Teketek Haber

Esere Dair Bazı Tesbit ve Tenkitlerin Değerlendirilmesi

Esere Dair Bazı Tesbit ve Tenkitlerin Değerlendirilmesi
27 Aralık 2018 - 8:26
  1. Şânîzâde Atâullah Efendi, Ârif Hikmet Bey, Hammer, Fatin Dâvud gibi tarih yahut tezkire yazarları Vehbî’nin Lûtfiyye’sinin Hayriyye-i Nâbî şeklinde veya ona nazire tarzında bir eser olduğunu belirtmiş; Ziyâ Paşa da Harâbât’ın manzum başlangıcında anılan kitabı kast ederek “Doğrusu mesnevisi de hoştur; Nâbî’ye (Nâbî’nin Hayriyyesine) ikinci dense pek lâyıktır” manasında bir beyit söylemiştir. Gustav Flügel[1], Edgard Blochet[2] gibi şarkıyatçıların da Türkçe yazmalara dair kataologlarında Lûtfiyye’nin Hayriyye’nin taklidi olduğunu kaydettikleri görülür. İbrahim Alâeddin, Agâh Sırrı (Levend), Ali Canib Yöntem, Vasfi Mahir Kocatürk, Nihat Sami Banarlı gibi çeşitli edebiyat tarihi araştırıcıları veya edebiyat tarihçileri de Lûtfiyye-i Vehbî’nin Nâbî’nin Hayriyyesine nazire olduğunu belirtmişlerdir.

Tahminimize göre bunun bir sebebi, Vehbî’nin Lûtfiyye’sinin baş tarafında kendi oğluna hitap ederken ahlâk ilmine dair nazım ve nesirle yazılmış çok eserin bulunduğunu, fakat Nâbî’nin Hayriyye’sinin mana dolu olduğunu belirtmesi, doksan sene önce meydana getirilmiş o nasihatnameyi överek tavsiye etmesidir. Vehbî’ye göre, Nâbî her ne kadar sözü uzatmışsa da ele aldığı konuları iyi araştırmıştır.

Lûtfiyye’nin Hayriyye’ye benzer bir eser sayılmasının diğer bir sebebi, her iki mesnevinin de öncelikli muhatabının o nasihatnameleri meydana getiren şairlerin oğulları oluşudur. Nâbî, eserini, 1701 yılında yedi yaşında bulunan oğlu Ebü’l-hayr Mehmed için yazmış; bundan dolayı onun ismini “Hayrî-nâme” koymuştur. Sünbülzâde Vehbî’nin oğlu Lûtfullah dünyaya geldiğinde, kendisi elli yaşındadır. Şair, yaşlılığında bir oğula sahip olmanın sevinciyle bu eserini H. 1205/ M. 1790-91 yılında, demek oluyor ki 72-73 yaşlarında yazmış; adı geçen selefine benzer biçimde ona “Lûtfiyye-i Vehbî” ismini koymuştur. Bu sırada oğlu 21 yahut 22 yaşındadır ve babasının kendi namına yazdığı nasihatnameyi anlayabilecek seviyededir.

Her iki eserin şekil ve içine aldığı fikir, tavsiye ve tenkitler yönünden büyük ölçüde benzerlik göstermesi de Lûtfiyye’nin Hayrî-nâme’ye nazire tarzında, onun taklidi ve kısaltılmışı mahiyetinde bir eser sayılmasının sebepleri arasındadır. İki basihat kitabı da aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla ve mesnevi şeklinde yazılmıştır. Hayrî-nâme, çeşitli yazma nüshalarına göre beyit sayısı 1650 civarında olup Mahmut Kaplan’ın tenkitli neşrine göre 1660 beyit[3], Lûtfiyye, tamamlanış tarihini belirten iki beyitli tarih kıt’ası hariç tutulursa, 1183 beyitten ibaret; demek oluyor ki ilkinden aşağı yukarı 470 beyit daha kısa bir eserdir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, söz konusu nasihatname türündeki iki meşhur mesnevi, sırf beyit sayısı ve başlıkları gibi şeklî yönlerden değil, içine aldığı konular bakımından da bazı değişiklikler gösterir. Meselâ, Nâbî Hayrî-nâme’de “İslâm’ın şartları” olarak bilinen kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, Ramazan’da oruç tutmak, hacca gitmek, zekât farizasını yerine getirmek konularında oğluna tafsilâtlı bilgi ve öğütler verirken, Vehbî Lutfiyye’de bu mevzuları müstakil bahisler hâlinde ve uzunca ele alıp işlememiş; umumî olarak İslâmî emirleri yerine getirmek ve yasaklardan kaçınmak gerektiğini ifade etmekle yetinmiştir. Yine meslek seçimi ve evlilik gibi konularda da Vehbî, Nâbî’den ayrılmakta; Hayriyye sahibi oğluna meslek olarak hacegânlığı tavsiye ederken, Vehbî Efendi Lûtfullâh’ı bu kazanç yolunu tutmaktan –sebeplerini anlatarak- sakındırmakta; onun baba ve dede mesleği olan ulemâ mesleğini, yani kadılık veya müderrisliği seçmesini istemektedir. Yine Nâbî Efendi oğluna evlenmemeyi, izdivaç yerine cariye almayı tavsiye ederken, Vehbî her ne kadar cariye alma yolunu büsbütün reddetmezse de Lûtfullâh’ın soylu, hür, namuslu ve dindar bir kızla evlenmesini daha uygun görmektedir. Her iki mesnevi arasındaki farklardan biri de Hayriyye’de İstanbul’un üstünlük, güzellik ve imkânlarının anlatıldığı bir bölümün yer alması, Lûtfiyye’de ise böyle bir bahsin bulunmamasıdır.[4]

