Teketek Haber

MUASIR İKİ ŞAİRİN MÜNACATI: SÜNBÜLZADE VEHBİ VE ŞİNASİ

MUASIR İKİ ŞAİRİN MÜNACATI: SÜNBÜLZADE VEHBİ VE ŞİNASİ
24 Ocak 2019 - 10:14

Özet

Şehirler; tarihini, dil özelliklerini, edebiyatını, sanat tarihini, kültürünü ve sosyal hayatının özelliklerini tarih sayfasına kaydederek, tarihteki yerini alır. Bu vasıflar yüzyılları aşarak günümüze kadar gelir ve etkisini ortaya koyar. Kahramanmaraş’ın edebiyat bakımından verimli olmasının altında yatan sebeplerden belki birisi de Dulkadir Beyliğinin yaklaşık iki asır geniş bir coğrafyaya yayılması ve buraları etkilemiş olmasından kaynaklanır. Yüzyılları aşıp günümüze gelinceye kadar birçok edebiyatçının bu topraklardan çıkarak Türk edebiyatına katkı sağladığını görürüz. Klasik Türk Edebiyatında önemli bir yere sahip olan Münacat şiir türü divan sahibi hemen hemen bütün şairlerin divanlarının baş kısmında yer verdikleri bir metindir. Kendine ait kuralları olan ve aruzla yazılan bu şiir Tanzimat’ın ilanından sonra başlayan Modern Türk Edebiyatı sürecinde de şairlerimizin ilgilendiği bir şiir türü olmuştur. Bu çalışmada Münacat şiir türü merkez alınarak, Sünbülzade Vehbi ile Şinasi’nin bu türde yazdıkları şiirler metinler arası ilişki bağlamında incelenecek farklı ve benzer noktalar ortaya konulacak ve elde edilen bulgular irdelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Çağdaş, Sünbülzade Vehbi, Şinasi, Münacat

 

Giriş

Münacat şiir türünün divan şiirinde ve Tanzimat dönemi şiirindeki kullanımına kısaca bakmak gerekir.  Hemen hemen bütün divan sahibi olan divan şairleri bu şiir türünde şiirler yazmış ve divanlarının baş kısmına koymuşlardır. Tanzimat şairlerinin bir kısmı da yenileşen şiirimizin örneklerini nazım şekli ve türü aynı kalarak sadece içerikte değişikliğe giderek vermişlerdir. Şinasi’nin kaleme aldığı Münacat şiiri bunun en güzel örneklerinden birisidir. Şinasi’nin kaleme aldığı Münacat şiirinde dikkati çeken en önemli husus söyleyiş ve görüş farklılığıdır. “Şinasi şiirinde bizi varlıkla beraber Allah’ın karşısına çıkarıyor. Gökyüzünü ve yıldızları seyrediyor, onlarda Allah’ın kudret ve aydınlığını görüyoruz. Şinasi’nin Allah’a ve onun eseri olan kâinata hayran olduğu aşikârdır. Şinasi’ye göre; kâinat güzel ve manalı, insan günahkâr ama Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir. Şinasi’nin Münacat şiirinin divan şiirindeki örneklerinden dolayısıyla S. Vehbi’nin şiirinden farkı eski edebiyat ile yeni edebiyat arasındaki ayrılığı gösterir. Eski edebiyat yokluğu, yeni edebiyat ise varlığı esas alır. Eski edebiyat, ahrete yönelen bir medeniyetin, yeni edebiyat ise dünyaya dönüşün bir ifadesidir. Şinasi’nin kâinatı ve kâinat içinde Allah’ı anlatması büyük bir mana taşır. Dini dünya görüşünden çıkmıyor, fakat dine bakış tarzı değişiyor. Allah sadece ölümü yaratan bir ilah değil, aynı zamanda ve özellikle hayat ilahıdır. Ahret inkâr edilmemekle beraber, dünyanın harikuladeliği üzerinde durulur. Şinasi’nin manzumesi, geleceğe doğru açılan büyük bir yolun başlangıcı gibidir. Şinasi’den sonra diğer Tanzimat şairlerinin hayat dolu gür seslerini duyarız. Şinasi’nin bu şiirinde ele aldığı tem dinidir. Tem eski olduğu için burada yeni bir şey yok sanılabilir. Bu şiirin değerini ortaya koymak için onu eski münacatlarla mukayese etmek lazım gelir” (Kaplan, 1985 s. 31- 32).

Bu çalışmada Sünbülzade Vehbi’nin Münacat şiiri ile Şinasi’nin Münacat şiiri arasındaki ilişki değerlendirilecektir. Önce Sünbülzade Vehbi hakkında bilgi verilecek daha sonra kısaca Şinasi tanıtılacak, her iki şairin Münacat şiirleri ile ilgili bilgiler verilecek ve iki eser arasındaki ilişkiyle ilgili tespitler yapılacaktır.

