Teketek Haber

SÜNBÜLZÂDE VEHBÎ’NİN DİVANI VE LÜTFİYESİ’NDE GİZLİ İLİMLER

SÜNBÜLZÂDE VEHBÎ’NİN DİVANI VE LÜTFİYESİ’NDE GİZLİ İLİMLER
27 Aralık 2018 - 11:18

GİRİŞ

İnsanoğlu ortaya çıkışından itibaren maddi âleme nüfûz etmeğe çalıştığı gibi manevi âlemi de anlama çabası içindedir. Manevi âlem, manevi güçler hakkında bilgi edinme, görünenin dışında görünmeyeni keşfetme, olayların sonucunu önceden öğrenme, başına gelecekleri önceden bilme gibi isteklere cevap arama, insanlığın merak duygusunun bir sonucudur. Bu merak duygusunu giderme düşüncesi insanları arayışlara yöneltmiştir. Arayışların sonucunda içinde gizli olanların da olduğu çeşitli ilimler teşekkül etmiştir.

Gizli ilimler yani okültizm İslam bilginleri tarafından havas ilmi genel başlığı altında ele alınmıştır. Havas kavramını ise şöyle ifadelendirebiliriz: ‘‘Her varlık türü kendi oluşumunu sağlayan bir elemana sahiptir ve her varlık farklı karışımların meydana getirdiği bir bileşiktir, varlıkları diğerlerinden farklı kılan bu özelliklere havâssü’l-eşyâ denilir. Dolayısıyla her varlığın kendine ait bir havassı söz konusudur. Ancak bazı varlıkların hâssaları bilinmekte bazılarının ise gizli olduğu için bilinmemektedir. Havas ilmiyle uğraşanlar, bu gizlilikleri keşfederek olağanüstü sayılan birtakım işleri yaptıklarını iddia etmektedirler.’’[1]

Özellikle İslam bilginleri tarafından ifade edilen cisimlerin okült özellikleri taşıdığı görüşü;  isimlerin, harflerin, sûrelerin, rakamların, burçların, yıldızların, maden, bitki, hayvan ve insanların sempatetik yönünü ortaya koymaya çalışır. Bu da bizi nesnelerin majik tesirlerinin olduğu yaklaşımına götürür. Bir kısım İslam bilginleri, majik tesirlerin mahiyetinin akılla idrak edilemeyeceği akılla idrak edilemediği için de bunlardan mahrum kalınmaması gerektiğini vurgular. Maji ilmi, insanın tabiatüstüne yaklaşabileceği bir diğer Hermetik uygulamadır ve aynı zamanda gizli ilimdir.[2]

Bizim tespitimize göre; gizli ilimlere yönelik bu görüşlerin temelinde metafizik âlem düşüncesi ve onun prensiplerinin varlığı inancı yatmaktadır. Nasıl ki fiziki âlem ve onun prensiplerinin oluşturduğu ilimler varsa metafizik âlem prensiplerinin oluşturduğu ilimler de vardır. Lakin zamanla metafizik prensiplerden kopmuş metafizik âlem kaynaklı kimi gizli bilimler; göz boyama, adam kandırma, şarlatanlık gibi hususlara sahip bir yapıya bürünmüştür. Böylelikle metafizik bağlamından kopmuştur.

Bu tespit taraftarı bazı düşünürler gizli ilimleri gizlenmiş ilimler olarak nitelendirir. Gizlenmiş olmasının sebebi ise kötüye kullanılıp halka zarar vermesini engelleme amaçlıdır. Gizli ilimlerin kendine özgü terminolojisi vardır ve bunlar bilinmeden bu ilimler açıklanamaz.[3] Bu görüşler bizi İslam düşünürlerinin önemli bir bölümünün gizli ilimlerin doğru metafizik prensiplere bağlı kaynaktan beslenip beslenmediğine önem verdiği yargısına götürür. Onlar doğru kaynaktan besleneni faydalı beslenmeyeni zararlı görmektedir.

Bunu destekleyen bir değerlendirmeyi İbn Nedim yapmaktadır. O, maji’nin uygulama biçimini Hz. Süleyman’ın azâim yolu ve söylentiye göre İblis’in veya İblis’in kızı Beyzuh’un kullandığı assahara yolu olarak ikiye ayırır. Birincisi tarîke’l-mahmûde(beyaz maji) ikincisi tarîke’l-mezmûme (kara maji)dir. Hz. Süleyman’ın yolu olumlu şeytanın yolu ise zararlı görülmüştür.[4]

İslam dünyasında gizli ilimler, gizli ilimlerin tasnifi sınırlılıklarıyla ilgili birçok isim görüş beyan etmiş eserler yazmıştır. Bu isimlerden biri olan Muhammed bin İshak en-Nedim gizli ilimlerle uğraşanları; cinlerin ve şeytanların itaat ettirilmesi bilgisine sahip olanlar,  yıldızları gözlemleyip duyguları olayları, insanları kontrol altına alan tılsımlar yazdıklarını iddia edenler, taş, inci, boncuk üzerine kendilerine özgü tılsımlı şekiller yapanlar, üfürükçüler gözbağcıları ve sihir yapanlar şeklinde sınıflandırmıştır. İbnü’n-Nedîm el-Fihrist isimli eserinde gizli ilimlerden bahsederken üfürükçü ve sihirbazların özel yüzükler, muskalar, üfürük kapları, mendiller, kâseler, tütsüler gibi araç gereçler kullandıklarını ifade eder.[5]

Bir başka isim Hüseyin el-Kâşifi ise; gizli ilimleri şu şekilde tasnif eder: ‘‘a. Kimiyâ b .Limiyâ(sihr) c. Himiyâ(nefislerin tesiri) d. Simiyâ (duru görü) e. Rimiyâ(hokkabazlık)’’

Ona göre bunların hepsinin baş harflerini bir araya getirirseniz ‘külluhu sırr’ ifadesi ortaya çıkar.[6]

İbnü’n-Nedîm ve Hüseyin el-Kâşifî dışında gizli ilimlerle ilgili görüş beyan eden isimler arasında İbn Haldûn, Taşköprülüzâde Ahmed İsâmüddin Efendi ve Kâtip Çelebi’yi de sayabiliriz. Örneğin Taşköprülüzade ‘‘ gizli ilimler nefsin gücü, yıldızların yardımı ve semavi kuvvetler ile yeryüzü kuvvetlerinin bir araya gelmesiyle elde edilebilir’’ der.[7]Ayrıca O, gizli ilimleri Mevzuâtu’l-ulûm adlı eserinde ‘a’yâna ait ilimler’ başlığı altında gösterir.[8]

 

Gizli ilimlerin ne anlama geldiği ve tasnifiyle ilgili görüşleri verdikten sonra bu ilmin kurucusunun kim olduğu sorusunun cevabını İslam medeniyeti dairesi çerçevesinde vermeye çalışalım.