  1. Vehbî’nin kendi eserleri, çağdaşı ve arkadaşı Sürûrî’nin (1165-1229/ 1752-1814) Hezeliyâtı, hayatı, şahsiyeti hakkında bilgiler ihtiva eden Şânîzâde Târihi gibi kaynaklardan anlaşılabildiği kadarıyla çok ahlâklı, faziletli, büyük bir adam olduğu söylenemese de Lûtfiyye’sinin edebiyat bakımından “bayağı” veya “aşağı” sıfatıyla vasıflandırılması –kanaatimizce- isabetli bir hüküm değildir. Bize göre, Lûtfiyye, duygu ve hayal yönü ağır basan, okuyucuyu hislendirecek ve heyecanlandıracak bir şiir kitabı değildir. O, aşağı-yukarı elli yaşındaki bir şairin, genç oğluna hayatî bilgi ve öğütler verdiği, dinî, ahlâkî, meslekî, sosyal düşüncelerini, tecrübelerini, tavsiyelerini oldukça düzgün, edebî sanatlar ve yer yer mizahi üslûpla da güzelleştirmeye çalışarak anlattığı, öğretici bir eserdir. Edebî eserlerle alâkalı değerlendirmelerin edebiyat tarihçileri, araştırmacıları, tenkitçiler veya okuyucuların benimsediği dünya görüşü, din, ahlâk ve sanat hakkındaki kabulleri, o arada şiirin ne olduğu yahut ne olmadığı konusundaki şahsî fikirlerine göre bazan birbirine tamamen zıt denecek kadar değişiklikler gösterdiği bilinen bir gerçektir. İşaret ettiğimiz faktörler, Lûtfiyye’nin değerlendirilmesi sırasında da tesirli olmuştur.
  2. Vehbî Efendi, Lûtfiyye’sinde hikmet, yani felsefe ilmi hakkındaki fikirlerini ifade ederken, yüce Allah’ın hikmetinin gizli, filozofların sözlerinin vehim ve hayal olduğunu, her ne kadar akla uygun görünürse de pek çoğunun nakle, yani nakil yoluyla sonraki zamanlara intikal eden İslâmî esaslara aykırı bulunduğunu, Şerh-i Mevâkıf adlı eserde görüleceği üzere, kelâm âlimlerinin onları reddettiğini anlatır. Müslüman olan, başka bir ifadeyle İslâm inanç, ibadet, ahlâk ve muamelât esaslarını bilgili ve şuurlu olarak kabul eden bir kişinin, bu esaslara aykırı iddialar, “felsefe” adını taşısa, filozof, düşünür, (b)ilim adamı sıfatlı kimselerce ileri sürülse de onları hür düşünce mahsulü sayıp itirazsız benimsemesini beklemek ve istemek, fikir hürriyetine uygun bir davranış olmayacaktır. İlim edinmek, düşünmek, varlıklar üzerinde tefekkür, İslâm dininin mensuplarına emrettiği işler arasında bulunduğuna göre, sırf Vehbî’de değil, onun başka bazı çağdaşlarında ve Nâbî, Nahîfî gibi seleflerinde de görülen felsefe aleyhtarlığının iyice tahlil ve sebeplerinin tesbit edilmesi gerekir. Diğer taraftan hayat, cemiyet, devlet, ahlâk, kâinat, tabiat hakkındaki dine bağlı olan veya olmayan aklî tefekkür faaliyetine türlü sebeplerle alâkasız kalmanın ne gibi menfi sonuçlar doğuracağı üzerinde de düşünmekte fayda var.

Şair, hendeseye ayırdığı bahsin sonunda onun da bir ilim olduğunu, fakat bu bilgiyi, bina mimarı gibi, kullanacak kişilerin öğrenmesini kâfî gördüğünü de ifade etmiştir:

“Ma‘rifetdir sözümüz yok ammâ

Bilegitsün anı mi‘mâr-ı binâ”[5]

Nasihatnamesinin başında oğlunun değerli ilimleri tahsil etmesinin lüzumundan uzun uzun bahseden Sünbülzâde Vehbî, hocaya saygı konusunda tavsiyelerde bulunmuş; ilim bahsini öne almasının sebeplerini de anlatmıştır. Ancak o bu sözleriyle tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, siyer, tıp, mantık, edebiyat, tarih, şiir, nesir, güzel yazı, imlâ, firaset (fizyonomi) gibi faydalı bilgileri kast ettiğini de belirtme gereğini duymuş; oğlunu felsefeden başka, ilm-i nücûm (astroloji), remil, cifir, vefk, sihir ve muskacılık, kimya, simya gibi bazı gizli veya garip bilgi dallarıyla uğraşmaktan men etmiştir. Şairin tavsiye etmediği kimya ise bugünkü manada bir müsbet ilim değil, o devirde kolay yoldan zengin olmak isteyen kimselerin altın elde etmek amacıyla vakit ve nakitlerini harcayarak uğraştığı bir gizli bilgi dalıdır. Bundan dolayı Vehbî’nin Lûtfiyye’sinde ilimlerin, fenlerin inkâr edildiği iddiası, şahsî fikrimizce, hakikate uygun değildir. İslâm tarihinde bazı âlimlerin ilimleri “farz-ı ayn” ve “farz-ı kifaye” şeklinde sınıflandırması, bu konuda yol gösterici olabilir.