 

Sünbülzade Vehbi

Asıl adı Mehmed bin Raşid bin Mehmed olan şairin mahlası Vehbi’dir. O zamanlar Osmanlı’nın bir sancağı olan Maraş’ta Sünbül- zadeler diye bilinen köklü bir aileye mensuptur. Dedesi devrin Maraş müftülerinden Mehmet Efendi olup Saçaklı- zade ile asırdaş ve komşudur. Babası Raşid Efendi de âlim ve şair bir zattır. “Bir rivayete göre babasının, Halep’te “Vehbi-i Evvel” diye tanınan şair Seyyid Vehbi’nin yanında bulunduğu sırada doğum haberi geldiğinden, kendisine Seyyid Vehbi’nin arzusu üzerine Vehbi adı verilmiş, gerek divanında ve gerekse diğer eserlerinde şair bu adı mahlas olarak kullanmıştır.” (Alıcı, 2011: 23)

Kesin olmamakla beraber doğum tarihinin 1132/1133 (1718/1719) olduğu tahmin edilmektedir. Çocukluğunun ve gençliğinin bir kısmını Maraş’ta geçiren Sünbülzade Vehbi Efendi iyi bir tahsilden sonra İstanbul’a gider. İstanbul’da eğitim hayatı devam eder. Kadılık ve müderrislik görevlerini yerine getirir. Zamanın ileri gelenlerine kasideler sunarak onlarla dostane ilişkiler kurmuştur. Bunun sayesinde Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerlerinde kadılıklarda bulunma imkânına kavuşur. Yaş ve Bükreş’te on yedi yıl kadılık yapmıştır. Ayrıca Eflak, Boğdan ve Siroz’da da bulunmuştur. Kadılık mesleğini oldukça uzun bir süre devam ettirir. 1768’de Sultan III. Mustafa zamanında kadılıktan haceganlık (mali işler) mesleğine terfi etmiştir. Bu meslekte yedi sene görev yapan Vehbi Efendi, başta Sultan I. Abdülhamid olmak üzere saray ve çevresinde büyük itibar kazanmıştır. Bu güven sayesinde İran’da baş gösteren huzursuzlukları gidermek üzere 1776’da İran’a elçi olarak gönderilir. Bağdat valisi Ömer Paşa’nın Vehbi hakkında saraya gönderdiği olumsuz rapor üzerine Sultan I. Abdülhamid Vehbi’nin öldürülmesi için ferman çıkarır. Vehbi dostlarının haber vermesi üzerine gizlice İstanbul’a gelir ve bir evde gizlenir. Kaleme aldığı bir kasidede padişaha olan bağlılığını belirtir ve I. Abdülhamid’in affına mazhar olur. İran elçiliği sonrasında geçim sıkıntısı çeker. Sadrazam Derviş Mehmed Paşa’ya sunduğu kasidesiyle bir görev talebinde bulunsa da karşılık görmez. Hiç olmasa eski mesleği olan kadılığın iadesini ister. Yedi sene bir bekleyişten sonra eski mesleği olan kadılığa geri döner. Vehbi Slistre niyabetine tayin edilir. Avusturya seferi sırasında asker ile birlikte Edirne, Sofya, Niş havalisinde dolaştıktan sonra, dönüşünde Eskizağra kadılığına getirilir. Yine yakın çevresinin hakkında olumsuz konuşmaları üzerine kadılıktan azledilir. Vehbi, Sultan selim’den tekrar görev talebinde bulunur. Vehbi üç lisan üzerine yeniden tertip ettiği Divanını Sultan III. Selim’e sunar. III. Selim’de karşılık olarak Vehbi’ye birçok hediye verir. Vehbi, III. Selim döneminde hayatının en parlak yıllarını yaşar. Bu zamanda, “sultan’üş-şuara” unvanını alır. Vehbi bu devrede Manisa ve Siroz’da kadılık yapmıştır. Manastır kadılığına tayin edilen Vehbi’ye son olarak Bolu kadılığı görevi verilmiştir.

Ömrünün kalan kısmını zevk ve eğlenceden geri kalmadan İstanbul’da geçiren yaşlı şair, nikris (mafsal romatizması) hastalığına yakalandıktan sonra iki seneden fazla hasta yatar ve 28 Nisan 1809 tarihinde bu dünyadan göçer. Edirnekapı’sı haricinde Topçulara defin edilmiştir. Öldüğünde yaşı 90’ı aşkındır.

Sünbül-zade Vehbi, bir asra yaklaşan uzun ömründe III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman, III. Mustafa, I. Abdülhamid, III. Selim ve IV. Mustafa olmak üzere sekiz Osmanlı sultanının devrini idrak etmiş bir şairdir.

Sünbülzade Vehbi’nin; Divan, Lutfiyye, Tuhfe-i Vehbi, Nuhbe-i Vehbi, Şevk-engiz, Münşeat adlı eserleri vardır.

