa, Yunun/Yunanlılar/Yunanistan 154 defa, Suriye ve Suriyeliler 100 defa, Roma/Romalılar/Bizanslılar 71 defa, Mısır/Mısırlılar 119 ve İranlılar ve İran’ı ise 84 defa zikr etmektedir.
Bar Hebraeus ırk bakımından Süryani, din bakımından Yakubî idi . Hakkında bilgi veren muharrirler babasının Yahudi olması hasebiyle ona Bar Ebharya (Yani: İbrani’nin oğlu) derlerdi.
Eserde Malatya İle İlgili Bilgiler (VI.-X. Asırlar Arası)
Eserdeki bilgileri incelemeden önce bazı kısıtlamalardan söz etmek yerinde olacaktır.
Yaşadığımız coğrafya binlerce yıllık bir geçmişe sahip ve onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış bir coğrafyadır. Dolayısıyla yer isimlendirmelerinde tarihi süreçte birçok değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler son bir asırda belki de birkaç defa vuku bulmuştur. Dolayısıyla bu yer isimlerinin tespitinde güçlükler yaşanmaktadır. Bu sebepten İlkçağ’da, Ortaçağ’da ve Selçuklular döneminde Anadolu’daki yer isimleri ile ilgili çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Konumuz Ortaçağ ve Anadolu Selçuklu tarihini ilgilendirmektedir. Belirtilen dönemle ilgili olarak ilk akla gelen çalışma Bilge Umar’ın “Türkiye’de Tarihsel Yer Adları” isimli çalışmasıdır. Ancak bu çalışmaya bakıldığında alanında önemli bir boşluğu doldurmasına rağmen bazı eksiklikler ve önyargılı tespitler hemen göze çarpmaktadır. Eserin tamamı incelendiğinde Türkiye’deki Türklerce verilmiş ve Türklerce kurulmuş olan yer adları ve yerleşim yerlerinin etimolojik kökenini bile Türk ve İslam öncesi dönemlere bağlama gayreti göze çarpmaktadır. Buna bazı örnekler vermek yerinde olacaktır. Söz gelişi Bugün Konya’nın Cihanbeyli olarak bilinen ilçesinin eski adı Esbkeşan’dır . Halbuki Bilge Umar bunu Esbikeşan olarak zikredip, Ermenice iki kelimeden geldiğini belirtmektedir. “Kökenini ve anlamını güvenle saptayamadım. Gerek bu adın içindeki Esbik, gerek Ispekçür adının içindeki lspek, Ermenice Sbidag (=Ak)’tan gelmiş olabilir. Esbikeşan’ın adı da belki aslında Sbidag-Şen, “Ak Köy” idi”. Diyerek burasının ismini Ermenice’ye bağlamakta ve tamamen uydurma bir tespitte bulunmaktadır. Aslında Esbkeşan ismi Farsça esb=at ile, keşan=çeken kelimelerinden oluşturulmuş ve Atçeken anlamında Türkçe bir isimdir ve Osmanlı döneminde belki de Selçuklular döneminde kurulmuştur . Atçekenler ismiyle Osmanlı döneminde bir Türk oymağı da bulunmaktadır . Ayrıca bazı yer isimlerine de yer verilmemiştir. Bunlardan mesela Pazarcık ismini bir yer adı olarak incelememiş, ama dolayısıyla bahsetmektedir .