Ancak 18. asrın büyük bir kısmını ve 19. asrın ilk yıllarını idrak etmiş olan Vehbî’nin (ö. 1809) müsbet ilimlerin maddî kalkınmadaki yerini henüz tam manasıyla fark etmemiş göründüğü söylenebilir. Osmanlıların, müsbet ilimler sayesinde maddeten ilerleyen Avrupa ülkelerine göre geri kalışı, harplerde mağlûbiyetlere uğrayışı ve fethettikleri kale, şehir ve ülkeleri kaybedişinin sebepleri arasında bu ilimlere gerektiği kadar değer vermeyişini saymak, sanırız, hakikate aykırı olmayacaktır. İbrahim Alâeddin ve N. Sami Banarlı gibi yazarların Lûtfiyye’yi söz konusu ederken ileri sürdükleri bu fikre hak vermemek zordur.

  1. Vehbî’nin Lûtfiyye’de musiki ilmi hakkındaki fikir ve tavsiyelerini yazarken, o sanatın değerini takdir etmekle beraber oğlunu bestelenmiş eserleri, şarkı, türkü okumaktan, her hangi bir müzik aletini çalmaktan ve saz çalanlarla arkadaşlık etmekten sakındırdığı görülür. Şairin müzik konusundaki bu öğütlerinin sebebi, oğlunun çevresinde “ehl-i hevâ ve mâ’il-i zevk u safâ”, yani nefsinin arzularına uyan, zevk u safaya düşkün bir kimse olarak anılması ve herkes tarafından yerilmesi endişesidir. Nasihatnamesinde fikir ve öğütlerinin çoğunu Kur’an ayetlerine ve Hz. Peygamber’in hadislerine dayandırdığı görülen Vehbî’nin oğlu Lûtfullah’ı ve dolayısıyla diğer okuyucuları müzik aletlerini çalmaktan sakındırmasının sebepleri arasında, bu konuda bazı İslâmî eserlerde yer alan kınayıcı ve yasaklayıcı rivayetlerin tesiri de sayılabilir: Her ne kadar sıhhati hakkında farklı iddialar ileri sürülse de müzik aletlerini çalma ve dinleme aleyhinde çeşitli hadislerin rivayet edildiği bilinmektedir. Mevlevîler misali bazı tasavvuf ehli, ayin sırasında ney, def, kudüm gibi müzik aletlerini kullanmalarının hadis ve sünnetteki dayanaklarını göstermeye çalışarak mahzursuz olduğunu isbat etmeye çalışmış; buna karşılık Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi gibi bazı İslâm âlimleri, o konudaki sakındırıcı rivayetlerden ötürü nişan, düğün, nikâh merasimi veya zikirler, ayinler sırasında bahis konusu aletlerin çalınmasını tasvip etmemişlerdir. Bununla birlikte sözlerinde inkâr, günaha, haramlara teşvik ve tahrik unsurlarının bulunmaması gibi bazı kayıt ve şartlarla müzik eserlerini söylemeye yahut dinlemeye cevaz veren fakihlerin bulunduğunu da belirtmek yerinde olur.

Vehbî’nin Mevlânâ, Mevlevîlik ve bu tarikatta musiki aleti olarak itibarlı bir yer tutan ney hakkında asırlar boyu devam edegelen umumî saygıya aykırı şekilde

“Çalma öyle düdügi mevlânâ

Ki dine adına ney-zen monlâ”[6]

(Efendi, sana “neyzen molla” denmesine sebep olacak öyle düdüğü çalma!) diye ney üflemekten sakındırması, irfan sahiplerine saygılı insanlar, bilhassa Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamıştır. Meselâ, Mevlevî tarikatine bağlı şairlerimizden Yenişehirli Avnî Bey (ö.1301/1884), Muallim Nâcî’nin anlattığına göre, Vehbî’nin anılan beyitleri yazmakla affedilmez bir terbiyesizlik ettiğini söylemiştir.[7]

Yine Vehbî’nin Lûtfiyye’de dilencilerin hâllerinden bahsederken şair geçinenleri hakkında yazdığı

“İşiden Yûnus ilâhîsi sanır

Bed edâsın gören âdem usanır”[8]

(İşiten, Yunus ilâhisi sanır; kötü anlatış tarzını gören insan usanır) beyti de yüksek zümreye mensup sayılan divan şairlerinin halk edebiyatını hor görmesinin ve Yunus Emre’ye değer vermemesinin bir örneği olarak gösterilmiştir.[9]

Vehbî’nin anılan beytinin tasavvufî yönden –eski tabirle- bir “mübâlâtsızlık”, yani dikkatsizlik olduğunu söylemek rahatlıkla mümkündür. Fakat şairin eserinin “hâtime” (bitiş) kısmında belirttiği gibi, bazı nükteleri mizahî bir üslûpla yazmasının sebebi, kalpleri neşelendirmek, böylece nasihatnamesinin güzel olmasını, beğenilmesini sağlamaktır. Kendisi mesnevisinin yine aynı sonuç kısmında

“Var ise sehv ü hatâ vü hezeyân

Umarım ola karîn-i gufrân”[10]

(Eğer yanılma, hata ve saçmalama bulunursa, bunların affa mazhar olacağını umarım) diyerek olabilecek yanılmaları için özür beyan eder. Bizce bu gibi mizahî beyitlerine bakarak onun tasavvuf aleyhtarı, irfan sahibi, kâmil insanlara karşı saygısız olduğunu sanmak, maksadını aşan, hatalı bir çıkarım olur. Zira Vehbî Dîvânının çeşitli sayfalarında ney’in müsbet manada anılışı konusunda çeşitli beyitler görülür ki, bunlar da bize şairin Lûtfiyye’deki itiraza uğrayan alaycı beytinin nükte yapma isteğinin bir örneği olduğunu düşündürmektedir. İşte Vehbî Dîvânında rastladığımız birkaç ney’li beyit:

“Nevâya başla ey tab‘-ı sühan-sâz

Ney-i kilk eylesün bir nağme âgāz”[11]

(Ey söz uyduran yaratılış, ahenge, güzel sesler çıkarmaya başla! Kalem kamışı bir ezgiye başlasın!..)