Divan’ında Arapça şiirleri, Farsça Divançe’si ve Türkçe şiirleri bulunan şair bu dillerde şiir söyleyebilecek derecede her üç dile de hâkimdir. Bu eserlerinin dışında manzum hikâyeciliğin tipik örneklerinden olan Şevk-engiz mesnevisi ve nasihat-name türünde yazdığı Lutfiyye mesnevisiyle bu alanlarda da varlığını ortaya koyan şair münşeat ve hezeliyatlarıyla da adından söz ettirmiştir. Genel olarak şiirlerinin lirizmden yoksun olduğu değerlendirilmekle beraber kolay söyleyen bir şair olduğu belirtilmektedir.

Teknik bakımından oldukça sağlam olan şiirlerinde dili genellikle sade ve akıcıdır. Kafiye bulmakta zorlanmayan şairin kafiyeleri de oldukça başarılıdır.

Vehbi, devrinin hemen hemen bütün sadrazamlarına ve şeyhülislamlarına kasideler sunmuştur. Bu bakımdan S. Vehbi için bir kaside şairi denilse yeridir.

Şairin manzum tarih düşürmede de oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Divan’da 37 adet manzum tarihi bulunan şairin İstanbul’un birçok mimari eserine tarih düşürdüğü görülür.

  1. Vehbi, bir dil ve söz ustasıdır. Yaşlılığında bile zevk ve eğlenceye düşkün bir delikanlı hayatı yaşamıştır. Edebi kişiliğini de yansıtan böyle bir yaşam felsefesini bir beytinde şöyle ifade eder:

“Belki dirler ne güzel nazm-ı latif

Yazmış ol pir-i cüvan-tab-ı zarif”  (Belki, o zarif ve genç tabiatlı ihtiyar ne güzel nazik şiirler yazmış derler.) (Yenikale, 2011: 19-30)

 

İbrahim Şinasi Efendi

Yeni şiirin ilk temsilcisi olan İbrahim Şinasi 1826- 1871 yılları arasında yaşamıştır. Öğrenimini İstanbul’da yaptıktan sonra devlet memuriyetine girmiş, Tophane Müşiri Fethi Paşa’nın yardımı ile Fransa’ya maliyecilik öğrenimi için gitmiş (1849) ve orada beş yıl kadar kaldıktan sonra İstanbul’a dönerek Meclis-i Maarif-i Umumiye üyeliğine getirilmiştir. Reşid Paşa’ya bağlılığından, Paşa’nın iktidarda bulunup bulunmamasına göre, o da görevinden uzaklaştırılmış veya yeniden göreve alınmıştır. (Tıpkı S. Vehbi’nin yaşadığı gibi) 1858’de Fransızcadan manzum olarak yaptığı bazı şiir tercümelerini Tercüme-i Manzume adı ile bastırdı. 1860’da Agâh Efendi ile birlikte ilk özel gazetemiz olan ve Şair Evlenmesi adlı komedisini tefrika ettiği Tercüman-ı Ahval’i ve sonra da tek başına Tasvir-i Efkâr’ı çıkardı (1862). Aynı yıl, şiirlerini Müntahabat-ı Eş’ar adlı bir kitapta topladı. Bir yıl sonra da, derlediği atasözlerini Durub-i Emsal-i Osmaniye adı ile bastırdı. Adının Ali Paşa için düzenlenen bir suikasde karışmasından ürkerek, 1865 de Paris’e kaçtı ve orada siyasi sürgün olarak bulunan Mustafa Fazıl Paşa’nın maddi yardımı ile yaşadı. Paris’te bu ikinci bulunuşu sırasında, bir Türkçe sözlük hazırlamakta idi. Eserde takip edilecek metot bakımından da, dostu meşhur Littree (Litre) den faydalanıyordu. 1869 da İstanbul’a dönünce, artık siyasetle tamamıyla ilgisini keserek, yalnız matbaa işleri ile uğraştı. Tek gayesi, hazırladığı Türkçe sözlüğü yayımlamaktı. Fakat bunu başaramadan 1871 de öldü.

Şinasi’nin şiirimiz üzerindeki yenileştirme çabası, Fransa’dan ilk dönüşü ile başlar. Şinasi’nin yeni tarz Kasidelerinde dikkati çeken husus, fikrin de üstünde hâkim kılınan unsurun akıl olmasıdır. Fransız klasiklerinin tesirinde bulunan, aklın prensiplerine sıkı bağlılığı ve lirizmden yana fakirliği ile bilhassa Boileau (Bualo) ya çok benzeyen Şinasi, Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında akılcılığın da ilk temsilcisidir. Ayrıca yeni tarz kasidelerinde, lüzumsuz hayal unsurundan kaçınarak, genellikle düşüncenin ifadesine yaramak gayesinde olan basit ve oldukça açık bir üsluba ve ona uygun bir sese sahip oldukları da kolaylıkla görülür.

