“Sahibini Arayan Madalya”
Büyük usta Tarık Buğra ise “Sahibini Arayan Madalya” adlı eserinde konuyu senaryo üslubu içerisinde şu şekilde anlatıyor:
“Caminin içi doludur. Müezzin ayakta hutbe için ezan okumaktadır. Evliya Efendi gelir, şöyle bir etrafına bakınır, Mıllış Nuri’nin yanına oturur. Her şey tamam gibi bakışlarıyla işaretleşirler.
Ezanın sonlarıdır. Ezan devam ederken, Rafet Hoca da Cuma hutbesi için minbere çıkmaktadır. Bu arada diğer kahramanlarımızı görürüz. Hepsi cemaatin içine karışmış vaziyette oturmaktadırlar. Rafet Hoca minberde sekiz-on basamak çıktıktan sonra durur, döner. Bu sırada ezan da biter.
RAFET HOCA- Ey cemaat! Minbere Cuma hutbesi için çıkmadım. Bilesiniz. Cuma hür insanlara farzdır. Kalede Fransız bayrağı dalgalandıkça kılacağınız Cuma namazı dinen eksiktir. Buyurun öğleyi eda edelim.
EVLĐYA- Doğru. Bayraksız Cuma namazı kılınmaz. Tasdik sesleri duyulmaya başlar.
-Doğru
-Doğru. Sancaksız Cuma namazı sahih olmaz. -Bayraksız Cuma kılınmaz.
Aslan Bey ayağa kalkar.
ASLAN BEY- Sancağı çıkarın../
Önde oturan Ökkeş mihrabın yanındaki sancağı koşar alır. Mehmet Ali, Süleyman Bey, Abdal Halil, Birkaç kişi daha sancağı alan Ökkeş’in etrafında toplanır.
ASLAN BEY- /..Bayrağımızı tekrar kalede dalgalandırıp, Cumayı gölgesinde eda edelim.
Cemaat ayaklanır. Sesler: -Evet. Kalede eda edelim -Dinini seven sancağın altına
99
-Allahüekber
-Allahını seven yürüsün
Önde elinde bayrak olduğu halde Ökkeş, kalabalık, nehir gibi, caminin kapısından avluya akar.
/Tekbir müziği başlar, yükselerek devam eder./”
Tarık Buğra’nın eserindeki en önemli farklılık Ulu Camii Đmam hatibinin Rafet Hoca olduğu ibaresidir. Oysa Rafet Hoca ismi başka hiçbir eserde yer almaz. Dolayısıyla Rafet Hoca ismi hatalı bir tesbittir.
Aslında Tarık Buğra’nın bu hatasını hoş da karşılamak gerekir. Büyük bir edebiyatçı, roman ve senaryo yazarı olan Tarık Buğra “Sahibini Arayan Madalya”yı Ajans 1400’ün teklifi ile kaleme almıştır. Eser henüz beyazperdeye aktarılmadan önce bu senaryo metnini görmüş ve o günlerde Đlim ve Sanat dergisi için bir söyleşi yapmak üzere Ötüken Yayınevinde görüştüğüm Tarık Buğra’yla bu konu ile ilgili de bir söyleşi yapmıştım. Uzunoluk dergisinin 12 Şubat 1986 tarihli sayısında yayınlanan söyleşide ilk sorum şöyle olmuştu:
“-Efendim öğrendiğimiz kadarıyla Ajans 1400 adına Maraş’ın Fransızlara karşı mücadelesini konu alan bir senaryo hazırlamışsınız. Bu senaryo hakkında bize bilgi verir misiniz?
T.Buğra: Bu senaryo için bana yapılan teklifi kabul etmemin tek sebebi bağımsızlık ve özgürlük temlerine karşı duyduğum büyük ilgidir. Okuyucularım ve Türk edebiyatı ile ilgilenenler bilir: Ben piyeslerimden Ayakta Durmak Đstiyorum ve Yüzlerce Çiçek Birden Açtı’da, romanlarımdan da Siyah Kehribar, Gençliğim Eyvah ve özellikle, Küçük Ağa ile Firavun Đmanı’nda bu temleri işledim; bu temlerin evrensel boyutlarını vermeye çalıştım ve başardım. Bu bir kuru övünme değildir; çünkü sağcı, solcu, bütün eleştirmecilerin, inceleme araştırma ve anket eserlerinin tesbitidir.
100
Özgürlük ve bağımsızlığı elbette, her şeyden önce kendi soyum ve kendi ülkem için önemserim. Bu yüzden de, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ve Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıcındaki Maraş beni evveliyetle çekti.”
Đkinci sorum şu şekilde olmuştu:
“-Böyle bir senaryonun hazırlanabilmesi için olayın gerçekleştiği bölgelerin önceden gezilip görülmesi gerekmiyor mu? En azından tasvirler için. Oysa ki bildiğimiz kadarıyla bu senoryoyu siz Maraş’ı ve Maraş insanını tanımadan, görmeden yazdınız..
T.Buğra: Bu soruyu sorarken senaryo ile roman arasındaki önemli farkı düşünmediğinizi anlıyorum. Söylediğiniz gereklilik roman için şarttır. Ama, giyim, kuşam, evler, sokaklar gibi yerel gerçekler filmde senaristi değil, yapımcıyı ve yönetmeni ilgilendirir. Senaryo yazarı için önemli olan şey ele aldığı konunun evrensel ve ebedî, yanî insânî boyutlarını kavrayabilmektir. Kaldı ki ben Kahramanmaraş’ı ve Kahramanmaraşlıları yeterince tanıdım; bu senaryo için bunlarla sizin kadar ilgilendim.”