“Misâl-i ney yine kilk-i sühan-sâz

Nev-â-nev nağmeye etdi ser-âgāz”[12]

(Söz yapan kamış kalem, yine ney gibi yeni yeni nağmelere baştan başladı)

“Niçe dem hankah-ı dehrde çeşm ü gûşuz

Görmedik ney gibi te’sîrli bir ehl-i nefes”[13]

(Biz çok zamandır dünya tekkesinde göz ve kulağız; yani çeşitli suretleri görmekte, sesleri işitmekteyiz… Fakat ney gibi tesirli bir nefes sahibi görmedik…)

Lûtfiyye’de yer alan “Der-İlm-i Tasavvuf” başlıklı bölüm okunursa, Vehbî’nin burada anılan “Bâtınî ilim” hakkında gayet âlimce, hatta ârifçe fikir ve görüşler dile getirdiği anlaşılır ve onun ney’le eğlendiği, Yunus Emre gibi irfan sahibi kişilere karşı küçümseyici bir tavır içinde olduğu kolay kolay ileri sürülemez. Sünbülzâde, tasavvuf ilmi hakkında sadece nazarî bilgi sahibi değil, aynı zamanda –her ne kadar henüz başka vesikayla teyid edilememişse de- amelî olarak da alâkalı bulunduğu nakledilen bir şairdir: Sicill-i Osmânî yazarı Mehmed Süreyyâ Bey (ö. 1326/ 1909), onu “Galatalı Tıflî Efendi’nin mürîdidir”[14] diye tanıtır. İşte Vehbî Efendi’nin, tasavvuf ilmi hakkındaki bazı beyitlerinin[15] günümüz Türkçesiyle nesre çevirisi:

“Tasavvuf ilmini okusan ne zararı var? Kalp temizliğiyle halis olarak bil ki, içini temizler… Çünkü o, salih, takva ve hayır, hasenat sahibi insanların mübarek ilmi, hakikatları işaret eden sırların hazinesidir. Hakikatları araştırıp meydana çıkaranlar, tasavvufa mensup olanlar cemaatidir. Onların temiz gönülleri, derin bir deniz gibidir… O zümre içinde olgunluğun en yüksek derecesine ulaşmış olan nice ‘hâl’ sahibi kişiler vardır… Onları bid’atle, sapıklık ve dinsizlikle suçlamak, ne büyük hatadır!.. Sakın geçmiş (değerli) şahsiyetlere dil uzatıp sövme! Sakın onları yerme; mutaassıpların yolunda gitme… Füsûsu’l-hikem’deki sözlerin hatalı olduğunu söyleme; belki de onlar, başkasında bulunmayan terimlerdir. Muhyiddîn-i Arabî’ye iftira etmek, hele dindarlara hiç yakışmaz… Fütühât’ını gör ki, o akıllı, hakikatları bilen âlim, orada nice sırları, insan aklının ermediği İlâhî hikmetleri yazar… Sözün özü, dilini tut; haklarında sakın iftira etme. Onlara sataşanlar, bedbaht ve perişan oldu; pek büyük dertlere tutuldu…”

  1. Muhatabının çocuk oluşu dolayısıyla Vehbî’nin Lûtfiyye’sini çocuk edebiyatı kategorisi içinde mütalâa eden yazarlara da rastlanmaktadır.[16] Fakat yazıldığı devirde belirli bir anlayış ve bilgi seviyesindeki yetişkinlerin anlayabileceği bu eserin, çocuklar tarafından anlaşılması, pek mümkün görünmemekte; bundan dolayı günümüz kabul ve ölçülerine göre çocuk edebiyatına dahil edilmesi, bazı yazarlar tarafından uygun bulunmamaktadır.[17] Hayriyye ve Lutfiyye’yi kastederek “Her ikisi de mevzûları ile mütenasip nef‘ ve lezzetden mahrûm, bâzı noktalarınca muzır, herhâlde pek bî-nemekdir!” diyen Ali Nusret’in de söz konusu manzum nasihat-nameleri, çocuk edebiyatının bizim edebiyat tarihimizdeki örnekleri arasında sayamadığını görmüştük. Yazar, anılan iki eseri konusuna uygun amelî (pratik) bir kıymet belirtmemesi dolayısıyla itibardan mahrum bulmaktadır.

18, 19 ve hatta kısmen 20. asırda çeşitli şair ve yazarlarımız tarafından takdirle anıldığını gördüğümüz, bildiğimiz Hayriyye ve Lûtfiyye’nin burada “fayda ve lezzetten mahrum, bazı noktalarınca zararlı, pek tatsız” manasına gelen hayli sert ve menfî sıfatlarla tenkit edilişi dikkat çekicidir. Ancak bu tenkidin anılan eserlerden ilkinin telifinden iki yüz, ikincisinin yazılışından yüz küsur sene sonra kaleme alındığını, o nasihatnamelerin meydana getirildiği zamanlardaki muhatapları tarafından nasıl karşılandığı konusunda her hangi bir bilgiye dayanmadığını belirtmek gerekir.