Şinasi düz kafiye ile şu şiirleri yazmıştır: Münacat, İlahi, Arz-ı muhabbet ve birkaç kıta. Bu şiirlerin, duyuş ve hayal tarzında olduğu kadar üslupta da Divan şiirinden ne kadar çok ayrılıkları olduğu açıkça bellidir. Şinasi’nin konuşulan Türkçeden yeni bir şiir dili yaratmak hususundaki çabası, XVI. Asır şairlerinden Edirneli Nazmi’nin çabasını andırır. Gayesi konuşulan dile yaklaşmak olduğu halde, biraz yaptığı denemenin yeniliğinden, biraz da sanatçı gücünün eksikliğinden dolayı bu çaba oldukça verimsiz kalır. Safi Türkçe ile yazdığı parçalarda bile dil konuşma dilinin canlılığına ve tabiliğine erişemez. Yeni bir şiir dili kurmak hususundaki denemenin başarısızlığına ve süreksizliğine rağmen, Şinasi’nin bu çabalaması, edebi nesirle yeni bir dil anlayışının paralelliğini belirtmesi ve bu yöndeki çalışmaların ilk merhalesi olması bakımından oldukça önemlidir.

Bütün bu özellikleri ile Tanzimat’tan sonraki Türk şiirinin temellerini attığını gördüğümüz Şinasi’yi, batılı şiirin esaslarını gereği gibi bilmekle beraber, gerek hayallerindeki ve duygularındaki renksizlik ve gerekse sanat gücündeki yetersizlik yüzünden, bildiklerini gerçekleştirmek hususunda, doyurucu bir başarıya ulaşamamıştır. Onu, ancak orta seviyede bir şair ve sanatçı olarak kabul edebiliriz. (Akyüz, 1979: 18- 20)

 

Münacat

Allah’a karşı yapılan yalvarış ve yakarışları anlatan şiirlere münacat denir. Münacat kutsal bir konu olduğundan divanların en başında yer alır. Genellikle kaside biçimiyle yazılır. Bu konular için öteki nazım biçimleri de kullanılmıştır. (Dilçin, 1997: 251)

Kaside; Türk edebiyatında din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla belirli kurallar içinde yazılan uzun şiirlere denir. Beyitlerle yazılan bir nazım biçimidir. Uyak düzeni, gazelin uyak düzeninin (aa – xa – xa – xa – xa – xa) aynıdır. Kasidenin ilk beytine matla denir. Kasidenin son beytinin adı makta’dır. Şairin mahlasının bulunduğu beyte tac- beyt adı verilir. Kasidenin en güzel beytine de beytü’l- kasid denir. Kaside, en az 31, en çok 99 beyit olur. Kaside 6 bölümden oluşur: Nesib ya da Teşbib, Girizgâh ya da Giriz, Mehdiye, Tegazül, Fahriye, Dua. (Dilçin, 1997: 122- 123)

“Tevhid ve münacat dini şiirin başında gelir… Bir tevhid üç esaslı kısma ayrılır: Birinci kısımda Tanrı’nın selbi ve sübuti sıfatlarından bahsedilir. İkinci kısımda sübuti sıfatlardan kudretin kâinattaki tecellileri gelir. Üçüncü kısım münacattır. Aşağı yukarı her tevhitte bu üç esaslı unsuru bulabiliriz. Birinci kısımda lirizme rastlanmaz. İkinci kısımda, kemal ve kudretin, üçüncü kısımda ise beşeri aczin, korkunun heyecanını buluruz.” (Kaplan, 1992: 256)

 

İki Münacat Şiiri Arasındaki İlişki

Münacat şiiri yapı bakımından aşağı yukarı yukarıda ifade edilen plana uygunluk arz eder. 40 mısralık şiirin ilk 20 mısraında Tanrı’dan, Tanrı’nın kudretinden, Tanrı ile kâinatın münasebetinden bahseden Şinasi, ikinci 20 mısrada kendisinden, isyan, günah ve aczinden bahseder. Demek ki Şinasi plan itibarıyla eski münacatta bir değişiklik yapmıyor. (Kaplan, 1992. 256)

Şinasi Divan şairlerinin kullandıkları maddelerden çoğunu şiirine sokmamıştır. O, Münacat şiir örneği ile gerçekten yeni bir edebiyatın başladığını açıkça gösterir. Münacat eskiye özellikle üslup bakımından zıttır. Sadelik, bu şiirin en önemli özelliği olarak dikkati çeker. Şinasi bu şiirin muhtevasında da birtakım değişikliklere gitmiştir. Muhteva ile üslup arasında sıkı bir bağ vardır.

Münacat, muhteva bakımından iki kısma ayrılır:

1) 1- 10 beyitler arasında şair, Allah ile kâinat arasındaki bağlantıdan,

2) 10- 20 beyitler arasında kendisi ile Allah arasındaki ilişkiden söz eder.