Bu görüşmeyi yaptığım yıllarda belki de 20’li yaşların verdiği hamlık ve gözükararlılıkla can alıcı şöyle bir soru da yöneltmiştim sayın Buğra’ya:
“-Böyle bir konunun Maraş’ı daha yakından tanıyan Maraşlı bir yazara değil de size verilmiş olmasının sizce sebebi nedir?”
Aslında bu soru ile benim söylemek istediğim net ve açıktı. Büyük usta alınganlık göstermeden şu cevabı vermişti:
“T.Buğra: Đyiniyetinizden ve dürüstlüğünüzden şüphe etseydim, yalnız bu sorunuza değil, ötekilere de cevap vermezdim. Ama size güvendiğim için söylüyorum:
Böyle büyük konular –sık sık tekrarlarım- her yazara açıktır. Tekrar tekrar ele alınabilirler ve alınmalıdırlar. Yazarlığın görevidir bu. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’mız veya Osmanlı Devleti’nin kuruluş veya daha sonraki çarpıcı
101
dönemleri gibi, Kahramanmaraş olayı da bütün yazarlara açıktır. Yazılmakla bitmez. Ve Kahramanmaraş’ın –benim yazmadığım, yazamayacağım- romanları, piyesleri hâlâ yazar beklemektedir.
Bu iş de “vermek”le ilgili değildir. Kaldı ki, “bu iş” bana “verilmemiştir”; konuyu biz, Ajans 1400’ün değerli yöneticileri ile kendi aramızda ele alınmaya değer gördük ve gündeme getirdik. Bunu başkaları da yapabilir ve yazdıkları senaryoyu kabul ettirebilirlerdi.
Bununla beraber şunu da söylemeden geçmem: Ben sıradan bir yazar değilim: Hikaye, roman, piyes, senaryo… yazdıklarım ortadadır ve aldığım hüküm edebiyat tarihlerinde, ansiklopedilerde, üniversitelerin tez kitaplarındadır. Yalnız Kahramanmaraş’a değil, tekrar ediyorum, bütün Türkiye’ye ve Türklüğe sunduğum Sahibini Arayan Madalya’nın kabulü de bunun bir sonucu sayılmalıdır.”
Tarık Buğra haklıydı. Küçük hatalar olsa da büyük konular defalarca yazılmalıydı. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in kaleme aldığı “Tohum” piyesi de aynı yaklaşımın bir sonucu olarak doğmamış mıydı?
Aradan yıllar geçtikten, Tarık Buğra ebedi aleme intikal ettikten sonra ailesinin izni ile o senaryo metnini kitaplaştırmak da yine bana nasip olmuştu. Kendisini bir kez daha rahmetle anıyorum.
102
VE AŞIKLIOĞLU HÜSEYĐN
Kale burçlarından bayrağı indirilen Maraşlı tek yürek olmuş ve kale burçlarında ay-yıldızlı bayrağını yeniden dalgalandırmıştı o gün. Tarih 28 Kasım 1919’du. Fransızlar neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Halkın gönlünü almak, gerginliği gidermek isteyen Guvernör Andre Osmaniye’den beraberinde getirdiği misafirleri ve Hırlakyan Agop’u da yanına alarak kenti teftişe çıktı. Bu azametli yürüyüş karşısında yolun iki yanındakiler kenara çekilip yol vermek durumunda kalıyordu ister istemez. Kuyucak’tan geçilip Şekerli güzergahından Nakıp Camii’nin önüne gelindiğinde gurup Aşıklıoğlu Hüseyin ile karşılaşır.
Yemen, Balkan ve Çanakkale savaşlarına iştirak eden ve ailesinin ifadesine göre 12 yıl aradan sonra memleketine dönen Aşıklıoğlu Hüseyin bir Maraşlıydı. Hiç istifini bozmadan Guvernör ve beraberindekileri süzdü yerinden bile kımıldamadan.
Aşıklıoğlu Hüseyin’in ödün vermez tavrından rahatsız olan Guvernör geri dönüp Hüseyin’in karşısına dikildi.
Bu karşılaşma belki de tarihin akışını değiştirecek denli önemli bir karşılaşmadır aslında. Başta Ali Sezai Efendi’nin hatıratı olmak üzere bir çok yazılı kaynakta yer alan bu karşılaşma ve karşılıklı diyalog, torunu Yaşar Alparslan hocanın da ifadelerine göre şu şekilde gelişmiştir:
Guvernör sorar Hüseyin’e o da cevap verir açık yüreklilikle:
103
Guvernör Andre’ye korku veren ve “MARAŞ BĐZE MEZAR OLMADAN DÜŞMANA GÜLĐZAR OLMAZ” sözleri ile tarihe geçen Aşıklıoğlu Hüseyin
104
– Kimsin sen? Burada ne bekliyorsun?
– Heç… Ne bekliyorsam bekliyorum, adım Hüseyin, Aşıklıoğlu Hüseyin.
-Sen beni tanımadın mı? -Tanıdım.
-Kimim ben? -Guvernörsün.
-Güzel ya. Ben Kuyucak’tan buraya kadar geldim. Beni ve gurubumu gören herkes ayağa kalktı. Ama sen ayağa kalkmadın. Niçin ayağa kalkmadın, hürmette kusur ettin?
-Sen gavursun, pissin, ben ise müslümanım, temizim. Benim inancıma göre ben senin karşında ayağa kalkamam.
-Ama öbürleri kalktı.