İslam bilginleri gizli ilimlerin kurucusu olarak Hz. İdris’i göstermektedir. Yunanlıların Hermes’i, Mısır’ın Thoth’u, İbranilerin Unnuh’u, İranlıların Huşengi’nin özellikleri Hz. İdris’in kişilik yapısıyla örtüşmektedir. Hz. İdris, dünyada tüm bilimlerin temelini attığı için gizli ilimlerin kurucusu olarak da kabul edilmektedir. Zira kuruluşu Hz.İdris’e isnad edilen Hermetik ilimlerin inceleme alanı içinde; kimya ilmi, astroloji, cisimlerin havassı onların okült özellikleri çerçevesinde yazılan eserler, cifr ilmi, simya, hokkabazlık, ihtilaçlar, rüya tabiri, firaset ilmi gibi ilimler vardır. Bu da Hermetik ilimlerle gizli ilimler arasındaki bağın en önemli göstergelerindendir. [9]

Görüldüğü gibi Hz. İdris ve onun başka kültürlerde karşılığı olan isimler hermetik olanları da dâhil tüm ilimlerin kurucusu sayılmaktadır. Bu çerçevede hermetik ilimlerle bağı da düşünüldüğünde gizli ilimlerin kurucusu olarak Hz. İdris’in ismini anabiliriz.

Gizli ilimlere yönelik bu kısa değerlendirmeden sonra birçok yazarın yaklaşımının katkılarıyla oluşturduğumuz gizli ilimlerle ilgili tasnifi şöyle verebiliriz[10]:

  1. Sihirle İlgili İlimler
  2. Sihir
  3. Tılsım
  4. Neyrenciyyât

ç. Tavîr

d.İlm-i ihfâ

  1. Öngörüye Dayalı İlimler
  2. Kehânet
  3. Cifr

ç. Fa’l (Reml, yıldız falı,çiçek falı…)

  1. Tefe’ül
  2. İlm-i ta’bir-i rü’yâ
  3. İnsanın Fiziksel Özelliiklerinden Hareket Eden İlimler
  4. İlm-i kıyâfet
  5. İlm-i firâset
  6. İlm-i sîmâ

ç. İlm-i kef

  1. İlm-i ihtilac
  2. İlm-i hutut
  3. Kötülüklerden Korunmaya Yönelik İlimler
  4. Himiyâ
  5. Rukye
  6.    Efsûn

ç. Vefk

  1.   Muska
  2. İlm-i Kimyâ
  3. Harf ve Rakamlara Dayalı İlimler
  4.   İlm-i sîmyâ
  5. İlm-i hurûf
  6. İlm-i kırtâsiye
  7. Ruh ve Ruhani Varlıklarla İlgili İlimler
  8. İlm-i azâim
  9. İlm-i istihzâr
  10. Hüddâm
  11. Astral seyahat

Gizli ilimler ilgi çekici yönüyle toplum hayatında sosyal gündemde çokça yer bulduğu gibi edebi eserlerin oluşumunda da malzeme olarak kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında gizli ilimler klasik Türk edebiyatının muhteva kaynaklarından biri olarak göze çarpar. İfade edilen gerçeklikten hareketle XVIII. yüzyıl şâirlerimizden Maraşlı Sünbülzâde Vehbi(D.1718-1809) nin Divân ve Lutfiyye eserlerinde gizli bilimlerin izini sürdük. Gizli bilimler şairin bu eserlerine hangi yollarla yansımıştır. Bu hususu değerlendirmeye tabi tuttuk.

 

DİVAN ve LUTFİYE’DE GİZLİ BİLİMLER

1.İlm-i Kîmyâ:

Kimya ‘‘Sanatla altın ve gümüşün vücûd bulup tamamiyet kazanmasını teşkil eden madde(cevher) imalini tetkik ve sonuca ulaşmasını sağlayan amelin (işlem) izah edildiği bir ilimdir.’’[11]

Âgâh Sırrı Levent, ilm-i kimyâyı yapay olarak altın gümüş elde etme ilmi olarak görmektedir. Bu ilimle uğraşanlar gürûh-ı ehl-i kâf olarak anılır.[12]

Özetle ilm-i kimya, çeşitli madenlerden altın gümüş elde etme ilmidir. Günümüz modern kimyasıyla eski kimya ilminin bir bağı yoktur.

Maddelerden altın ve gümüş elde edilmesi için dönüştürücü bir güç gereklidir. Bu dönüştürücü güç ya sıvı iksir ya da katı hacerü’l-felâsife (felsefe taşı), hacerü’l-mükerrem (asil taş) dir.[13]Felsefe taşı algılayışı Ortaçağ Avrupası’nda kutsal kâse veya Hz. İsâ motifine evrilmiştir.[14]

İksir ya da filozof taşının hazırlanması için kullanılacak suyun binlerce defa damıtılması gerekmektedir. Bu su arındıkça değişir saflaşır. Eski kimyacılar madenlerin dönüşümünü basit bir gösteri olarak ifade ederler. Onlara göre asıl olan yıllarca süren tecrübelerin etkisiyle rûhî olgunlaşmanın sonucu olarak kimyacının dönüşümüdür.[15]

Özellikle tasavvuf çevreleri ise kimya ilminin unsurlarına yeni anlamlar yüklemişlerdir. Tasavvuf dilinde kurşun veya herhangi bir maden insan nefsini, madene yapılan işlemler nefis eğitimini, altın ise asilleşmiş ruhu sembolize eder.[16]

Görüldüğü gibi eski kimya terimleri bu alanla uğraşanların dışında kalan bazı kesimlerce de ilgi çekici bulunmuş ve kendi alanlarına taşınmıştır.

Eski kimya ilmiyle ilgili önemli bir nokta da onun simya ilmiyle karıştırılmasıdır. Simya harflere dayanan bir tılsım ilmidir ve kimyadan farklıdır. Konuya tam vakıf olmayanların karıştırdıklarını söyleyebiliriz.[17]

Kısaca ilm-i kimya çeşitli madenlerden altın, gümüş elde etmenin yollarını ararken simya ilmi harflere dayalı tılsımlar oluşturmaktadır. İkisinin karıştırılmasının en büyük nedenlerinden biri eski kimyayla ilgili Batı’dan yapılan çevirilerde kimya yerine simya kelimesinin kullanılmasıdır.