Allah, azamet âleminin padişahıdır, fakat ondan ayrıdır ve mekânın ötesindedir. Varlık, onun eseridir; onun emirlerine mutlak surette boyun eğer. Yer onun emriyle gece gündüz hareket eder. Mevsimler, onun emrine göre değişir. Güneş onun merhamet ışığının bir şulesidir. Yıldızlar onun yüce heybetinin kıvılcımlarıdır. Kimi yerinde duran, kimi dolaşan bu varlıkların her biri, onun mevcudiyetini ispat eden ışıklı birer delildir. Melek ve cehennem gibi gözle görünmez varlıklardan da bahsetmekle beraber, Şinasi, daha ziyade gözle görülen âlem ve umumiyetle astronomik varlıklar üzerinde duruyor. Onların nizamında bir güzellik ve Allah’ın mevcudiyetinin bir delilini buluyor.

Eski münacatlara bu bilgiler ışığında baktığımızda giren malzemenin çok kalabalık olduğunu görürüz. Bunlarda özellikle yeryüzüne ait varlıklar üzerinde durulur. Bir sürü teferruat, manzume boyunca ortaya dökülür. Şair bunlardan her biri ile ayrı ayrı oynar, teşbihler, mecazlar, bütün bunların içerisinde Allah fikri kaybolur. Şairin maksadının dini bir duyguyu anlatmaktan ziyade maharet göstermek olduğunu kuvvetle hissederiz. Şinasi, her şeyden önce, eski münacatları dolduran malzeme yığınını ayıklamakla işe başlar. Allah fikrini yeryüzüne ait teferruat ile değil, kâinatın bütünlüğü içinde ortaya koyar. Gayesi sanat göstermekten ziyade, Allah ile kâinat arasındaki bağlantıyı anlatmaktır. Bundan dolayı fikri örten ve dağıtan kelime oyunlarını da bir kenara bırakır. Şinasi’nin Münacat’ı sade çizgilerle yapılmış bir desene benzer. Birinde teferruat üzerinde ince işleyen bir kalem, ötekinde birkaç karakteristik hatla bütünü vermek isteyen bir düşünce vardır.

“Eskiler, Tanrı’nın selbi sıfatlarından, beka, kıdem ve vahdaniyetinden, kaza ve kaderden, cemal ve celalinden ilh. Bahsediyorlardı. Tanrı’nın kudretini göstermek için teferruata inerler, hemen bütün mahlûkları sayarlardı: Öküz, vaşak, yılan, örümcek, ipekböceği, kuşlar, bitkiler, buğday, ağaçlar ve çiçekler, çimen, kıymetli taşlar, inci, misk, şeker ve bal… Sonra Peygamberlerin mucize ve hayatlarından: İsa, Musa, İbrahim, İsmail, Süleyman, Zekeriya! Bu varlıklardan her biri eski şairler için bir mazmun yapma vesilesi idi.

Şinasi ise, seçme birkaç unsurla, bize, Tanrı’yı ve onun kâinata hâkim oluşunu duyurmasını bilmiştir. Tanrı azamet âleminin padişahıdır; la-mekândır; devletinin tahtgehi yoktur; ezeli mülk zatına hastır; yeri ve göğü o yaratmıştır. Şinasi’nin zevkle üzerinde durduğu şey, bilhassa astronomik elemanlardır.

Şinasi, eski şairler gibi yeryüzüne inmez, küçük mahlûkların adını dahi zikretmez; gökyüzünde kalır. Kâinatın olağanüstü olması onu cezp eder.” (Kaplan, 1992: 257)

Allah’ın ispat edilmesi ve akla uygun deliller aranması meselesi de yeni bir anlayışın sonucudur. “Eskiler için Tanrı’nın varlığı bedihi bir hakikattir; bunu ispata kalkmak hem abes, hem de günahtır. Fakat Şinasi, birdenbire, XVIII. Yüzyılın akılcı filozoflarını hatırlatan şöyle bir mısra yazıyor:

“Vahdet-i zatına aklımca şehadet lazım.”

Akıl, eskiler tarafından daima aşağı görülmüş bir melekedir. Onun Tanrı’yı anlamasına imkân yoktur. Şinasi ise Tanrı’nın birliğine inanması için aklının şehadetine lüzum olduğunu ileri sürüyor. Aslında akıl, şüpheyi de beraberinde getirir.” (Kaplan, 1992: 258)

Şiirin ikinci kısmında Şinasi, günahlarından, pişmanlıklarından ve Allah’ın sonsuz kereminden bahsediyor. Allah’ın ispatı gayesini güden ve dış dünyadan bahseden birinci kısım ile bu kısım arasında bir tezat var gibidir. Allah’ın ispatından bahseden şair, kâinattan sonra insanı bu açıdan ele alabilirdi. Böyle yapmıyor. Doğrudan korkusunu ve günahını anlatmaya başlıyor. Birinci kısmın tasviri ve zihni olmasına karşılık, ikinci kısım, hissi bir karakter taşımaktadır. Allah korkusunun içini dağladığını söyleyen şair, içi ile dışı arasındaki tezadı belirttikten sonra, zikzaklı bir ruh halini anlatıyor. İsyanı pişmanlık takip ediyor. Arkasından ümitsizlik geliyor. Sonra huzura kavuşuyor.