Bilge Umar’ın Türkçe yer adlarını nasıl Türkçe olmaktan çıkarıp Anadolu’da Türkler öncesinde yaşayan toplumların dillerinden geldiğini iddia etmesine bir başka örnek de Sazak’tır. Bu kelime Türkçede bataklık, sazlık, su kenarı anlamlarına gelmektedir . Bu kelimeyi Bilge Umar şu şekilde açıklamaktadır: “SAZAK. Anadoluda çok karşılaştığımız bir yerleşim adı. Burada da Ana Tanrıçayı anlatan Ada adının Aza biçiminde bir çeşitlemesi ile karşılaştığımız (bkz. Ada, Aizanoi/Azanoi, Sazanos) ve adın öz biçiminin Sadaka, yâni S(wa)-Ada-ka. Kutsal-Ana Taırıça-Yeri olduğu kanısındayım.” . Bu şekilde açıkladıktan sonra da dokuz tane değişik vilayetlerdeki Sazak isimli köyleri zikretmektedir . Bir başka örnek de Kasrik diye üç tane köy isminden söz edereken bu ismin açıklamasındaki tuhaf açıklamadır. Buna göre Kasrik kelimesinin kökeni Farsça Kasr’dır. Sonundaki “ik kökü kürtçe -cik ekidir. Yani Köşkcük tür” diye açıklamaktadır. Hâlbuki Kasr kelimesi Arapça saray, köşk demektir. Böylece Arapça bir kelimeyi de Farsça yapmıştır .
Bu misaller daha da çoğaltılabilir. Ancak burada gereksizdir. Açıklanan bu durum Türkiye’deki yer isimlerinin özellikle Ortaçağ ve Selçuklular zamanındaki durumunu gösteren daha dikkatli, iyi niyetli, tarafsız ve dürüst araştırmalara ihtiyacın elzem ve eşed olduğunu göstermektedir. Bir başka ifade ile bu milletin gerçek evlatlarının yapacağı çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu durumu tespit ettikten sonra konuya geçebiliriz.
Erbabınca bilindiği gibi Anadolu’nun hemen hemen tamamı, özellikle de doğu kısmı Eski Dünya’nın kalbi olan bu coğrafyaya hâkim olmuş devletlerarasında sürekli el değiştirmelere söz konusu olmuştur. Bu el değiştirmeler de bölgenin ahalisi için büyük mağduriyetlere ve dramlara sebep olmuştur. Bu çerçevede Anadolu’nun doğusu Bizans-Sâsâni, Bizans-Emevi, Bizans- Abbasi ve en son olarak da Bizans-Selçuklu ve Bizans-Osmanlı mücadelelerine sahne olmuştur. Bu mücadeleler neticesinde buralarda bulunan pek çok yerleşim yeri harap olmuş ve çok sayıda insan kaybı da meydana gelmiştir . 650’li yıllardan başlayarak 900’lü yılların sonlarına kadar olan İslam gazaları Elbistan ve civarını tam bir harâbe hâline getirmişti . Bu bağlamda Malatya ve Maraş’da bu mücadele sahnesinin ortasında yer alması sebebiyle çok büyük tahribat ve nüfus kayıplarına sahne olmuştur.
Bar Hebraeus’ta Malatya ile ilgili ilk bilgi M. 540’lı yıllardan sonraki bir tarihe aittir. III. Justinus zamanında vuku bulan İranlılarla Romalılar arasında meydana gelen bir çatışma sebebiyle Malatya söz konusu olmuştur. Buna göre İran Kisrası isyan eden Ermenileri tepelemek için Anadolu’ya girmiş ve Kayseri’ye kadar gelmişti. Sonra dönerek Sivas’a, daha sonra da Malatya’ya gitmişti. “…Kisra Malatya’ya vardı ve burasını yaktı” .
Bar Hebraeus’un Malatya hakkında verdiği ikinci bilgi bundan yaklaşık olarak 120 sene sonrasına aittir. Yani I. Emevi Halifesi Muaviye zamanına (M. 666 yılı) aittir. Burada da Müslümanlarla Bizanslıların çekişmesi söz konusudur. İlginçtir bu çekişme ve çatışmanın sebebi de yine Ermenilerdir. Bu çerçevede Bar Hebraeus’un ifadesine göre Bizans elçisi Andrea Muaviye ile görüştükten sonra Malatya’ya gitmiştir .
Bir sonraki bilgiye göre ise Bizans’ta Philipicus (710’lu yılların başı) isyan etmiş ve Justinianus’u ve oğlu Tiberius’u öldürerek yerine geçmiştir. Bu hükümdar idareyi ele aldığında topraklarındaki Ermenileri kovmuştur. Bunlar Müslümanlara sığınmışlar onlar da bu Ermenileri Malatya’ya yerleştirmişlerdir (Ermenilerin Malatya’ya yerleştirilmeleri). Bu sebeple bu bölge bu tarihlerde Arabistan Ermenilerinin ülkesi olarak tanınmıştır. Böylece Ermeniler Arapların müttefiki ve Romalıların düşmanı olmuşlardır. Aynı tarihlerde Mesleme Turanda (Darende)yi fethederek buraya Araplardan bir askeri kuvvet yerleştirmiştir .