İskenderiye kökenli eski kimya ilmiyle İslam dünyasında ilk ilgilenenler Emevi emiri Hâlid bin Yezîd (Ö.708), Hazret-i Câfer-i Sâdık (Ö.766) ve Câbir bin Hayyân (Ö.866)’dır. Câbir bin Hayyân bu ilme en büyük katkıyı sağlayan isimdir.[18]

Eski kimya geleneği İslam dünyasının yanında Avrupa, Çin ve Hindistan’da da görülmektedir. Bilhassa Çin eski kimyası altın elde etmekten ziyade ölümsüzlük iksirinin arayışı içindedir.[19]

Kimya ilminin sırları gizli tutulduğu için kimyayla uğraşanlar kendilerine mahsus bir terminoloji geliştirmişlerdir. Örneğin madenlerin aslı olarak gördükleri cıvadan çıkan yedi maden için güneş, ay ve gezegen isimlerini kullanmışlardır. Altına güneş, gümüşe ay, bakıra zühre karşılığını veren eski kimyacılar, iksir dökülen cisme de ceset demişlerdir.[20]

Kimyayla ilgili bu değerlendirmelerin akabinde bunların Sünbülzade Vehbi’nin Lutfiye ve Divan’ındaki yansımalarına bakalım. Kimya ilmi Divan’da şiirin malzemesi olarak kullanılmış ve beyitlerin muhteva yapısını oluşturmada rol oynamıştır. Divan’da kîmyâ, kîmyâger iksir, kibrit-i ahmer gibi konuyla ilgili terimlerin kullanıldığını görürüz. Sünbülzade, şu beyitte kîmyâ terimi olan iksiri kullanır:

Ahkeri yâkût-ı rummânî edip hem der-akab

Feyz-i lutf-ı cevher-i iksir eder hâkisteri

K.23/34

‘‘Kor ateşi kızıl yakuta çevirip hemen arkasından ateş külünü iksirli cevherin lütuflu bereketi haline getirir ’’

İksir kelimesi aşağıdaki beyitte de tasavvuf terimleri çerçevesinde kullanılmıştır. Şâir beyitte şeyh eğer keramet iksirinin yolcusu olsaydı kerem sahiplerine ümit elini açmazdı demektedir:

Açmazdı keremkârlara dest-i ümidi

Şeyh olsa eger sâlik-i iksir-i kerâmet

G.22/4

Dönüştürücü güce sahip kibrît-i ahmerin mayasını övülen şahsın eşiğinin tozu olarak nitelendiren şâir, o tozu eski kimyayla ilgilenenlerin eline giren iksir gibi bir sermaye olarak görmektedir:

 

Gubâr-ı âsitânı mâye-i kibrit-i ahmerdir

Kef-i erbâb-ı kâffa girse kâfidir o sermâye

K.29/19

Bir başka beyitte ise Sünbülzâde Vehbî şöyle demektedir:

İksîr-i hâk-pâyını erbâb-ı kâf alıp

Etmekte tevbe-i heves-i kîmyâgeri

K.39/29

‘‘Kâf sahipleri ayak tozunun iksirini alıp kimyagerlik isteğinin tövbesini yerine getirmektedir.’’

Sünbülzade Vehbi Lutfiyyesi’nde ise; kîmyâ ile ilgili kavramları şiirin malzeme unusuru olarak değil de doğrudan içeriği çerçevesinde ele almaktadır. Ona göre kimya ilmi kimseyi zengin etmemiştir. Câbir’in anlamsız batıl düşünceleri işe yaramaz teoriler ve bir sürü yalan sözlerden ibarettir. Vehbi ayrıca eski kimyayla uğraşanların oluşturmuş oldukları terimleri de eleştirir. Güneş ve aya altın ve gümüş denilmesini yadırgar.

Kîmiyâ ilmi kimi itdi ganî

Sîmiyâ sîme batırmaz bileni

Lutfiyye B.149

Câbirin anlamışuz butlânın

Bî-netîce bilirüz bürhânın

Istılâhat-ı müzeyyefdür hep

Bir alay kavl-i müzahrefdür hep

Zer ü sîm adı imiş şems ü kamer

Böyle esmâ da semâdan mı iner

Lutfiyye, B.152-154

Vehbi, ‘‘ bir şeyin aslının değişeceği telakkisi ancak kuruntu ve hayalden ibarettir der. O ancak herşeye gücü yeten Allah’ın taşı mücevher, toprağı iksir yapabileceğini vurgular.’’

Nice tahvil olunur mâhiyet

Kârger olmaya bunda san’at

Hükemâya göre bu emr-i muhâl

Belki tecviz idemez vehm ü hayâl

Lutfiyye, B.160-161

 

Bilesin ancak ider Rabb-i kadîr

Haceri cevher ü hâki iksir

Lutfiyye, B.163

Sünbülzâde Vehbi Lutfiyyesi’nde ayrıca kimya ilmiyle uğraşan birinin başından geçen ve onu komik duruma düşeren bir hikayeyi de anlatarak kimya ilminin boş bir ilim olduğunu ifade eder.[21]

  1. Sihir, Tılsım, Neyrenciyât ve ta‘vîr

Sihir sözlükte; büyü, büyücülük, göz bağcılık ve büyü kuvveti taşıma anlamlarında kullanılmaktadır. Sihir yapana da sihir-bâz denmektedir.[22]

İbn Haldun sihri birtakım istidatların niteliğine dâir ilimler arasında göstermektedir. Bu sayede yani sihir sayesinde beşeri nefisler unsurlar âleminde etkiler meydana getirmeye güçleri yeter. Bu etki herhangi bir yardımcıya başvurarak veya vurmayarak sağlanır. Bunlardan ilkine sihir, ikincisine tılsım denir.[23]