“Münacatın 20 mısra tutan ikinci kısmı, lirik bir mahiyet taşır, yani şair burada kendi ruhundan bahseder. Muhtevaya bakacak olursak, hemen hemen hiçbir yenilik yoktur, fakat üslup tamamıyla başkadır. Bu başkalık evvela tonda kendini hissettirir. Şinasi’nin şiirinin son kısmı ayrı bir tona sahiptir. Tanrı’ya yalvarma edası taşımaz. Şinasi’de Tanrı’ya hitap eden bir tek kelimenin dahi bulunmaması dikkat çekicidir. Münacatın sonunda şair kendi kendine konuşur. Bu üslup, Divan üslubundan bambaşka, Fransız trajedisinden gelen bir kendi kendine konuşma üslubudur. Eski edebiyatımızda bu kadar hareketli ve canlı bir ifadeye rastlamak hemen hemen imkânsızdır.” (Kaplan, 1992: 259- 260)

12- 18. beyitler, içten yapılan bir diyalogun, bir konuşmanın ifadeleridir.

“Ne dedim, tevbeler olsun, bu da fi’l-i şerdir!”

Mısraında geçen bu iç konuşma örneği kanaatimizce edebiyatımızda yeni bir şeydir. Eski edebiyatımızda da isyan, günah, pişmanlık ve yakarış duyguları vardır. Fakat bu cinsten bir iç konuşmaya rastlamıyoruz.

Şinasi manzumesinde, eskilerde de kullanılan bir temi yeni bir şekilde kullanmıştır. Fakat üslup bakımından yapmış olduğu yenilik daha çok göze çarpar. Edebi sanatlar oldukça arındırılmış, mazmunlar arakasına saklanmayan bir üslup karşımıza çıkar. Şair ne söyleyecekse onu düz ve açık olarak söyler.

Şinasi diğer şiirlerinde olduğu gibi bu şiirinde de halkın kullandığı kelimelere ve ifade tarzlarına fazla yer vermektedir.

“Ey Şinasi içimi havf-ı ilahi dağlar

Suretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar”

Mısraları sadece kelime bakımından değil, tasavvur ve eda bakımından da halkçıdır.

Şinasi Münacat’ın yalnız ilk kısmında, eski tevhitlerde de kullanılan Tanrı- padişah imajına başvuruyor. Fakat bu imaj bir süs olmaktan ziyade, Tanrı’nın kâinata hâkim oluşunu anlatan zaruri bir ifade vasıtasıdır. (Kaplan, 1992: 261- 262)

Münacat’ın iki kısmı, iki basit fikirde toplanabilir:

1) Allah kâinata hâkimdir veya kâinat Allah’ın varlığını ispat eder.

2) Allah insanı bağışlar.

Şinasi’nin sadelik ve açıklığı elde etmek için başvurduğu ikinci yol mazmunları ortadan kaldırmak oluyor. Bu hususta o kadar ileri gidiyor ki, içinde hiçbir benzetme, mecaz, bulunmayan çıplak mısralar yazıyor. Benzetme ve mecazların sayısı dördü geçmiyor. Bütünü ile şiir, fikir ve duyguların yalın olarak ifade edilmelerinden ibaret gibidir. Divan şiirinin özelliklerinden biri de günlük dilde konuşulmayan kelimeleri kullanmak, ikizli, üçüzlü, Farsça terkipler yapmaktır. Şinasi ise konuşma diline gidiyor. Farsça terkipleri oldukça azaltıyor. Şinasi bu sadeleştirme işini şuurlu olarak yapıyor. Bunun arkasında bir kültür ve bir ideoloji vardır. (Kaplan, 1985: 31- 36)

Aşağıda açık olarak yazılanlar Şinasi’ye, koyu olarak yazılanlar S. Vehbi’ye ait bilgileri içermektedir.

– Şinasi’nin Ömrü; 1826- 1871= 45 yıl yaşamış

– S. Vehbi’nin Ömrü; 1719- 1809= 90 yıl yaşamış

– 19. yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyreği

– 18. yüzyıl ve 19. yüzyılın başları

—Şinasi S. Vehbi’nin ölümünden 17 yıl sonra dünyaya gelir.

—Birbirlerine yakın dönemlerde yaşamışlardır.

– 20 beyit; 40 mısra

– 55 beyit; 110 mısra

– Kafiye düzeni; aa / bb / cc …

– Kafiye düzeni; aa / bb / cc…

– Aruz ölçüsü; Fe i latün (Fa ilatün) / Fe ilatün / Fe ilatün / Fe ilün (Fa lün)

– Aruz ölçüsü; Mefa ilün / Mefa ilün / Fe ulün

– Besmele ile başlıyor arkasından mutaffifin 20, 21. ayetler: Kitabün merkum yeşhedühü’l- mukarrebun.