  1. İbrahim Necmi (Dilmen), İbrahim Alâeddin (Gövsa) gibi bazı edebiyat tarihi yazar ve araştırıcıları, Vehbî’nin Lûtfiyye’de evlilik hakkında ifade ettiği fikirleri ve verdiği öğütleri ima yoluyla veya açıkça tenkit etmişlerdir. Burada şunu belirtmek gerekir ki, bahis konusu düşünce ve tavsiyelerin bir kısmı, şairin şahsî anlayış, geleneğe dayalı endişe ve tecrübelerinin eseri, bir kısmı da Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadislerinin neticesidir. Erkeğin aile reisi, mes’uliyeti altında bulunanları görüp gözetici olduğuna inanan, babanın çoluk-çocuğunu dünya ve ahiretteki tehlikelerden, uygunsuz işlerden, ceza ve belâlardan koruması gerektiğine inanan şair, bu yönde öğütler vermekte; basiretli ve dikkatli olmayı telkin etmektedir. Lûtfiyye sahibi, kadınlara -sözünün devamından anlaşıldığına göre- dince ve ahlâkça uygun görülenden fazla izin vermenin mahzurlu sonuçlar doğurabileceği, onların nefislerine uyarak hatalar işleyebileceği fikrindedir. Yine –gizli kalması gereken- işleri kadınlara açıklamama tavsiyesinin ardında, onların emanet edilen sırları saklayamayıp başkalarına açabilecekleri düşüncesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Evin harem, yani kadın ve kızların oturduğu kısmına ait seslerin dışarı çıkmaması öğüdü de zevce, kız evlât, anne, teyze gibi yakınlara yabancıların ilgisini çekmekten kaçınma ve onları olabilecek kötülüklerden koruma gayretinin sonucudur. Erkeğin işini kadının görmesini ahlâka aykırı, aşırı bir izin sayan şair, tabiî çevreden bir örnek vererek fikrini açıklar: Tavuktan horoz sesi gelince, o evin sahibi ümitsizliğe kapılır; uğusuzluk ve düşkünlüğüne karar vererek onun başını kesmeğe çalışır. Eğer kadınlar erkek işine karışırsa, işte onların çaresine böyle bakmalıdır. (Dine aykırı davranışlar) namuslu, şerefli Müslüman’a asla yakışmaz. Kâfirlerin kadınları öyle rezil olur…

Vehbî’nin “Gayret sahibi, yani ailesini, namusunu zararlı şeylerden koruma hissi taşıyan kıskanç insanlar, ailesine dair (mahrem konularla alâkalı) sohbet etme kabahatini işlemez” fikrinin de eşi, çoluk- çocuğu hakkında konuşmanın sebep olabileceği kötülüklerden koruma isteğinden ve o konudaki hadislerden ileri geldiğini söylemek, yanlış olmayacaktır. Ailesi hakkında gizli kalması ve başkalarına anlatılmaması gereken hususî şeylerin anlatılmasının sonucu, dile düşmek ve namus nimetine köpeklerin üşüşmesidir. Kadınların hayırlısının, dine uygun işlerde kocasına itaatkâr hanım olduğuna inanan Vehbî, eşine itaatsizlikte direnen kadının erkek için Cehennem azabı olduğunu nakleder. Mademki Allah, erkekleri kadınlar üzerine idareci yapmıştır, şu hâlde onların da kadına mağlûp olmaması, başka bir ifadeyle kendilerine dince verilen bu idarecilik salâhiyetini kaybetmemeleri gerekir.

Vehbî’nin kadınlar ve aile hayatı hakkındaki bu tavsiyelerinin bir kısmının şahsî görüş ve tecrübelerine, diğer bir kısmının da İslâmî kaynaklara dayalı olduğunu ifade ettiysek de Batı kültürünün ve feminizm gibi yabancı ülkelerden gelen bazı fikir akımlarının tesiri altında bulunan kimselerin de o düşünce ve öğütleri yadırgayacağını, itirazlarla karşılayacağını tahmin etmek, zor değildir.

  1. Hayriyye ve Lûtfiyye hakkında ileri sürülen bir fikir de bu nasihatnamelerde yüksek bir ahlâkın değil, oportünist bir ahlâkın telkin edildiğidir. İddiaya göre, her iki eserde de şairlerin çocuklarını azme, mücadeleye, menfaat bilmez gayelere doğru sürüklemek gayreti yoktur. “Ahlâk noktasından nasihatleri uzun bir ‘sakın haaa’dan ibarettir.” Bilindiği gibi oportünizm, zor durumlarda davranışlarını ahlâk kaideleri veya düzenli bir fikirden ziyade, menfaatlerine uyacak şekilde ayarlamayı hedefleyici tavırdır. Bu iddiayı ileri süren yazar, Hayriyye ve Lûtfiyye’de ahlâk kaidelerine aykırı hangi tavsiyelerin telkin edildiğini belirtmemiştir. Biz baştan sona kadar okuduğumuz bu iki mesnevide de Nâbî ve Sünbülzade Vehbî’nin oğullarına insanî ve İslâmî bakımdan güzel ve övülen ahlâkı tavsiye ettiğini, onları fazilet esaslarına aykırı davranışlardan sakındırdığını gördük.

Her iki eserde de şairlerin çocuklarını azme, mücadeleye, menfaat bilmez gayelere doğru sürüklemek gayreti olmadığı manasındaki tenkide gelince, şunları ifade etmek yerinde olur: Nâbî ve onun halefi Vehbî, söz konusu mesnevilerinde oğullarına “evsatü’n-nâs” (insanların orta hâllisi) olmayı telkin ederken, hem onların can güvenliğini, hem de fakirlik, azil (işinden çıkarma), sürgün, müsadere (malına devletçe el koyma), idam gibi tehlikelerden uzak biçimde, rahat ve huzurlu bir kazanç yolu tutarak yaşamalarını düşünmektedir. Bu iki meşhur nasihat kitabında da hırslı olma, hedefe ulaşma yolunda yılmama, mücadele gibi fikirlerin belirgin olarak telkin edilmediğini söylemek mümkündür; ancak menfaat bilmez gayelere doğru sevk etme gayreti olmadığı iddiasına katılmak –bizce- zordur.