Sihir, peygamberlerin getirdiği şeriatlar tarafından terkedilmiş bir ilimdir. Bu ilimlerle uğraşanlardan yıldız ve benzeri diğer şeyler gibi Allah’tan başkasına yönelme şart koşulmuştur. Bu yüzden sihirle ilgili kitaplar tek Allah inancına sahip toplumlar tarafından zararlı görülüp yaygınlığı azalmıştır. Hz. Musa’dan önce peygamberler ne şer‘i kanun ortaya koymuş ne de ahkâm getirmişlerdi. Onların kitapları Allah’ın birliği, cennet ve cehennemin hatırlatılması ve birtakım öğütler içermekteydi. Hz. Musa’dan önceki peygamberler sihri yasaklamadıkları için o zamanlar bu fenler yaygınlık kazanmıştı. Özellikle Nebati ve Keldanilere ait sihri konu edinen eserler Hz. Musa dönemine ve sonrasına ulaşmıştır. Babil sakinlerinden Süryanilerin, Keldânilerin, Mısır halkından Kıptilerin ve başka kavimlerin sihir içerikli eserleri vardır. Babillilerin el- Felâhatu’n-nebatiye’si ile bunun dışında kaleme alınan, Mesâhıfu’l-kevâkibi’s-seb’a (Yedi yıldıza dair sahifeler), Tumtum-ı Hindi sihir ilminin önemli eserleridir. El-Felâhatu’n-nebatiye isimli kitap sihrin toplum nezdinde bilinmesinde önemli rol oynamıştır.[24]

Hz. Musa ve Hz. Süleyman dönemlerinde sihrin çok yaygın olduğu bilinmektedir. Zaten sihir ilk Hz. Musa döneminde manevi olarak yasaklanmıştır. Sihirbazlığın çok yaygın olduğu dönemlerden biri olan Hz. Süleyman döneminde sihirbazlar içinde çok ileri gidenler vardı. Hz. Süleyman onlarla mücadele edip galebe gelmişti. Yahudiler arasında büyücülük yaygın olduğu için onlar Hz. Süleyman’ı büyücülükle itham ediyorlar varlığa büyüyle hakim olduğunu iddia ediyorlardı. Bu Hz. Süleyman’a ve mucizelerine karşı büyük bir haksızlıktı. İşte Kur’an-ı Kerim Hz. Süleyman’a yönelik bu haksızlığı Bakara sûresi 102. âyetle reddediyor:

‘‘Şeytanların, Süleymân’ın mülk (salatanat ve nübüvvet)ü aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere uydular. Halbuki Süleymân asla kâfir olmadı. Fakat o şeytânlar kâfirdirler ki insanlara sihri (büyücülüğü) ve Bâbil’deki iki meleğe; Hârut ve Mârut’a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki onlar(yani o iki melek): ‘Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişiz).Sakın,(sihir, büyü yapıp da) kafir olma’ demedikçe hiçbir kimseye (sihir)öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını açacak şeyler öğrendiler. Halbuki (sihirbazlar)Allah’ın izni olmadıkça, onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onlar muhakkak biliyorladı ki, onu (yani sihri)satın alan (ona revaç veren) kimsenin âhiretten hiçbir nasibi yoktur. Onlar, kendilerini cidden ne kötü şey karşılığı satmış olduklarını bilselerdi.’’[25]

Şairlerin sihirden bahsederken Harut ve Mârut’u dile getirmesi onların sihri öğreten iki melek olduğuna inanılmasındandır. Bu çerçevede hurafe kabilinden birçok rivayetle karşılaşırız. Yukarıdaki âyet aslında bu konuya da açıklık getirmektedir. İki meleğin cezalandırılmak için koyulduğu kuyu da çâh-ı Bâbil olarak anılır.

İbn Haldun sihrin mahiyetini ise insan ruhlarının sınıf sınıf olduğu görüşünden hareket ederek açıklamaya çalışır. Bu yaklaşım Hz.Süleymanla ilgili ithamı değerlendirmede bize önemli bir katkı sunmaktadır. İbn Haldun’a göre her sınıfın kendine özgü vasfı vardır. Peygamberlerin ruhları beşerilikten soyutlanıp melekî ruhaniyete yükselebilecek şekilde yaratılmıştır. Bundan dolayı meleklerin hitabını işitme, varlığa tesir etme ve Rabbani marifet elde etme yönleri vardır. Sihirbazların ve kahinlerin ruhlarında ise maddi aleme tesir etme ve yıldızların ruhaniyetini çekme özelliği vardır. Peygamberlerin varlığı etkilemesi Rabbani ve ilahi yardımla diğerlerinin ise nefsani şeytani kuvvet sayesindedir.[26]

Sihirbazların sahip olduğu nefislerin üç derecesi vardır:

  1. Sihir: Sihirbazların nefislerinin herhangi bir yardımcı olmaksızın dikkatin bir yöne yoğunlaşması ve kalbin yönelişiyle etki oluşturmasıdır. Gerçek sihir budur.
  2. Tılsım: Sihir yapanların feleklerin, yıldızların, sayıların veya başka unsurların mizacından bir yardımcı sayesinde etki meydana getirmesidir. Sihre göre daha zayıftır.
  3. Göz Bağlama: Göz bağcılığı kişinin hayal kuvvetlerine yönelerek hayaller üzerinde bir çeşit tasarrufta bulunmasıdır. Uygulayanın amacı ne ise ona göre hayal kuvvetleri üzerinde türlü türlü hayaletler, karartılar ve suretler elde ederler. Göz bağcılığı yapan bu durumu öncelikle kendi ruhunda oluşturur sonra da kendi nefsinin kuvveti sayesinde seyircilerin duyularına indirir, telkin eder. Seyirci aslında bunu hariçteymiş gibi görür gerçekte ise dış âlemde böyle bir şey yoktur. Buna Arapça’da şa’beze denmektedir. Yani gözbağcılığının karşılığı olan bu kelimeye Farslılar çeşm-bendî ismini verirler. El çabukluğuna dayalı aldatmalar ise hiffet-i yed veya hokkabazlık olarak anılmaktadır.[27]

İbn Haldun’un yukarıdaki görüşleri bizi sihir yapanların ruh yapılarının farklı olduğu tespitine götürmektedir. Ama farklı yapıdaki bu ruhların etkileri de kendi içinde farklıdır.       Yani onları da alt tabakalara ayırmak gerekmektedir. Sihir çeşitleri de bu tabakların etki durumuna göre şekillenmektedir.