-Olsun. Cehâletleri sebebiyledir. Ben biliyorum, kalkamam.
-Siz neyinize güveniyorsunuz da kabadayılık ediyorsunuz. Dünkü gün kaleye çıktınız. Bayrak diktiniz. Nihayetinde bir bez parçasıdır o. Bir bez parçası için kaleye hücum ettiniz, ortalığı tantanaya verdiniz. O an ben emretseydim, sizleri ateşe tutup hepinizi yere sererdim.
– Đşte bunu yapamazdınız.
– Niçin yapamayacak mışım?
– Burada yine ben vardım da onun için yapamazdın.
– Sen tek başına kim oluyorsun, gücün kuvvetin ne ki?
-Ben, işte benim… Her köşe başında benim gibi bir Hüseyin nöbet beklemektedir. Hem sen bana bak kumandan Efendi… Ben anamdan bu bayrağın altında doğdum. Şimdiye değin de canımdan çok sevdiğim şanlı bayrağımı kale burcunda gururla doya doya seyretmeye alıştım. Senin bir bez parçası dediğin bu bayrak yok mu o benim canım, şerefim, namusum, hürriyetimin simgesi ve her şeyimdir. Onu görmemek için ya kör olmalı, ya ölmeliyim. Kör olursam, onun taa yanına gider kulaklarımla göklerimize coşkunluk
105
veren dedelerimin kahramanlık destanını fısıldayan çırpıntısını dinlerim. Yok… yolunda öleceksem, gene benden sonraya kalanların, onu dünya durdukça şerefle dalgalandıracağına îman ederek onun için seve seve kanımı akıtırım. Ölüm… onu görmemek yanında bir hiçtir. Hem sen bizi bilmezsin, bizim için dünyada bayrak uğrunda can vermekten daha büyük bir rütbe ve bir şeref yoktur.
Bayrak bir kültürün işaretidir. Bizim bayrağımız da bizim kültürümüzün simgesidir, işaretidir. O Kalede dalgalanırsa inancımız iktidar demektir. Đnancımızı yaşatabilme şartlarımız var demektir. Ülke dârülislam demektir. O dalgalanmıyor ise ülke, kültür ve inanç elden gitti demektir. Yaşanabilir olmaktan çıktı demektir, dârülharp demektir.
Đşte o zaman ayaklanılır. Vatan; değerlerin yaşandığı yer haline getirilmek için her şey yapılır. Gerektiğinde kan dökülür. Đman üzerine yaşamak, kalmak için çalışılır, çabalanılır. Ölünür. Đşte bunlar, aslında inanç için varolma gayretidir, savaşıdır. Bu yolda ölen şehid, kalan gazidir.
-Sen hislerine kapılıyorsun. Daha tecrübesiz olduğundan taşkınlık ediyorsun.
-Ben her sözümü bilerek, düşünerek ve duyarak söylüyorum. Bu memleketin kadını, çocuğu, genci ve ihtiyarı hep benim gibi duyar, benim gibi düşünürler. Her Maraşlı Müslüman Cuma günleri kalesinin burcunda bayrağının dalgalandığına inanarak kalkar. Onu gören ancak, hür bir memlekette, kendi vatanında yaşadığını bilir. Göğsü kabara kabara işine gider. Dünkü gün kalede bayrağımızın dalgalandığını göremedik, bu ne demek kumandan efendi bilir misin?… Bu vatan artık elden çıkıyor demektir. Dedelerimiz hep bu vatan, bu bayrak için kan dökmüşler. Bizde dökecek kan yok mu sanırsın?… Elbette vardır. Đşte hepimiz her şeyi göze alarak onun uğrunda seve seve kanımızı dökmek için koştuk. Burada bayrağı uğruna canını esirgeyecek tek kişi yok ki, sen bizi ölümle korkutmaya
106
çalışıyorsun. Bize göre sırası gelince ölmesini bilmeyenler yaşayamazlar.
– Oğlum, böyle sertliği, yanlış düşünce ve davranışları bırakmazsanız çok pişman olursunuz. O zaman benden kabahat kalkar. Çocuk ve kadınlarınız hep mahvolurlar. Memleketiniz yanar, harap olur, bizim ne kadar kuvvetli bir devlet olduğumuzu bilmiyor musunuz?
– (Belindeki palasını birazcık çekerek) Siz de bunu görüyor musunuz.. Şu palayı?
– O ne olacak?
– Eğer gerekirse, sizinle cenge tutuştuğumuz gün, iyi savaşmamıza çoluk çocuğumuz engel olacak olursa onları biz kendi ellerimizle keseceğiz. O zaman gözümüz arkada kalmaz. Sanıyor musunuz ki onları kesmek fırsatını sizlere bırakacağız. Hayır… Türk kadınına, Türk çocuğuna düşman eli asla dokunamaz. Hem ne hâcet, bizler kadını, çocuğu, genci ve ihtiyarı ile cenge alışkın bir milletiz. Bunu her halde sizler de pek iyi bilirsiniz.?
– Ya.. Demek siz böyle yapmayı düşünüyorsunuz?
– (Tekrar elini şal kuşağına atarak bir demet çıra çıkarır.) Bu çıraları da görüyor musunuz?
– O da ne olacak?