Nâbî ve Vehbî’nin anılan eserlerinde ahlâk noktasından nasihatlerinin uzun bir “sakın haaa”dan ibaret olduğu fikri de –kanaatimizce- hakikate uygun değildir. Zira bu nasihat kitaplarında sırf sakındırma, yani yapılmaması gerekli görülen işlere dair telkin ve tavsiyeler değil, onlarla birlikte yapılması lüzumlu bulunan fiiller de söz konusu edilmiştir. Her iki eserde de bir taraftan İslâmî, ahlâkî ve insanî bakımdan yapılması gereken vazifeler, edinilmesi lâzım gelen faydalı bilgiler, yerine getirilmesi şart olan ibadetler, kazanılması icap eden iyi huylar ve tutulması uygun görülen kazanç yolları (meslekler) üzerinde durulmuş; diğer taraftan oğullar ve onların şahsında diğer okuyucular dinî, dünyevî ve uhrevî yönden faydasız sayılan bilgilerden, ibadet mükellefiyetlerini ihmâlden, zulüm, cimrilik misali İlâhî yasaklara aykırı davranışlardan, kibir, riya, kıskançlık gibi kötü huylardan, içki içmek vb. kötü fiilerden sakındırılmıştır. Oğullarının ve hayat yolunun başlarında bulunan diğer gençlerin dünya ve ahirette mutlu, sağlıklı, esen ve huzurlu olmasını dileyen iki bilgili, inançlı, tecrübeli ve şefkatli babanın hem yapılması, hem de yapılmaması gereken işler hakkında tavsiye ve telkinlerde bulunmasında –bizce- yadırganacak bir taraf yoktur.

  1. Lûtfiyye’ye yöneltilen tenkitlerden biri de bu eserde ferdî ve şahsî bir ahlâk anlayışının hâkim olduğudur. Eserdeki bilgi, fikir ve tavsiyeler, şairin oğlu Lûtfullâh’ın ilim, irfan ve meslek sahibi, iyi ahlâklı bir insan olmasına yöneliktir. Lûtfiyye’de bu yönden ferdî ve şahsî ahlâk anlayışının hâkim olduğu söylenebilirse de söz konusu vasıfları taşıyan kimsenin kendisine, ailesine, dolayısıyla içinde yaşadığı cemiyete ve mensubu olduğu millete de faydalı bir kişi olacağı rahatlıkla ileri sürülebilir. Cemiyetler fertlerden meydana geldiğine göre, iş-güç sahibi, güzel ahlâklı, faziletli insanların teşkil ettiği cemiyetler, erdemli bir topluluk olacaktır.
  2. Nakillerimizde görüldüğü üzere, bazı yazar ve edebiyat tarihi araştırıcıları, Lûtfiyye’nin geçmişi araştırmak için bir vesika olduğu fikrindedir. Böylece onlar, bu eserin günümüzde bir değer taşımadığını ve zamanımız okuyucusu için bir mana ifade etmeyeceğini ima etmektedirler. Lûtfiyye’nin bazı ilim dalları, meslekler ve mevki sahipleri hakkındaki fikirleri günümüz okuyucusu için ancak tarihî vesika olarak bir mana ifade ederse de umumi olarak ilim tahsili, bazı gerekli ve faydalı ilimlerin edinilmesi lüzumu, güzel ahlâk ve adab konusundaki görüşleri, kanaatimizce, büyük ölçüde zamanımızda da geçerli ve değerlidir. Çünkü bu fikir ve tavsiyeler, hayatiyetini, zaman ve mekânla sınırlı değil, her çağda yaşayan insana hitap edecek kaynaklardan almaktadır. Şairin, bilgili görünmek isteğiyle manasını ve telâffuzunu iyi bilmedikleri Arapça, Farsça kelimleri hatalı kullanarak gülünç duruma düşen bilgiç kimseler, güven uyandırmak için dindar görünmeye çalışan insafsız ve riyakâr esnaf, yozlaşmış tasavvuf erbabı hakkındaki tasvirleri, denebilir ki söz konusu zümrelerin öz olarak çağımızdaki  benzerlerine uygun bulunabilecek  türdendir.

 

 

BİBLİYOGRAFYA

Agâh Sırrı, Edebiyat Tarihi Dersleri, İstanbul 1932.

Ahmed Cevdet, Târîh-i Cevdet, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1292/ 1875, c. 9.

Ahmed Rif‘at, Lugât-ı Târihiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1299/1882.

Ahmed Rif‘at, Lugât-ı Târihiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1300/1883.

Ali Nusret, Makālât-ı Târihiyye ve Edebiyye, İstanbul, Muhtar Hâlid Kitabhânesi, 1328 (1910).

Arıcı, Fuat Ali ve dğr. Kuramdan Uygulamaya Çocuk Edebiyatı, 2. Baskı, (Ed. Tacettin Şimşek), Grafiker Yayınları, Ankara 2012.

Ârif Hikmet, Tezkire-i Şuara, Millet Ktp. Ali Emîrî, Tarih nr. 789.

Atalay, Besim, Maraş Târîhi ve Coğrafyası, İstanbul, Matbaa-i Âmire 1339.

Avcı, İsmail, “Klasik Türk Edebiyatında Gelenekli Bir Yazım Konusu Olarak İlim ve Mal”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 2, İstanbul 2009, s. 81-116.

Banarlı, Nihad Sâmî, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1983.

Blochet, Edgard, Catalogue des manuscrits turcs- Bibliothèque Natinale, Paris 1923-33.

[Bölükbaşı] Filozof Rıza Tevfik, “Muhalefetden Ürken, Daima Hükûmetci Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 1 Mayıs 1944, s. 3.

[Bölükbaşı] Filozof Rıza Tevfik, “Daima Hükûmetci Bir Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi: Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 7 Mayıs 1944, s. 3.