Tılsımla ilgili bir hususu da ek olarak belirtelim. Taşköprülüzade, tılsımın sihir ve yıldız ilmiyle ilgili iki türünün olduğunu söyler. Birincisi işe uygun zaman ve konumda faal gökyüzü güçleriyle pasif yeryüzü güçlerinin bir araya gelmesi durumunda ortaya çıkanı konu edinen ilimdir. İkincisi ise yaprak, taş, deri ve kâğıt üzerine yazılmış yazı, resim, çizgi ve işaretlerin keyfiyetinden bahseden ilimdir. Tılsım Anadolu folklorunda büyünün etkisini sağlayan araç, kapıları açmaya yarayan söz, kadınların nazardan korunmak için taktıkları süs eşyası olarak da kullanılır.[28]

Sihirle ilgili verdiğimiz bu bilgilerden sonra onun Sünbülzade Vehbi’nin eserlerindeki görünümünü arz edelim.

Öncelikle Dîvan’da sihirle ilgili birçok beyte rastlarız.

Efsûnunu icrâ eder sihr-i kelâm imlâ eder

Teshîr-i sad-ma’nâ eder destimde câdû-yı kalem

K.22/37

‘‘Söz büyüsü efsununu icra eder, düzeltir; kalem cadısı elimde yüz anlamlı büyü haline gelir.’’

 Başka bir beyitte Sünbülzade Vehbi rakibi susturan ilzam eden büyülü kalemi olduğunu söylerken onu abanostan bir asâya benzetiyor. Burada zımni biçimde Hz. Musa’nın asâsına göndermede bulunulur nasıl ki Hz. Musa’nın asâsı sihirbazların asâlarını etkisiz kıldıysa şâirin büyülü kalemi de diğer şairleri susturmuştur:

 

Bu kilk-i pür-füsûndur Vehbiyâ hasmı eden ilzâm

Hemân ibtâl-i sihre âbnûsî bir asâmız var

G.121/1

Şâir, şu beyitte de sözünü Hüsrev Perviz’in rüzgarın getirmiş olduğu mucizevi hazinesiyle bir tutar. O, ayrıca hazineleri yılanların beklediği ve tılsımlı olduğu inanışına da gönderme de bulunmuştur. Şairin sözü hazine, kapıcısı da kalemidir.

‘Aceb gencine-i bâd-âver-i i‘câzdır nutkum

Tılsım ile anın su’bân-ı hâmem oldu derbânı

K.5/4

Lutfiyye de ise sihir için şunları söyler Sünbülzâde :

Sihr içün Tebbet-i vârûn okuma

Rukye-hânlık ile efsun okuma

Olmayıp sihr-i harâma meyyâl

Şi’re sa’y it ki odur sihr-i helâl

Lutfiyye, B.140-141

‘‘Sihir yapmak için Tebbet sûresini tersinden okuma, duâ okuyorum diye efsun okuma haram olan sihre meyledeceğine helal olan şi’re yönel!’’[29]

Lutfiyye’de nârenciyât terimi sözlüklerde karşımıza çıkan anlamının dışında kullanılmıştır. Sözlükte nîrenc olarak geçer ve Farsça nîreng kelimesinin bozulmuş halidir. Nârenciyat, sihir ve efsuna benzer ama sihir olarak kabul görmemektedir. Sihir ve sîmyâdan farklı olan nârenciyat hayalen acayip suretler manzaralar oluşturmadır. Gözbağcılığı, hayâl-bâzlık veya hokka-bâzlık olarak isimlendirilir. Aklın ötesinde işler gösterirler.[30]

Sünbülzade Vehbi, nârenciyatı cinleri kendine bağlamaya çalışan ilm-i azâim ile karıştırmıştır.[31] Nârenciyat aslında gözbağcılığıdır.

Define bulma bilgisi olan ta‘vîr ilmi için Sünbülzâde Vehbi olumlu düşünmemektedir.

Şakk-ı arz ile define bulamaz

Çatlasa yerde hazîne bulamaz

 

Kapdırıp malını aldanma sakın

Mağribi mâl bulur sanma sakın

Lutfiyye, B.184-185

Yine Lutfiyye de tılsım için şairimiz şunu söyler:

Eyleme fenn-i tılsımâta heves

Açamazssın o tılsımı öz kes

Lutfiyye, B.186

‘‘Tılsımât fennine heveslenme kendi başına o tılsımı çözme’’[32]

 

3.İlm-i Azâim

Âgâh Sırrı Levend ilm-i azâimi ruhları davet ve teshir ilmi olarak tanımlar.[33]

Bedensiz ruhlardan istifade etmeye azâim ve bedenlenmiş ruhlardan yardım almaya ise ilm-i istihzar diyenler de vardır.[34]

Azâim kelimesi, Arapça azimet kelimesinin çoğuludur. Kişinin kalbinin bir şeye bağlanarak bütün ruhi gücüyle ona yönelmesine azimet deniyor. Azîm ilmini bilenler bu yolla cinlere ve şeytanlara tesir ederek onları hizmetlerine aldıklarına inanmaktadırlar. Birçok âlim bunun mümkün olduğu görüşünü kabul etmektedir.[35]

Hz. Süleyman, Kur’ân-ı Kerim’den de öğrendiğimize göre cinleri ve şeytanları kendi hizmetinde bulundurmuştur. Kur’ân-ı Kerimde ‘‘Bunun üzerine biz de istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgârları, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalara bağlı diğerlerini onun buyruğuna verdik’’[36] denmektedir. Bu ayet, Hz. Süleyman’a bir mu’cize olarak Allah tarafından cinleri istihdam etme gücü verildiğini ifade etmektedir..

İbn Nedim, Hz. Süleyman peygamberi cinleri ve şeytanları kendine kul köle yapan ilk kişi olarak göstermektedir. Hz. Süleyman’a katiplik yapan Asaf bin Berhiya, Yusuf bin İsû ,Hürmüzan bin el-Kerdûl cinlerin ve şeytanların lideri Fuktus’u onun huzuruna getirmiştir. Fuktus ile beraber gelen cin ve şeytanların liderleri Hz. Süleyman’a bağlanma anlaşması yapmıştır.[37]

Bu cümlelerden anlaşılıyor ki cinlerin ve şeytanların Hz. Süleyman’a bağlılığı bir anlaşma çerçevesinde gerçekleşmiştir.

Allah’a itaat eden ve Ondan hiç kimsenin ulaşamayacağı bir saltanat isteyen Hz. Süleyman’a cinlerin bağlanması insanoğlu için de bir sınır çizmektedir. Onlarla irtibata geçilebilir ama bu salim ve Allah’a itaat eden bir kalbin yapabileceği bir iştir. Yoksa cinlerin ve habis ruhların maskarası olma tehlikesi söz konusudur.