– Dil oldukça sade ve anlaşılır.

– Dili divan şiiri dil anlayışına uygun

– Mazmun yok denecek kadar

– Mazmunlar kullanılmış

– Edebi sanat birkaç tane

– Edebi sanatlar kullanılmış

– Münacat diye müstakil bir başlığı var

– Divan tertibi açısından kurallara uygun olarak baş kısımda yer alıyor

– Başlangıç beyti; “Hak- taala azamet âleminin padişehi

La- mekândır olamaz devletinin taht- gehi”

(Allah ululuk âleminin padişahıdır. O’nun devletinin taht yeri yoktur. Çünkü Allah “mekândan münezzehtir, belli bir yeri yoktur.)

– Başlangıç beyti; “İlahi sensin ol Kadi-i Hacat

                            Ki layıkdır sana arz-i münacat”

– Son beyit; “Beni afveylemeye fazl-ı ilahisi yeter

Sanma haşa kerem-i na-mütenahisi biter.”

(Beni bağışlamaya O’nun ilahi fazileti yeter, çünkü sonsuz keremi, haşa, biter sanma.)

– Son beyit; “Dilim aşkınla pür-şevk ü safa kıl                            

                      Zebanım na’t- guy-ı Mustafa kıl”

– S. Vehbi şiirinin tamamında Allah’ın isim ve sıfatlarını sayarak ona uygun ruh haliyle yalvarış ve yakarışını dile getirmektedir.

– Karışık dahi olsa kul olarak kendi kusur ve hatalarını dile getirerek af talebinde bulunmaktadır.

– Peygamber Efendimizi anlatan beyitler de vardır. Onun ümmeti olması konusundaki duygu ve düşüncelerini dile getirir.

 

İki Münacat Şiirinde Birbirini Çağrıştıran Beyitler:

Şinasi: Hak- taala azamet âleminin padişehi

La-mekândır olamaz devletinin taht-gehi

(Allah ululuk âleminin padişahıdır. O’nun devletinin taht yeri yoktur. Çünkü Allah “mekândan münezzeh”tir, belli bir yeri yoktur.)

Sünbüzade Vehbi : Ezel sensin ebed sensin İlahi

Çü sensin padişehler padişahı

(Başlangıcı belli olmayan zaman diliminden bitişi belli olmayan zaman dilimine kadar, zamandan münezzeh bir şekilde yaratıcı sensin)

 

Şinasi: Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyadı

Dolu boş cümle yed-i kudretinin icadı

(Yeryüzü ile gökyüzünün yaratılması O’nun yaratıcı gücünün eseridir. Hayat belirtisi olan veya olmayan bütün âlemlerin yaratılması O’nun kudreti iledir.)

Sünbülzade Vehbi : İlahi sensin ol Baki vü da’im

Senin emrinle âlem oldu ka’im

(Allah’ım sonsuz ve ve daimi olan sensin, senin emri kün feyekün emrinle bu âlem yaratıldı.)

 

Şinasi: Varlığın bilme ne hacet küre-i âlem ile

Yeter isbatına halk ettiği bir zerre bile

(O’nun varlığını bilmek için âleme bakmaya ne gerek var, yarattığı bir zerre bile O’nun varlığını isbata yeter.

Sünbülzade Vehbi : Degil agraz ile fi’lin mu’allel

Bu bir burhan-ı katı’dır müdellel

( Senin yaratışın, eylemin sakat, eksik bir niyet değildir, bu apaçık, kesin kati bir delildir.)

 

Şinasi: Ne dedim tövbeler olsun bu da fi’l-i şerdir

Benim özrüm günehimden iki kat bed-terdir

(Ne dedim, tövbeler olsun, bu da bir kötü iştir. Benim özrüm günahımdan iki kat daha beterdir.)

Sünbülzade Vehbi : Ne etdim kulluga layık ibadet

Ne kıldım bir dakika hüsn-i ta’at

(Bir kul olarak layıkıyla ibadet ettim mi, bir an olsun güzel bir davranış hoşa gidecek bir ibadet yaptım mı?)

 

Şinasi: Sehvine oldu sebeb acz-i tabi’i kulunun

Hem O’dur âlem-i ma’nide şefi’i kulunun

(Kulunun hatalarına, onun yaratılışından gelen zayıflığı sebep oldu. Hem mana âleminde kulun bağışlanmasına vesile olacak olan da o(nun bu zayıflığı)dur.

Sünbülzade Vehbi : Yanıldım genc iken şeytana uydum

Nedamet geldi pir oldukda toydum

(Yaşım genç iken aldanarak, şeytanın vesveselerine kapıldım, olgulaşınca yaptıklarımdan pişman oldum.”