– Bunlar mı… Ha.. Bunlar evlerimize kundak olacak. Biraz önce evlerimizin yakılacağını, memleketimizin harap olacağını söyleyerek beni korkutmak istediniz… Boş çaba.. Bak kumandan efendi, sizi yenmek, güzel yurdumuzdan kovmak için gerekirse kendi evlerimizi, kendi ellerimizle biz yakacağız. Bu şehirde taş üstünde taş bırakmayacağız. O zaman, size bırakılacak tek çatı kalmayacak. O zaman bir daha görecek ve öğreneceksiniz ki Türkler nasıl cenk edermiş. Bizim için evlerin çatılarının bir kıymeti yoktur. Hepsini bir günde yerle bir etmeye hazırız. Bize bayrağımızın gölgesinden daha sıcak bir yuva olamaz. Bizim âşık olduğumuz bu yurdun mübarek toprağı ve hür havasıdır. Đşte
107
namusumuzu, topraklarımızı yabancılara çiğnetmemek için dövüşeceğiz. Onun bir karışını düşmana bırakmayacağız.
– (Guvernör aşağıdan alarak) Bravo genç Türk, bravo… Sizin böyle şeyler düşünmenize gerek yoktur. Ben, memleketinizi çok iyi yöneteceğim. Memleketinizi yükseltmek için; yollar, okullar ve hastaneler yaptıracağım. Sizleri zengin edeceğim. Bak bu seyisim de müslümandır. Kendisine sor. Ben daha önce bulunduğum yerlerde müslümanlara ne kadar iyi muamele yapmışım. Türkleri ne kadar sevdiğimi o anlatsın.
– Hacet yok… O dini bütün adam olsaydı senin arkana düşmezdi. Hem biz Adana’da Osmaniye’de ve daha başka yerlerde neler yaptıklarınızı çok iyi biliyoruz. Fırsat bulursanız burada da aynı şeyleri uygulayacağınızdan şüphemiz yoktur. Fakat, şunu iyi bilmelisiniz ki burada benzer şeyler yapmanıza rıza göstermeyeceğiz. Sizden ve yandaşlarınız olan Ermenilerden tüm bu yaptıklarınızın öcünü alacağız.
– Bravo, bravo genç, seni çok sevdim. Al şu paraları.
– Ne olacak onlar?
– Harca ve beni…
-(Sözünü ağzında bırakarak) Senin parana ihtiyacım yok. Sen onu arkanda gezenlere ver.
– (Israrla) Haydi al diyorum, harcarsın.
– Ben düşman parası harcamaya alışık değilim. Bizi daha anlamadın mı kumandan efendi? Başımdan savul, haydi işine git. Bizim işimize karışma daha iyi edersin.
-Ya.. Öyle mi? Senin burada bir işin mi var?
– Evet var… O senden sorulmaz. Sabrımızın taştığı gün sizi kışkırtan ve size arkalanıp şımaran yandaşlarınız Ermenilerle birlikte başınızı sokacak delik arayacaksınız. Ne çare ki o zaman iş işten geçmiş olacaktır. Bizim Allah’tan gayri kimseden korkumuz yoktur. Bunu böyle bilesin
108
kumandan efendi. Hem siz buralara ne için geldiniz, bura sizin yurdunuz değil. Ne hakla buralardasınız?
-Padişahınız bize borç etti, ödeyemedi. Ona mahsuben geldik.
-Mâdem öyle, borcu ev başına dağıtırsınız, öderiz. Olur biter.
………..
Konuşmalar uzar gider, bir birbuçuk saat sürer. Sonunda Guvernör:
-Yahu, gel sen de benim askerim ol, der. Bak benim askerlerimin arasında Hint’ten, Kuzey Afrika’dan müslüman askerler de var, der. O da:
-Katiyen olmaz, der.
Guvernör:
-Neyinize güveniyorsunuz, der. Sonra da her iki elini sağlı sollu açarak Aşıklıoğlu Hüseyin’e uzatır. Şu sağ elim hayır, şu sol elim şer, bunlardan hangisini istersin birini tercih et, der.
O da cevaben elini Guvernörün sol eline uzatarak:
– Zâten hayır hep Müslümanların üzerinedir, sen şer elini ver, der. Ben Çanakkale’den yeni geldim. Harbi biliyorum. Biz ne ailelerimizi, ne çocuklarımızı, ne vatanımızı size olduğu gibi teslim etmeyiz. Çalışırız. Çırpınırız. Çarpışırız, der, ve ekler: MARAŞ BĐZE MEZAR OLMADAN DÜŞMANA GÜLĐZAR OLMAZ.
Bu son sözler üzerine Guvernör beraberindekilerle birlikte oradan ayrılır, Kanlıdere’ye doğru çekip gider.
***
Bu diyalog Guvernörün içine düşen korkuyu daha da büyütür ve ailesini dahi düşünecek zaman bulamadan ertesi gün şehri terk edip gider.
Bu gidiş 12 Şubat’ta gerçekleşecek kurtuluşun müjdesidir aslında.
109
Aşıklıoğlu Hüseyin Maraşlının vicdanı olmuştur o gün. Tüm bir Maraş halkının içinden geçenleri boşaltmıştır hasmının yüzüne karşı. Ve o ölümsüzleşmiştir cesareti ve açık yürekliliği ile…
Yüzbaşı Andre ile Aşıklıoğlu Hüseyin’in bu ölümsüz diyaloğu 12 Şubat Kurtuluş bayramlarının vazgeçilmezi olur yıllar yılı. O olay tiyatrolaştırılır resmi bayram kutlamalarında…
1944’de, 12 Şubat Kurtuluş bayramının 24. yıldönümünde Milletvekili olarak Maraş’ta bu kutlamalara katılan Hasan Reşit Tankut “Maraş Yollarında” adlı hatırat kitabında “Yılmayan Benlik” başlığı altında bu olayı kaleme alarak şu şekilde tablolaştırır:
“Đkinci perdede Halkevi gençleri bize Aşıklıoğlu Hüseyin adında bir gençle işgal kumandanını konuşturdular. Bu konuşma bana yurdu alınmış, nesli köle edilmiş bir Yunan çocuğunun kahramanlığını hatırlattı:
Yunan elini alan Romalı general, Yunan gençlerinin en değerlilerini Roma hizmetine seçmek için bir sınav (imtihan) açmıştı. Kazananlar köleliğin en yenni (hafif) sine kavuşacaklardı. Duygu dolu bir genç hiç çekinmedi sınav levhasına şu sözleri yazdı:
“Savaş alanında ölenlere ne mutlu! Onlar hiç olmazsa köleliğin acısını tatmadılar.”