Diğer önemli bir bilgi de Emevilerin yıkılış, Abbasilerin kuruluş tarihine denk düşer. Buna göre 740’lı yılların sonlarında Armaniko ordusunun kumandanı Aşkıraş, İstanbul’dan gelerek Malatya’ya karşı yürümüş ve bütün memleketi yağma etmiştir. Burada Bar Hebraeus’un şu cümlesini zikretmeden geçmek büyük eksiklik olacaktır: “Roma ülkeleri sulh içinde yaşıyordu, çünkü Araplar birbirleri ile didişmekte idiler” .
752 yılında Kıral Konstantin Constantinopolis’ten ordusuyla kalkarak Malatya’ya kadar geldi ve şehrin önüne ordugâhını kurdu. Şehre hücum ederek surunu kısmen yıktı. Nihayet şehrin içindeki Araplara söz verdi ve canlarına dokunmadı. Kıral Klaudia ve Arba köylerinin ahalisini esir ederek götürdü. Ebu Cafer Mansur tahta geçince (M. 755) Malatya’yı eskisi gibi yeniden inşa ettirmiştir .
Bar Hebraeus, Miladi 803 tarihine gelindiğinde Halife Harun er-Reşîd’in Malatya’nın yanıbaşında bulunan Zobatra’yı (bugünkü Doğanşehir) yaptırmakla meşgul olduğunu haber vermektedir . Yaklaşık otuz yıl sonra burası Bizanslılarca tekrar harap edilecektir. Nitekim Bizans Kralı Theophilus 830’lu yılların başında doğuya doğru bir sefer yaparak Zubatra’yı ele geçirip burada bulunan erkekleri öldürerek kadınları ve bakireleri alıp götürmüş ve şehri de yakıp yıkmıştır. Ancak Araplar burayı yeniden inşa etmişlerdir . İleriki sayfalarda da görüleceği üzere Bizanslılar Malatya’yı defalarca tahrip etmişler ve Müslümanlar da imar etmişlerdir.
Horasan ve Soğd bölgelerinden kaldırılıp Anadolu’nun güneyde Tarsus’tan başlayıp kuzey doğuya doğru Maraş-Malatya ve Erzurum’a kadar çıkan çizginin doğusuna önce Hulefa-yı Raşidin döneminde, arkasından Emeviler ve daha sonra da Abbasiler devrinde avasım ve suğur şehirleri oluşturulmuştu. Özellikle Harun er-Reşid (786-809), El-Me’mun(813-833), el-Mutasım (833-842) devirlerinde belirtilen bölgelerden getirilen Türkler buralarda yerleştirilmişler ve cihad ve gaza ruhuyla önemli başarılar elde etmişlerdi .
835 yılında Zubatra nehri geceleyin taşmış ve bu taşkında evlerinin içinde bulunan üç bin kişi boğulmuştur . Aynı yıl Malatya Valisi Ömer Roma diyarına akın yapmıştır. Kral Tpeophila ona karşı gelmiş ise de mağlup olarak kaçmış ve kralın karargâhı Müslümanların eline geçmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus Bir sınır vilayetinin valisi Roma kralını mağlup etmiş olmasıdır .
Kral Tpeophila, 837 yılında tekrar Zubatra ve Malatya’ya doğru sefer yapmış ve Zubatra’daki Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin hepsini kılıçtan geçirmiştir. Daha sonra Malatya’dan geçerken burasını da yakıp yıkmıştır. Samsat’a kadar ilerlemiştir. Bu sırada Rebia Arapları ile Malatya ahalisi birleşerek Bizanslılara karşı durmak istemişlerse de 4.000 kişi kayıp vererek mağlup olmuşlardır . Bu sırada Abbasi Halifesi uzun süredir Abbasi ordusunu meşgul eden ve askeri ve iktisadi bakımdan büyük zararlara neden olan Babek isyanını bastırmakla meşguldü.