[Bölükbaşı] Filozof Rıza Tevfik, “Daima Hükûmetci Bir Dille Konuşan Bir Şair Nümunesi: Sünbül Zade Vehbi”, Yeni Sabah gazetesi, 14 Mayıs 1944, s. 4

Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1333-1342/1915-1923.

Dîvân-ı Sürûrî, Bulak 1255/1839.

Dîvân-ı Vehbî, Bulak 1253/1837.

Enginün, İnci, Zeynep Kerman, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 3, Nesir 2 (1860-1923), Dergâh yayını, İstanbul 2011.

Fatîn Dâvud Efendi, Tezkire-i Hâtimetü’l-eş‘âr, 1271/ 1855.

Flügel, Gustav, Die Arabischen, Persischen und Türkischen Handschriften der Kaiserlich- Königlichen Hofbibliothek zu Wien, I-III, Wien 1865-67.

Genç Kalemler Dergisi, haz. İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, TDK Yayını, Ankara 1999.

Gibb, E. J. W. A History of Ottoman Poetry, I-VI, Londra 1900-1909.

Gibb, E. J. Wilkinson, Osmanlı Şiir Tarihi, I- V, çev. Ali Çavuşoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 1999.

Gökşen, Enver Naci, Örnekleriyle Çocuk Edebiyatımız, 4. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1980.

Gölpınarlı, Abdülbâki, Divan Edebiyatı Beyanındadır, Marmara Kitabevi, İstanbul 1945.

Gövsa, İbrahim Alâettin, Türk Meşhurları, Yedigün Neşriyatı 1946.

Hammer Purgstall, Joseph Freiherr von, Geschichte der Osmanischen Dichtkunst bis auf unsere Zeit, I-IV, Pesth 1836-1838.

Hanifzâde Ahmed Tâhir, Âsâr-ı Nev, Nova Opera ab Ahmed Hanífzádeh Ad Continuandum Haji Khalfae Lexicon Bibliographicum Collecta Et Ad Ordinem Literarum Disposita Ad Codicis Vindobonensis Fidem Primum Edidit Gustavus Fluegel.

Hayriyye-i Nâbî, haz. Mahmut Kaplan, AKM yayını, Ankara 2008.

Hazret-i Ali, Nehc’ül-belâga, hazırlayan Abdülbâki Gölpınarlı, Der yayını, İstanbul, ts.

Huyugüzel, Ö. Faruk, İzmir Fikir ve Sanat Adamları (1850-1950), Kültür Bakanlığı yayını, Ankara 2000.

İbrâhim Alâeddin, “Sünbülzâde Vehbî’ye Nazaran Terbiye ve Tahsîl”, Tedrîsât Mecmuası, Nisan 1341, nr. 66, s. 209-218.

İbrahim Necmi, Târih-i Edebiyat Dersleri, İstanbul Matbaa-i Âmire, 1338/ 1922, 1. Cilt.

Karaca, Recai, Hayriye ile Lutfiye arasında bir mukayese, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Dalı, 1944-45.

Karahan, Abdülkadir, Nâbî, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara 1987.

Kıratoğlu Emin Dîvânı, haz. Mehmet Veysi Dörtbudak, İzmir 2003.

Kocatürk, Vasfi Mahir, Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Yayınevi, Ankara 1964.

Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Türk Edebiyâtında Âşık Tarzının Menşe’ ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe”, Millî Tetebbu‘lar Mecmûası, Mart-Nisan 1331/ 1915, c. 1, Sayı 1, s. 5-46.

Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1918.

Macit, Muhsin, “Diyadin’de Bir Divan Şairi: Necmî”, Turkish Studies, International Periodical Fort he Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 8/ 13 Fall 2013, s. 139-144.

Mehmed Âkif, “Hasb-i hâl”, Sırât-ı Müstakîm, 25 Safer 327 (18 Mart 1909), 2. cild, aded 3, s. 57-58.

Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî yâhud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, I-IV, İstanbul 1308- [1315/ 1891-1898].

Muallim Nâcî, “Nümûne-i İntihâb- 6- Avnî Beğ”, Mecmûa-i Muallim, 5 Cemâzi’l-ûlâ 1303/ 9 Şubat 1886, 1. sene, nüsha 15, s. 57.

Muallim Nâcî, “Nümûne-i İntihâb 15- Sünbülzâde Vehbî”, Mecmûa-i Muallim, 1. sene, nüsha 30, 21 Şaban 1305 (2 Mayıs 1888) s. 118-120.Nuhbe-i Vehbî, İstanbul 1220.

Nûrî, [Lutfiyye Hakkında Manzum Medhiye], Süleymaniye Ktp. İzmirli İ. Hakkı 3664, vr. 109a.

Prof. Ali Cânip Yöntem’in Eski Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, haz. Ahmet Sevgi- Mustafa Özcan, İstanbul 1996.

Prof. Ali Cânip Yöntem’in Yeni Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, haz. Ahmet Sevgi- Mustafa Özcan, Konya 1995.

Sadettin Nüzhet, Tanzimat’a kadar Muhtasar Türk Edebiyatı Tarihi ve nümuneleri, (İstanbul) 1931.

“Süleyman Nazif Beyefendinin Âsâr-ı Kemâl’e Dâir Bir Mektûbu (II)”, Mecmûa-i Ebü’z-Ziyâ, 12 Cumâde’l-ûlâ 1329/ 11 Mayıs 1911, nr. 95, s. 527-34.

Süleyman Nazif, Hak gazetesinin haftalık ilâvesi, 29 Haziran 1328/ 12 Temmuz 1912, ilâve nr. 11, s. 5.

Süleyman Nazif, Mehmed Âkif, İstanbul 1924.

Sünbülzâde Vehbi, Tuhfe, haz. Numan Külekçi- Turgut Karabey, Erzurum 1990.