Aşıklıoğlu da bu Yunanlı çocuk gibi düşünüyordu. Fakat onun gibi köleliğe razı olmadı. Düşman komutanına dişini ve tırnağını göstererek seni boğana kadar uğraşacağım. Dermandan kalınca da öleceğim dedi. Bu konuşma okul okuma kitaplarının baş yaprağı olacak değerdedir. Olayın akışında olursak bu değere kolayca ereriz. Bakınız bu olay nasıl oldu:
Ayaklanan halkın hücum safları caddelerden taşa taşa kaleyi alıp düşman bayrağını yere çalınca düşman komutanı belinlemişti (mebhut). Ne yapacağını düşünemiyordu bile. O halkın dışında idi fakat çekerlerine (cazibe) kapılmış
110
beraberlerinde yürüyordu. Halk hükûmete gitti. Vilâyet salonuna uzanan halk eli Guvernör’ün yakasına yapıştı onu çekti. Tartakladı, tokatladı ve bir kepek torbası gibi tuttu dışarıya fırlattı. Đşgal komutanı yine orada idi. Ordusuna komuta edemiyor, yaverine emir veremiyordu. Geceyi nasıl geçirdi bilemiyoruz. Fakat erkenden çarşıya indiği zaman onu “sersem tavuğ”a dönmüş buldular. Duvarlara selâm veriyor, rasgele her hangi bir yolcudan, bir esnaftan kinsiz bir gülücük istiyordu. Kahvelere girdi. Oturanları selâmladı, camilere girdi, kubbelere saygı savurdu, çarşıda dolaştı, el sıktı, hatır sordu. Fakat bütün Maraş ağız birliği etmiş gibi hep ayni durumu gösterdi. Hiç biri ağzını açmadı. Koca Maraş’ın içinde koca bir ordunun komutanı yanlızlığa hükümlenmiş bir cezalı gibi idi. Nerede ise çıldıracaktı. Küfür bile olsa, lânet bile olsa, tek bir söz istiyordu. Nihayet Nakip Camii’nin önünde bir taş sekiye oturmuş bir genç buldu. Bu genç Aşıklıoğlu Hüseyin idi. Biraz uysal görünmüş olmalı ki Komutan Hüseyine yaklaştı ve konuşmaya başladı:
-Sen burada ne oturuyorsun?
-Oturuyorum işte sana ne?
-Beni tanımadın galiba. Ben Maraştaki ordunun komutanıyım. Hem biz buraya iyilik etmeğe geldik. Mektepler açacağım. Memleketinizi güzelleştireceğim. Sizi zenginliğe, gönence (saadet) kavuşturacağım.
-Biz sizin ne olduğunuzu, neler yaptığınızı biliyoruz. Adanadaki, Osmaniyedekilerin hali belli. Hem bize düşmanın iyiliğinden acısı olmaz.
-Oğlum siz Maraşlılar dik kafalısınız. Fakat bunun sonu kötüye varır. Bir bez parçasından başka bir şey olmıyan bayrak için bu kadar gürültü yaptınız.
-“Bir bez parçası”mı dedin? Sus, küfrediyorsun. O bayraktır. Ben anamdan doğdum kalede bayrağımı gördüm, şimdiye kadar da görüyorum. Onu görmemek için ya kör olmalıyım yahut ölmeliyim. Değil mi ki ölürsem görmeyeceğim. Onu göremediğim gün ölmüşüm demek.
111
-Ben istersem kuvvet kullanır sizi perişan ederim. -Sen bir şey yapamazsın.
-Neden?
-Çünkü ben varım.
-Sen kimsin?
-Ben benim işte. Ben bütün Maraşım. Bütün Maraş benim gibi.
-Üstünüze topları boşaltır, gök yüzünden belâlar yağdırırım. Maraş’ınız son evine kadar yanar kül olur. Çoluk çocuk son tekine kadar ölür. Yok olur.
Aşıklıoğlu koynundan bir deste çıra çıkardı. Bu küçük çapta bir kundaktı. Đçinin gayzini komutanın yüzüne püskürerek:
-Bunu görüyor musun, dedi. Bundan hepimizde birer deste var. Bir gün seni yakmak için Maraş’ın yanması gerekirse evlerimizi hep birden tutuşturalım diye hazırladık. Çoluk çocuğa gelince: Merak etme, onu da düşündük. Onları şu gördüğün Ahır Dağının ardına süreceğiz. Onlar senin keyfine kurban olmaktansa kurda kuşa yem olmayı yine kendileri isteyecektir.
Aşıklıoğlu doğruldu, belinden bir hançer çekti ve “nihayet şu demir parçası yok mu? Bu her şeye yeterlidir” dedi.