Ancak Kral Theophila sadece bir yıl sonra yaptığı katliamdan pişman olacaktır. Zira 838 yılı geldiğinde, Babek gailesinden kurtulmuş olan Abbasi Halifesi Mu’tasım bir ordu ile güneyde Tarsus’tan ve diğer bir ordu ile de Afşin’de doğudan olmak üzere iki koldan Anadolu’ya girer ve bu sefer sonunda Amurin (Amorium -Emirdağ)’ı ele geçirerek Bizanslılara büyük zayiat verdirir .
Tarihen de sabit olduğu gibi bu tarihlerde Bizanslılarla Müslümanlar hep birbirlerine sefer düzenliyorlar ve bu seferlerde binlerce kişi ölüyordu. İşte bu çerçeveden olmak üzere 841 yılında Sefer ve galibiyet sırasının Bizanslılardadır. Bu seferde Theophila ordusuyla Maraş ve Malatya gibi yerlere gelerek esirler almışlardır. Ancak bu seferin bunun akabinde Bar Hebraeus’a göre Theophila önce Mu’tasım’a hediyeler göndermiş ve sulh teklifi yapmış ve esirlerin değiştirilmesini istemiştir. Mu’tasım da buna misli ile mukabele ederek sulh yapılmıştır .
M. 927 yılında Abbasilerin Haremağası olan Munis bir ordu ile Malatya kalesinden Roma diyarına taarruz ederek esirler alıp yağma yaparak geri dönmüştür
M. 990 yılına gelindiğinde İnsafsız arazi sahiplerinin çiftçilerden aldıkları ağır vergiler yüzünden Tıkrit ahalisi memleketlerini bırakarak başka yerlere dağılmışlardı. Bunlardan Ebu İmran oğulları diye bilinen ve herkesçe iyi olarak anılan üç kardeş gelip Malatya’ya yerleştiler. Bunlar burada kiliseler, kadın manastırları, yaptılar ve şehir dışında rahipler ve zahitler için manastırlar kurdular. Her Cuma günü sabahtan öğleye kadar fakirlere sadakalar dağıtırlardı. Roma kralı bunları kıskandı ve bir sene müddetle kendi hesaplarına ve fakat kral adını taşıyan drahmiler basmağa mecbur etti. Bunlar da bunu yapmakla beraber servetleri eksilmedi. Kral Basil’in kendisi ihtiyaç içindeydi. Ve bunların kapılarına gelerek borç istedi. Bunlar onu görünce diz çökerek kendisini selamladılar ve ona yüz kantar altın verdiler. Kral dürüst bir adam olduğu için borcunu ödedi. Diğer bir defa Türklerin Malatya’yı yağmalamaları üzerine Daira’dan gelen en büyük Kardeş Ebu Salim burada bulunuyordu. O da ganimetle birlikte götürülmüştü. Türkler ona, “zengin adam olduğuna göre kendini satın al” dediler. O da “bütün ganimeti satarsanız almağa hazırım” dedi. Türkler güldüler ve “ne verirsin” dediler. O da “her can başına beş bin dinar veririm” dedi. Türkler de “sattık” dediler. Bu sözü söylemelerinden sonra o da adam gönderdi, altın getirtti ve sayıları on beş bine varan esirleri kurtardı . Bar Hebraeus’un bazı ifadelerini dikkatle değerlendirmek gerekmektedir. Zira bazen öyle rakamlar verir ki iki büyük imparatorun arasındaki antlaşmalarda bile böyle rakamlara rastlanmaz. Mesela az önce zikredilen ve Türkler tarafından esir alınan 15.000 esirin her birine 5.000 dinar verilerek alınması gibi. Zira bu iki rakamı çarptığımızda 75.000.000 dinar gibi bugüne kadar hele hele bir şehirin hakimi yada ileri geleni tarafından bu kadar bir meblağın temin edilip fidye olarak ödenmesi görülmüş bir şey değildir.