Ruh çağırma için Osmanlı döneminde kullanılan terim huddâmcılıktır.[38] Ruh çağırma celseleri denilen daha çok batı kökenli ortamlarda aslında çağırılan ruhun gelmediği ama habis ruhların ve kötü niyetli cinlerin oraya katılanları alaya aldığı kanaati yaygındır.

Özellikle Cumhuriyet devrinde bir ara Ankara bürokrasisinde ruh çağırma seanslarının moda olduğunu gazeteci yazar Murat Bardakçı bir yazısında dile getirir. Bu yazısında Murat Bardakçı,  Enis Behiç Koryürek’in ‘Geçsin günler, haftalar’ diye başlayan ‘Hatıra’ isimli şiirini besteleyen Erol Sayan’ın şiirin güftesinin eksik kaldığı düşüncesiyle bir ruh çağırma celsesinde Enis Behiç’in ruhunu çağırdığı bilgisini paylaşmaktadır. Güya ruh çağırma celsesine katılan Enis Behiç’in ruhu şiirin sonuna yeni mısralar eklemiştir. Bestekar Erol Sayan da şiiri eklenmiş haliyle tekrar bestelemiştir. Murat Bardakçı’nın ruh çağırma seanslarıyla ilgili naklettiği başka bir anekdot ise; şair Enis Behiç Koryürek’e aittir. Şair, Türkiye’de ruh çağırma ve ispritizma işlerinin öncüsü Bedri Ruhselman ile tanışmasıyla ruh çağırma işine merak sarar. Kısa sürede ruh çağırma celselerinin aranan ismi olan Enis Behiç Koryürek, bu seanslarda kendisiyle temasa geçen 1734’te Trabzon’da vefat etmiş olan Mevlevi şairi Çedikçi Süleyman Efendi’nin ruhundan tebliğler aldığını iddia etmektedir. Enis Behiç, Çedikçi Süleyman’ın ruh çağırma seanslarında yazdırdığı şiirleri Vâridat-ı Süleyman isimli kitapta toplar. Bu kitaptaki bazı şiirler ise Refik Fersan, Suphi Ziya Özbekkan gibi meşhur bestekarlar tarafından bestelenir.[39]

Görüldüğü gibi Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de ruh çağırma, cinleri istihdam etme gibi yaklaşımlar birçok meraklısını kendine çekmiştir. Fakat bilhassa ruh çağırma seanslarında karşılaşılan durumların doğruluğu şüphelidir. Ruhların geldiği ve tebliğlerde bulunduğu ifadeleri gerçeklik noktasında tartışmalıdır. Konuyla ilgili anlatılanların hoş hatıralar olarak benliğimizde yer etmesinden başka bir geçerliliğinin olmadığı düşüncesindeyiz.

Sünbülzâde Vehbi Divan’ında ruh çağırma ve cinlerin itaat ettirilmesiyle ilgili bir beyte rastlayamadık. Lutfiyyesi’nde ise; nârenciyât başlığıyla cinlerin emir altına alınmasına yönelik şairin görüşleri dile getirilir. Ama burada bir bilgi yanlışıyla karşılaşırız. Azâimle ilgili verilmesi gereken bilginin nârenciyat başlığı altında sunulduğu gözlenmektedir.

Çarpılır itmege râm u teshîr

Kavm-i cinnî nice bî-çâre fakîr

 

Düşmen-i Âdem iken dîv ü perî

Yok mıdur anlara dahlin hatarı

 

İtme da‘vet yanına şeytânı

Sanma haddâmın olur ruhânî

Lutfiyye,B.,145-147

‘‘Birçok çaresiz fakir, cin taifesini kendine bağlamak isterken çarpılır, şeytan ve peri insanların düşmanları olduğundan onlara müdahele etmenin tehlikeleri vardır. Şeytanı yanına çağırma ,onun sana ruhani bir varlık olarak hizmet edeceğini düşünme.’’[40]

Görüldüğü gibi Sünbülzâde Vehbi, cin ve şeytanları kendine bağlama işinin akıl karı olmadığını vurgulamaktadır.

4.Fa‘l, Reml ve Tefe’ül

Yapılacak bir işin sonucunun iyi mi kötü mü olacağını önceden bilmek; insanın yazgısını öğrenmek, talihli olacağı girişimleri sezmek, yapılması gereken bir iş için uğurlu bir saat seçebilmek hususunda yapılan tüm yorumlamalar bize falın anlamını verir.[41]. El falı, kur’a falı, yıldız falı, reml falı ,çay falı, kahve falı, iskambil falı, kafatası falı, rüzgar falı, balmumu falı, kemik falı, bulut falı, tuz falı, ateş falı , el yazısı falı, rüya falı… gibi bir çok fal çeşidi vardır.[42]

Bilhassa reml falı yani kum falı klasik Türk şiirinde çokça karşımıza çıkar. Bazı kaynaklar bu falın kökenini Hz. İdris veya Hz. Danyal’a bağlarlar. Remil bakanlara remmâl denir. Başlangıçta kum üzerinde yapılan noktalarla bakılan bu fal şekli sonraları özel tahtalara yapılmıştır. Bu falın temeli on altı satıra rast gele işaretlenen noktalardır. Bu noktalar tek ya da çift sayıda oluşlarına göre biçim alarak yorumlanır. Bir tahtanın üstündeki kumu parmakla işaretleyerek veya bir kâğıda saymadan satırlar biçiminde noktalar koyup ardından da üstüne zar atarak remil falına bakılabilir. Remil dörder dörder ayrılmış on altı satırdan oluşur. Dörtlülerde satırların on beş ile otuz nokta aralığında olması gerekir. Remil bakmak için abdestli olmak, falın bakıldığı yerin temiz olması, fal bakacak ve falı bakılacak kişinin temiz olması, kişinin fal atarken düşüncesini fala yoğunlaştırıp sağ elle soldan sağa doğru nokta koyması, nokta koyarken Allah adını anması gibi hususlara dikkat etmek gerekir. Remlin uygun ve uğurlu saatlerde atılması önemlidir. İyilik belirtileri sa‘d, uğursuzluk belirtisi ise nahs olarak isimlendirilir.[43]

Tefe’ül ise; halk arasında Kur’ân falı veya Danyal falı olarak bilinmektedir. Bu ilim, bir olayın veya gelişmenin gelecekte ortaya çıkacak bazı durumlar hakkında işaretler taşıdığı düşüncesine dayanmaktadır. Tefe’ül terimi bir şeyi uğurlu saymak, bir olayı bir hayrın başlangıcı olarak görmek ve bu doğrultuda yorum yapmaktır. Karşıtı ilm-i teşe’ümdür. Teşe’üm bir şeyi uğursuz saymaktır.[44]