Devletler yenmiş muzaffer bir devletin şöhretli komutanı bir kere daha şaşırdı. Kolları yanlarına, kafası göğsüne düştü. Bakışlarını ufkun çok ötesine sağdı. Dolaşan bacaklar üzerinde yuvarlanır gibi yürüdü gitti. Bu komutan Maraşlının önünde daha o günden kaçmağa başlamıştı.”
Bu olay Murat Sertoğlu’nun kaleminden Tercüman gazetesinde ise şu şekilde yer alır:
“Fransız Guvernörü Andre, bayrak olayından sonra büyük bir pişmanlık içinde kalmıştır. Ertesi günü halkın ne düşündüğünü anlamak için yanında tercümanı olduğu halde çarşıya inmiş. Nakıp Camii’nin yanında gözüne kestirdiği bir
112
gence yaklaşmış. Bu Aşıklıoğlu Hüseyin Ali adında bir Maraş’lıdır.
Ona tercümanının aracılığı ile sormuş:
“-Dün sen de kaleye çıkanlar arasında mı idin?” “-Tabii!”
“-Bir bez parçası için böyle ayaklanmanız doğru mu idi? Neden bu işe kalkıştınız? Ben isteseydim makineli tüfeklerle hepinizi imha ederdim.”
“-Senin o bez parçası dediğin, bizim bayrağımızdır. Biz onu beşikten mezara kadar görmeye alışmışız.”
“-Ne olursa olsun, size yazık olmaz mı idi? Đsteseydim top ateşine tutar, şehri de yakardım. Hepinizi öldürürdüm. Hadi kendinizi düşünmüyorsunuz. Kadınlarınızı, çoluk çocuğunuza da mı acımadınız?”
Ali o zaman koynundan bir çıra çıkararak göstermiş:
“-Sen bunun ne olduğunu biliyor musun?”
“-Nedir?”
“-Buna çıra derler. Kibriti ucuna tuttun mu hemen ateş alır.”
“-Onu neden yanında taşıyorsun.”
“-Sizinle çarpışmaya başladığımız gün bunlarla kendi evlerimizi yakacağız. Gerekecek olursa, ellerinize düşmemeleri için kendi kadınlarımızı, çoluk çocuğumuzu öldürüp sizlerle öyle döğüşeceğiz.”
Bu sözler Fransız komutanını fena halde ürkütmüş, titretmiş. Hâttâ ayrılırken ona para da vermek istemiş. Đşte aldığı cevap:
“-Sen o parayı sana uşaklık edenlere ver. Biz senin parana muhtaç değiliz.”
Fransız Guvernörü dehşet içinde oradan ayrılmış.”
Bir bakıma kendisini Maraş milli mücadele tarihini araştırmaya vakfetmiş olan Yalçın Özalp hocamız da
113
“Mustafa Kemâl ve Millî Mücadele’nin Đlk Zaferi” adlı eserinde konuyu şu şekilde kaleme alır:
“Yirmidokuz Kasım 1919 Cumartesi
Fransızların Maraş’a geldiklerinde, Ermeniler bizim Çakmaklı tüfekleri göstererek “Ellerindeki tüfekler bundandır. Başka bir şeyleri yok, Cuma günü hepsi camiye dolar, basar öldürürsünüz” diye anlattıkları Türk’ü, dünkü gün görünce şaşıran tarih bilmez Kapitan Andre, vaziyeti anlıyabilmek için tercümanı ile çarşıya indi. Dükkanlar açılmamış, gâleyan devam ediyordu.
Nakip Camii önündeki taş sekide oturan Aşıkoğlu Hüseyin’in yanına yaklaştı. Aralarında şu konuşma geçti.
-Sen burada ne oturuyorsun?
-Oturuyorum işte sana ne?
-Beni tanımadın galiba, ben Maraş’taki ordunun komutanıyım. Buraya mektepler açacağım, memleketinizi güzelleştireceğim.
-Sizin ne mal olduğunuzu, neler yaptığınızı Adana’dan Cebel-i Bereket’ten biliyoruz. Düşmanın iyiliğinden acısı olmaz.
-Bir bez parçasından başka bir şey olmayan bayrak için dün bu kadar gürültü yaptınız. Yarın kullanacağımız topa, tüfenge karşı ne yapacaksınız? Çoluğunuza, çocuğunuza acımıyor musunuz?…
-Ben anamdan doğdum, kale’de bayrağımı gördüm ve şimdiye kadar da kale’de görüyordum. O’nu görmemek için ya kör olmalı, yahut da ölmeliyim. Hergün ölmektense bir defa ölmek yeğdir. Hem bayrak için ölmek her Türk için şereftir. Yalnız ben değil, çoluk çocuk, kadın erkek, büyük küçük her Maraşlı Türk’ün, Cuma sabahı yatağından kalkar kalkmaz ilk bakacağı yer kale’dir. Đlk göreceği şey de bayraktır. Yaşamakta olduklarına bu bir âlâmettir. O’nu görmekle göğüsleri kabarır, görmezlerse öldüklerine hükmederler. O vakit ne top, ne tüfeği hiçbir şeyi düşünemezler. Sen bizi korkutacağını sanma!… Biz, eli silah
114
tutmayanlara, top ve tüfek sesi duyurmayız. Karşımıza silahla çıkacak olursanız evvelâ çoluk çocuğumuzu öldürür, sonra şehre ateş verir, ondan sonra da karşınıza çıkarız. Arkamızda bekleyenimiz, ağlayanımız kalmadığı için ölümden yüz çevirmeyiz. Đstersen o vakit dünyanın bütün silahlarını getir, karşındayız.