Sürûrî, Hezeliyyât-ı Sürûrî, ts.

Şahin, Abdullah v. dğr. Çocuk Edebiyatı, 2. Baskı, (Ed. Ömer Yılar, Lokman Turan), Pegem Yayınları, Ankara 2010.

Şânîzâde Târîhi, İstanbul 1290/ 1873.

Şefkat-i Bağdâdî, Tezkire-i Şuarâ, Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Tarih, nr. 770.

Şehâbeddin Süleyman, Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, Sancakyan Matbaası, 1328/ 1910.

Tahir, Başlangıcından Tanzimat devrine kadar Edebiyat tarihimize dair Manzum Bir Muhtıra, İstanbul 1931.

Yahya Kemal, “Yazıyla Yol Gösterenler”, Edebiyata Dâir, İstanbul 1971.

Yalçın, Alemdar- Gıyasettin Aytaş, Çocuk Edebiyatı, 6. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara 2012.

Yayaköylü Ahmed Reşid, Nuhbe-i Vehbî Şerhi, İstanbul 1259.

Yektâ Bâhir [Ali Canib], “Gençlik Kavgası”, Genç Kalemler, ts., 2. cilt, nr. s. 35-38.

Yöntem, Ali Canib, “Sünbülzade Vehbi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1946-47, c. 1, Sayı 1, s. 81-104.

 

 

[1] Gustav Flügel, Die Arabischen, Persischen und Türkischen Handschriften der Kaiserlich- Königlichen Hofbibliothek zu Wien, Wien 1865, c. 1, s. 675,

[2] Edgard Blochet, Catalogue des manuscrits turcs- Bibliothèque, Paris M DCCC XXXIII, Tome II, s. 253, nr. 1384.

[3] Hayriyye-i Nâbî, haz. Mahmut Kaplan, AKM yayını, Ankara 2008.

[4] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Recai Karaca, Hayriye ile Lutfiye arasında bir mukayese, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Dalı, 1944-45.

[5] Lûtfiyye Vehbî, a.g.e., s. 7.

[6] Lûtfiyye Vehbî, a.g.e., s. 15.

[7] Nâcî, “Nümûne-i İntihâb- 6- Avnî Beğ”, Mecmua-i Muallim, 5 Cemâzi’l-ûlâ 1303/ 9 Şubat 1886, 1. sene, nüsha 15, s. 57.

[8] Lûtfiyye Vehbî, a.g.e., s. 36.

[9] “Maa‘ mâfih ‘Vehbî’ gibi şâirler:

Ba‘z-ı cerrâr da şâir geçinir           Cerr-i eskālde mâhir geçinir

Dağıdır halka müzeyyef târîh        Olarak lâyık-ı levm ü tevbîh

İşiten Yûnus ilâhîsi sanır              Bu edâsın gören âdem usanır

diyerek, zavallı Âşık Yûnus’un asırlardan beri halk arasında yaşayan âsâr-ı âşıkānesini istihfafdan geri durmamışlardır. [Lutfiyye-i Vehbî].” (Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Türk Edebiyâtında Âşık Tarzının Menşe’ ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe”, Millî Tetebbu‘lar Mecmûası, Mart-Nisan 1331/ 1915, c. 1, Sayı 1, s. 18. (Ayrıca, Abdülbâki Gölpınarlı, Divan Edebiyatı Beyanındadır, İstanbul 1945, s. 86). “Deh-Murg-nâme sâhibi, eserleri meâl-i tasavvufla meşbû‘ bir şâir olmasına rağmen, ‘Yûnus Emre’ hakkında hürmetkâr bir lisan kullanamamış (…) kezâlik ‘Vehbî’ de onun ilâhîlerinden âdetâ bir lisân-ı tezyîf ve tahkîrle bahs etmişdir [1].” (Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1918, s. 318-319.) Köprülüzâde’nin 1 numaralı dipnotu şu şekilde: “Vehbî, meşhûr Lutfiyye’sinde, dilencilerden bahsederken der ki:

Bed-sadâ böyle dilenciye tamâm   Har gedâ der zurefâ-yı A‘câm

Ba‘z-ı cerrâr da şâir geçinir           Cerr-i eskālde mâhir geçinir

Dağıdır halka müzeyyef târîh        Olarak lâyık-ı levm ü tevbîh

İşiten Yûnus ilâhîsi sanır              Bu edâsın gören âdem usanır”

[10] Lûtfiyye Vehbî, a.g.e., s. 60.

[11] Dîvân-ı Vehbî, a.g.e., s. 14.

[12] Dîvân-ı Vehbî, a.g.e., s. 19.

[13] Dîvân-ı Vehbî, a.g.e., (“gazeliyyât” kısmı), s. 37.

[14] Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî yâhud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, İstanbul [1315/  1898], c. 4, s. 618.

[15] Lutfiyye-i Vehbî, a.g.e., s. 12-13.

[16] Abdullah Şahin v. dğr. Çocuk Edebiyatı, 2. Baskı, (Ed. Ömer Yılar, Lokman Turan), Pegem Yayınları, Ankara 2010, s. 237; Fuat Ali Arıcı ve dğr. Kuramdan Uygulamaya Çocuk Edebiyatı, 2. Baskı, (Ed. Tacettin Şimşek), Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. 50-51.

[17] Meselâ, Enver Naci Gökşen, Örnekleriyle Çocuk Edebiyatımız, 4. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1980, s. 14; A. Ferhan Oğuzkan, Yerli ve Yabancı Yazarlardan Örneklerle Çocuk Edebiyatı, 6. bs. Anı Yay. Ankara 2000, s. 253; Alemdar Yalçın- Gıyasettin Aytaş, Çocuk Edebiyatı, 6. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara 2012, s. 24.