 

Şinasi: Nur-i rahmet neye güldürmeye ru’yi siyehim

Tanrı’nın mağfiretinden de büyük mü günehim

(Tanrı’nın rahmetinin nuru kara yüzümü niçin güldürmesin, benim günahım Tanrı’nın bağışlama gücünden büyük müdür?)

Sünbülzade Vehbi : Aman ya Rab bu abd-i ru-siyahı

Bu cürm-alude pir-i pür-günahı

(Allah’ım bu kulunun siyah, günahlarla kararmış yüzünü, bu baştanbaşa günahkâr, kötülükler işlemiş kulunun…)

 

Şinasi: Kulunun za’fına nisbet çoğ ise noksanı

Ya anın kahrına galip mi değil ihsanı

(Kullarının zaaflarına oranla kusurları da çoktur. Ancak O’nun bağışlama ve yardım gücü kahrına üstün değil mi?)

Sünbülzade Vehbi : Beli çokdur bu asinin kusuru

Bilir amma ki ma’na-yı Gafur’u

(Bu asi kulunun kusuru, hatası doğru çoktur, fakat O’nun öbür dünyada afedici ve bağışlayıcı olduğunu da bu kulunun bilir.)

 

Belki de Şinasi’nin Münacat şiirinin öne çıkan en çarpıcı farklı ve yeni beyti Sünbülzade Vehbi’nin ve diğer münacat şiirlerinde olmayan şu ifadelerdir:

“Vahdet-i zatına aklımca şehadet lazım

Can ü gönlümle münacat ü ibadet lazım.”

(zatının birliğini aklımca doğrulamak gerek, can ve gönülden yalvarıp yakarıp, ibadet etmek gerek.)

 

Sonuç

Hemen hemen bütün divan sahibi olan divan şairleri Münacat şiir türünde şiirler yazmış ve divanlarının baş kısmına koymuşlardır. Tanzimat şairlerinin bir kısmı da yenileşen şiirimizin örneklerini nazım şekli ve türü aynı kalarak sadece içerikte değişikliğe giderek vermişlerdir. Şinasi’nin kaleme aldığı Münacat şiiri bunun en güzel örneklerinden birisidir.

Allah’ın ispat edilmesi ve akla uygun deliller aranması meselesi de yeni bir anlayışın sonucudur. Eskiler için Allah’ın varlığı bedihi bir hakikattir; bunu ispata kalkmak hem abes, hem de günahtır. Fakat Şinasi, XVIII. yüzyılın akılcı filozoflarını hatırlatan şöyle bir mısra yazar:

“Vahdet-i zatına aklımca şehadet lazım.”

Akıl, eskiler tarafından çok fazla dikkate alınmamış bir melekedir. Akıl yerine kalp her zaman öne çıkarılmıştır. Aklın Allah’ı anlamasına imkân yoktur. Şinasi ise Allah’ın birliğine inanması için aklının şehadetine lüzum olduğunu ileri sürmektedir. Aslında akıl, şüpheyi de beraberinde getirir. Bu ve benzer ifadeler Şinasi’nin Klasik Münacat şiirinden ne kadar farklı bir bakış açısı ortaya koyduğunun bir göstergesidir.

Sünbülzade Vehbi’nin Münacat şiiri teknik bakımından oldukça sağlam ve şiirinin dili sade ve akıcıdır. Dilinin bu özelliği onun Şinasi’yle olan ortak taraflarından birisidir. Sünbülzade Vehbi şiirin unsurlarını kullanma bakımından da oldukça başarılıdır, örneğin; Kafiye bulmakta zorlanmayan şairin kafiyeleri de başarılıdır. Şinasi şiirin unsurlarını kullanırken daha seçici olmuş, yeteri kadar kullanmış, abartıya gitmemiştir. Kafiye konusunda, vezin kullanmada başarılı olan Şinasi mazmunlardan ve edebi sanatlardan oldukça az yararlanmıştır.

Sünbülzade Vehbi, devrinin hemen hemen bütün sadrazamlarına ve şeyhülislamlarına kasideler sunmuştur. Bu bakımdan Sünbülzade Vehbi için bir kaside şairi denilse yeridir. Şinasi de kaside geleneğine aynen uymuş ve devrin sadrazamına kasideler yazıp sunmuştur.

 

KAYNAKLAR

Akyüz, K. (1979). Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İstanbul: Mas Matbaacılık.

Alıcı, L. (2011). Nasihatname-i Vehbi, Kahramanmaraş: Ukde Yayınları.

Dilçin, C. (1997). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

Kaplan, M. (1985). Şiir Tahlilleri 1, İstanbul: Dergâh Yayınları.

Kaplan, M. (1992). Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 1, İstanbul: Dergâh Yayınları.

Parlatır, İ. (1988). “Tanzimat Şiiri”, Büyük Türk Klasikleri, C. 8. İstanbul: Ötüken-Söğüt, s. 373- 375.

Yenikale, A. (2011). Sünbül-zade Vehbi – Divan, Kahramanmaraş: Ukde Yayınları.

* Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.