-…???!!!
Andre başka bir şey söyleyemedi, çarşıya doğru yürüdü.”
Bayrak olayı üzerine en ayrıntılı şekilde duran ve psikolojik analizini yaparak Işık gazetesinde günlerce tefrika eden ise A. Saim Emirmahmutoğlu olur. A. Saim Emirmahmutoğlu’nun kaleme aldığı psikolojik değerlendirme ayrı bir bölüm olarak ele alınacaktır.
Maraşlının azmini ve kurtuluşun müjdesini veren Aşıklıoğlu Hüseyin 1888’de Maraş’ta doğar. Baba adı Mustafa, ana adı ise Ümmü Gülsüm’dür. Seferberlikte genç yaşta askere gider. Yemen, Balkan ve Çanakkale savaşlarına katılır. Çanakkale savaşlarında Mustafa Kemal Paşa’yı yakından tanıma fırsatı bulur. Harb-i Umuminin bitmesi üzerine 12 yıl aradan sonra memleketine döner. Dönüşünde evde ekmek yapan ev halkından kimse onu tanıyamaz.
Đşgal yıllarında kendi mahallesi olan Ekmekçi mahallesi ve Çukuroba semtinin savunmasına iştirak eder.
Harp içinde geçen birçok menkıbesinden biri vardır ki onun kişiliğini olanca netliği ile ele verir.
Harbin devam ettiği günlerde kulağına kardeşinin harpten kaçmak üzere olduğu haberi gelir. Koşarak doğru eve gelir. Bakar ki gerçekten de kardeşi harbi bırakıp köye kaçma hazırlığında. Hemen yakasına yapışır:
-Sen harpten nasıl kaçarsın? Harpten kaçmak günahtır, cezası ölümdür, der.
Kardeşi cevap verir:
115
-Kardeşim bu harpte yeneceğimiz meçhuldür. Düşman güçlüdür. En iyisi şehri boşaltmaktır.
Aşıklıoğlu Hüseyin yakasından kavradığı kardeşini iteler, sırtını duvara dayar.
-Seni ben ellerimle öldüreyim de, cezanı vereyim, der.
Gerçekten de kardeşini kurşuna dizmek için silahını doğrultur. Hane halkı partutuş olur, araya girerler. Kardeş kaçma fikrinden vazgeçer Aşıklıoğlu Hüseyin de onu kurşuna dizmekten. Ama ona bir savaş stratejisi öğreterek ona şöyle der:
-Şehir düşerse köy daha kolay düşer. O bakımdan önce bütün gücümüzü şehirde kullanacağız. Şehri düşürmemeye çalışacağız.
Maraş harbi biter.
Kurban bayramının arefe günüdür.
Çarşıda münadi “Allahını seven Antebe harbe gitsin. Antepte gavurlar müslümanları kuşatmıştır. Gavurlar güçlüdür. Müslümanların sonunu getirecektir. Onlara yardıma koşmak üzerinize farzdır. Zira biz onlara en yakın vilayetiz” vesaire diye ilanda bulunur.
Aşıklıoğlu Hüseyin nidayı duyar. Dükkanını kapatır, süratle evinin yolunu tutar. Eve varır. Evin avlusuna girer. Yukarıya, hanımına seslenir.
“-Silahımı, palaskamı, harb malzemelerimi getir” der.
Hanımı:
“-Güzel de yarın Kurban Bayramı. Kurbanımızı aldık. Bir gün sonra git. Kurbanımızı keselim. Çoluk çocuk bayramımızı yapalım” der.
Fakat o:
“-Şer’an caiz değildir. Bir tek merdiven ayağı çıkmam bile doğru değildir,” der.
Çocuklar ağlar, hanım sızlar fakat yine de o bildiğini yapar. Malzemelerini, silahını alır, Antep’e gider, Antep
116
harbinde başından sonuna kadar yer alır ve birçok tehlikeler atlatır.
Aşıklıoğlu Hüseyin’in bir de Antep harbi dönüşü mâcerası vardır.
Düşmanla antlaşma yapılmış, silah bırakılmış ve harp bitmiştir. Gaziler dönüş yolundadır.
Bir arkadaşı ile berâber Maraş’a doğru yol alırken âniden karşıdan bir Fransız müfrezesi çıkar. Ne yapacaklarını şaşırırlar. Silahlı olarak karşılaşsalar sonlarının geldiğidir.
Aşıklıoğlu Hüseyin arkadaşını uyararak:
“-Pus olduğun yere. Sen şu önde yürüyen üst rütbelisini vur, ben de diğerini. Eğer vurabilirsek müfreze başsız kalır ve dağılır. Biz de o kargaşada kaçarız, der.
Pusularını kurarlar, silahlarını ateşlerler ve her ikisi de hedefini vurur. Hesap tutmuştur. Müfreze par tutuş olup dağılır. Kendileri de o kargaşada süratle Maraş yoluna düşer, Maraş’ı bulurlar.
Harp bitmiştir. Şehirde dul kalmış Ermeni kadınlar ve öksüz, yetim çocuklar vardır. Bunların Müslümanlığı kabul edenlerinin şehirde kalması gündeme gelir. Zâten Müslüman olup canlarını kurtarmaya, burada kalmaya râzılar denir.
Aşıklıoğlu Hüseyin bu düşünceye karşı çıkar. O kadınların da çocukların da gitmesi taraftarıdır. Bugün Müslüman olsalar da nasıl olsa içlerinde bir duygu kalır, gün gelir o duygu depreşir, fırsatını bulunca da iğtişaşa, fitneye yönelir, toplumu sıkıntıya sokar der.
Son 30-40 senede Doğu da yaşananlar onun haklılığını ortaya koymuştur.
Aşıklıoğlu Hüseyin 1 Temmuz 1888’de Maraş’ta doğar. Baba adı Mustafa, anne adı Ümmü Gülsüm’dür. Aynı sülaleden Hâtun kızla evlenir. Bu evlilikten beş kız, bir oğlan olur. Kızlardan üçü ölür. Đki kız bir oğlu kalır. Kızlarının adı harbin hemen ertesi günü yeni doğan Fethiye ile Hatice, oğlunun adı ise Ahmet (Soniş)’tir.
117
Genç yaşta askere gider. Uzun yıllar Yemen de kalır. Balkan, Çanakkale harblerine katılır. Çanakkale harbinde Mustafa Kemal’in idare ettiği askeri birimde savaşır. Mustafa Kemal’i orada çok yakından tanır. Harb-i Umuminin bitmesi ile beraber Maraş’a gelir. Ailesinin ifadesine göre gidiş geliş süresi 12 yıldır.
Geldiğinde evde ekmek yapıyorlardır. Evdekiler bir anda onu tanıyamazlar. Sonra kendini tanıtır, evdekiler sevinirler.
Aşıklıoğlu Hüseyin, Maraş Harbine kendi mahallesi olan Ekmekci Mahallesi ve Çukurova semtinde katılır. Đfade edildiğine göre harb içinde dört silah eskitir. Maraş harbine başından sona katılır.
Yaşadığı müddetçe aklından bir Antep harbini çıkaramaz, bir de Çanakkale harbini.
Çanakkale harbini hilâfet merkezini koruma harbi olarak görür. Dökülen kanları günlük konuşur. Aklından çıkarmaz. Çanakkale muharebesini yapanların daha sonra Hilafet müessesesini kaldırmasını kabullenemez. O gün için Hilafet uğruna hem kanımızı döktürdüler hem de sonradan kaldırdılar der. Çok kan döktük boşa gitti diye eseflenir. Vatan için dökülen kanı küçümseyenlere buğzeder.
Hayâtında bir kere korktuğunu söyler, o da şöyledir:
Çanakkale muharebelerinde bir müddet muhâbere görevini üstlenir. Bir seferinde gece yürürken arkasından bir hışırtı geldiğini duyar. Hafif yollu dikkatle döner. Bir şey görmez. Vazifesi vardır, haber taşıyordur, yola devam eder. Hışırtı yine duyulur. Yine arkasına dönüp bakar bir şey göremez. Attığı her adımda hışırtı da aynı şekilde duyulur. Onu bir korku basar.
Derken bir hendek görür. Arkadan gelen hışırtının ne olduğunu görmek, anlamak için hendeğe atlar. Bir de bakar ki arkadan kendisini takip eden şey bir kök kuru dikendir. Yürürken farkında olmadan kuşağı boşanmış, boşta kalan ve yerde sürünen kuşak bir dikene dolaşmıştır. Kendi gider
118
kuşak dikenle berâber sürünürmüş. Sürünürken de hışırtı çıkarırmış. Rahatlar.
Kendisine korku veren bu olayı hayatı boyunca unutmaz ve sürekli anlatır.
Yaşadığı müddetçe hiç ağzından küfür çıkmaz. Kız çocuklarını evde misafir gibi görür. Onları el üstünde tutar. Görüp görecekleri gün burada olabilir der. Bu konuda şu söz onundur.
“-Evlenecek olanın biri mağrib biri Meşrik’te ola da her deyus evlenemeye.”
Hasseten de cömerttir. Günlük kazanır, fazlasıyla dağıtır.
Giyimine fevkalâde titizdir. Gayet kibar konuştuğu gibi gayet de güzel giyinir. Kimse onun ayakkabısını kirli görmemiştir.
Mesleği saraçlıktır. Saraçhane Çarşısında dükkanı vardır. Misafiri sabahtan akşama hiç eksik olmaz. Dükanına eşraftan herkes gelir.
Sesi fevkalâde güzeldir.
Arasıra yüreği kabarır. Öyle anlarda eve gelir; “-Gül kız defterimi ver,” der.
Defteri alır, açar, söyleye söyleye Tömeği bulur. Bağları oradadır. Sekiye oturur, söylemeye devam eder. Akşam olur. Söyleye söyleye yola düşer, eve gelir. Hanımına;
“-Söyleyecekleri bitiremedim,” der.
Zaten âilesi târihte Maraş’ta en gür seslileri barındırır. Aileside güzel sesliler, musikiye yatkın olanlar vardır.
Şaka yapmayı sever, ev içnde olsun ev dışında olsun dokundurmadan şakasını yapar.
Maraş ileri gelenlerinin, zadelerinin gittiği, sohbet kurduğu kahvehanenin sohbet yönlendiricisidir. Sohbeti kurar, ortalığı bulur, konuşma geliştirir. Okumayı sever. O
119
bakımdan kültürlüdür. Gezmiştir. Görmüştür. Görgü sahibidir. Fevkalade çevreli ve etrafı olan bir insandır.
Yemez yedirir. Onun için de geriye miras bırakmaz.
Mirası cömertliği, terbiyesi, cesareti, öğrettiği doğruları olur.
Aşıklıoğlu Hüseyin sene 1941, dördüncü ay, gün onbir de bir bağırsak düğümlenmesi neticesinde kurtarılamayarak ölür.
Kabri Şeyhadil mezarlığındadır. Rahmetle anıyorum.