Tefe’ül yalnızca Kur’ân ile yapılmaz. Bundan dolayı bu fala kitap falı da diyebiliriz. Divân-ı Hafız, Mesnevi, Ahmediyye, Muhammediye ve Envâru’l-Âşıkîn gibi kitaplar genelde tefe’ülde kullanılır. Kitap falı daha çok gözü kapalı olarak Kur’ân’ı veya adı geçen kitapları açarak yedi sayfa gerisinden ilk göze çarpan ayeti veya sayfayı okuyarak gerçekleştirilir.[45]

Tanımlarını verdiğimiz gizli bilimlerden fa’l, reml ve tefe’ül kavramları Sünbülzâde Vehbi tarafından nasıl ele alınmakta örnekler ışığında görelim. Aşağıdaki beyitte şâir sevgilinin güzelliğinin talihini bir falcıdan soruyor; falcı da sevgilinin parlak yüzüne bakıp ayva tüylerinden hareketle onun talihini iyiye yoruyor:

Tâli’-i hüsnünü bir fâl-küşâdan sordum

Bakıp ol rûy-ı münîre dedi lihyândır hat

G.136/4

Sünbülzâde Vehbi Kur’ân falı açıp faldan fetih müjdesi çıkınca bu sonuca inancının tam olduğunu vurgular:

Tefe’’ül eyledim innâ fetahnâ[46] çıkdı Mushaf’dan

Yakînim var bu fâl-i dil-küşâya yekdir Allâh yek

K.10/3

Sünbülzâde Vehbi Divân’ında reml ile ilgili kavramları kullanmaz ama Lutfiyyesi’nde remle yönelik olumsuz yaklaşımda bulunur. Ona göre reml uğursuz, kötü bir sanattır. Bu işle uğraşanların çoğu fakir ve kötü bilinen kimselerdir. Remle uğraşanların falında hep fakirlik çıkmaktadır.

San‘at-ı reml ise gayet meş‘ûm

Ekser erbâbı fakîr ü mezmûm

Anlarun kur’asıdur fakr u suâl

Tahtasın başına çalsun remmâl

Lutfiyye,B.129-130

 

5.İlm-i nücûm

İlm-i tencim, ilm-i ahkâm-ı nücûm, astroloji olarak da anılan bu ilmin matematiksel ilimlerden olan astronomiden farkı, yıldızların konum ve hareketlerinin bir işaret sistemi oluşturduğunu bunun sayesinde şimdiki durumla geçmiş, gelecek hakkında bilgi edinilebileceğini savunmasıdır. Astroloji bir anlamda astronominin metafiziğidir.[47]

Yıldız ilmiyle uğraşanlara müneccim denilmektedir. Müneccimler, nücûm san‘atı sayesinde unsurlar âleminde ortaya çıkan şeylerin ve üzerlerinde görülen etkilerin yıldızların kuvvetini tanıma suretiyle önceden bilinebileceğini iddia ederler.[48]

Bu ilmi ilk defa Nebatîler sistematik hale getirmiştir. Yıldızlara taptıkları için bu durum onları yıldızları inceleyip, yıldızlar hakkında hüküm çıkarmaya sevk etmiştir. Nebatîler dışında Yahudilerin de bu ilimle çokça meşgul olduğu, hatta bu hususta Zühre isimli kitaplarının bulunduğu kaynaklarca ifade edilmektedir.[49]

Yıldızlarla ilgili ilk incelemeler, onların hareketlerinden hüküm çıkarmalar inanç kaynaklıyken sonraları geçmişle gelecek hakkında bilgi edinme merakına dönüşmüştür.

İlm-i ahkâm-ı nücûma esas olan yedi gezegen ve on iki burçtur. Bu ilimle uğraşanlara göre; her insan, hatta hayvan, bitki ve madenler bile yıldızların tesiri altındadır. İnsanlar tesiri altında olduğu yıldızların özelliklerine göre iyi-kötü, cömert-cimri, talihli-talihsiz olabilir.[50]

Nücûm ilminin esasını teşkil eden burçları ve gezegenleri şöyle sıralayabiliriz:

Burçlar:

  1. Hamel(Koç)
  2. Sevr (Boğa)
  3. Cevzâ(İkizler)
  4. Seretân(Yengeç)
  5. Esed (Aslan)
  6. Sünbüle (Başak)
  7. Mizân(Terazi)
  8. Akreb
  9. Kavs(Yay)
  10. Cedî(Oğlak)
  11. Delv (Kova)
  12. Hut (Balık)

Gezegenler:

  1. Zuhal (Satürn)
  2. Müşteri (Jüpiter)
  3. Merih (Mars)
  4. Şems (Güneş)
  5. Zühre (Venüs)
  6. Utarid (Merkür)
  7. Kamer (Ay)[51]

Gezegenlerin bazıları uğurlu (sa’d) bazıları uğursuz(nahs)dır. Zuhal, Merih uğursuz; Müşteri, Zühre uğurlu ve Utarid ise uğurluyla uğursuz arasında değişkendir.[52]

Nücûm ilmine göre yedi gezegene ait biner seneden ibaret yedi devir vardır. Bu devirler Zühal ile başlar ve buna devr-i Âdem de denir. İçinde bulunduğumuz devir Kamer devri olup devr-i Muhammedi olarak zikredilir.[53]

Astrolojiye ait Sünbülzâde Vehbi Divân’ında birçok beyitle karşılaşırız. Şair, şu beyitte binlerce yıl geçse de gezegen ordusu kutluluk üzre bir araya gelmez ve dünya feleğinin gözü de bir daha böyle çok talihli hükümdarı göremez diyerek hükümdara övgüsünü dile getirir:

Görür mü böyle bir sâhib-kırânı dîde-i gerdûn

Hezârân sâl olursa cünd-i seyyâre kırân üzre

K.15/26

‘‘Kılıcın korkusuyla gökyüzü kubbesindeki aslan titrerken feleğin oğlağı bin canla kurban olursa buna şaşılır mı ?’’ diyen şair burçları aşağıdaki beyitte benzetme unsuru çerçevesinde kullanmıştır:

Esed bâm-ı semâda bîm-i şemşîr ile lerzândır

Nola Cedy-i felek biñ cân ile olursa kurbânı

K.5/19

Sünbülzâde Vehbi; Lutfiyyesi’nde yıldız ilmini uğraşılmaması gereken ilimlerden görmektedir. Yıldız ilmiyle uğraşanların söylediklerinin hep yalan olduğunu ifade eder:

Recm-i gayb itdiğiçün ehl-i nücûm

Oldı mânend-i şeyâtin mercûm

Ekseri sözleridir kizb-i sarih

Ne amel binde biri çıksa sahih

Lutfiyye, B.111-112

 

6.Vefk,  Nüshakârlık,  Himyâ ve Rukye

Vefk, bir dörtgende uzunlamasına ve enlemesine birbirini kesen doğru çizgilerden meydana gelen bir şeklin içine koyulan sayı ve harflerdir. Üçlü, dörtlü, beşli, altılı, yedili sekizli, dokuzlu vefkler vardır.[54]

Görüldüğü gibi vefklerde tılsım ifade eden sayı ve harfler önemlidir. Kullanılan sayı ve harflerin etkisiyle yapanın amacı neyse onun gerçekleşeceği inancı vardır.

Erkek ve kadın vefkleri farklı olur. Güneş ve açılarının bazılarında sadece erkekler için bazılarında ise sadece kadınlar için vefk uygulaması mümkündür.[55]

Her insanın mizacına uygun vefk yapıldığında bazı sonuçların kolaylıkla elde edilebileceğine inanılır. Vefkin amacı da zaten beklentilerin gerçekleşmesi düşüncesidir.

Vefkin dışında ele alacağımız bir diğer manevi korunmaya yönelik gizli ilim ise muska yapımıdır. Osmanlı döneminde muska daha çok nüsha ismiyle anılmaktadır.

Gizli ilimlerin bir terimi olan nüsha; hastalık, şirinlik ve birçok hususta yazılan duaları içeren şeyin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu duâlar iki üç santim eninde ince bir kâğıda yazılır, üç köşeli olarak bükülür, bir muşambaya sarılarak boyna veya kola takılırdı. Nüsha, muska anlamında kullanılmaktadır. Nüsha yapan kimseye nüshakâr denir.[56]

Rukye ise, Arapça nefes, okuma, havas ehlinin okuduğu azâyim manalarına gelir. Rukye yaparak birçok hastalık ve zararlı hayvandan korunmaya çalışılır.[57]

Rukyeyle ilgili Taşköprülüzade şunları söyler:‘‘ Bu ilim, iplik ve saç düğümleri ve bunlar gibi özel eserlere terettüp eden bazı özel fiil ve işlemlerden bahseder. En çok hastalara yapılır. Farsça’da efsûn denir ki aslı âb sûn dur. Çünkü çoğu onu suya okuyup, nazar değen kimseye içirir. Yahut üzerine dökülür. Arapça’da rukye demelerinin sebebi de, güyâ o kelimeler râkinin göğsünden yani efsûn okuyanın kalbinden akıp mizâcı bozulana gelir. O sözlerin bir kısmı pehlevi bir kısmı kıbtî dilinden olur. Sözlerin bazısı hezeyân bazısı da düşünce ve inanışlarına göre cinlerden alınmışlardır.’’[58]

Yine Sünbülzâde Vehbi’de gizli bilimlerden olarak karşımıza çıkan Himyâ’yı bir çeşit kendini koruma tılsımı olarak düşünebiliriz. Biraz sihirle de ilgisi vardır.

Tüm bu gizli bilimlerle ilgili terimler Sünbülzade Vehbi’nin Divan ve Lutfiyesi’nde geçmektedir.

Sünbülzâde aşağıdaki beyitte ‘‘Kaza dünyanın kara kıtalarından oluşan dörtte birlik bölümünü Hüsrev’in egemenliği altına almış, Süleymân’ın mührünü yüzüğünde dörtlü vefk yapmış.’’der

Kazâ ol hüsrevin mahkûmu kılmış rub ‘-ı meskûnu

Nigîninde murabba vefk edip mühr-i Süleymân’ı

K.5/25

Şu beyitte ise; övülen şahsın rukyesini melekler yazmaktadır:

Hırz-ı ta’vîzât-ı Rabbânî nigehbânlık edip

Zât-ı vâlâ-kadrine olsun melâ’ik rukye-h’ân

Tarih 27/5

Sünbülzâde, Lutfiyye’de himyâyı akıllı insanın yapmayacağı iş olarak olumsuz bir şekilde niteler:

Himyâ âdemi mahmî idemez

Âkil ol tehlike râha gidemez

Lutfiyye, B.188

Yine Lutfiyye’de muskacılık azgınlık olarak ifade edilir:

Nüshacılık hele pek azmaktır

Ya’ni encâmı göbek yazmaktır

Lutfiyye, B.14

 

7.İlm-i Sîmyâ

Tılsım için kullanılan simyâ kelimesi zamanla harflerin esrarıyla ilgili bir terim haline gelmiştir.[59]

Harflerde sihirli bir yön olduğu bu yönün de harflerin mizacından kaynakladığını dile getiren âlimler harfleri tabiatları itibarıyla ateş, hava, su, toprak harfleri olarak dörde ayırdılar. Onlara göre; ebced kelimesindeki elif ateş, be hava, cim su ve dal toprağı karşılar. İlm-i simyâyla uğraşanlar sonra da Arapça harfleri yedişerli guruba ayırdılar. Örneğin simyâyla uğraşanlar ateş harflerini soğuktan mütevellid hastalıkları ortadan kaldırma amaçlı kullandılar.[60]

İlm-i simyâ bugün galat-ı meşhur olarak manevi alşimi yani kimya olarak kullanılsa da aslında daha çok harf ve rakamlarla yapılan bir göz boyamacılığıdır.[61]

Simyâcıların iddia ettiği ve harflerle rakamlara esrar yükleme çabalarının insanları kandırmacadan başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz.

İlm-i Simya Lutfiyye’de geçmekte ve hayal ile kuruntu olarak görülmektedir. Sünbülzâde Vehbi’ye göre simya aslı şüpheli bir hokkabazlıktır.

Sîmyâ ise hayâl ü evhâm

İsmi var gerçi velîkin kurı nâm

Aslıdır şu’bede-i mevhûme

Yani suret viremez ma‘dûme

Lutfiyye, B.177-178

 

8.İlm-i Ta’bir-i Rü’yâ:

Rüya, ruhani bir şey olup, uykuda iken ruhun manâlar âlemine dalması sonunda gaybdan kendine yansıyan varlıkların şekil ve suretini bir anda görmesidir.[62]

Rüyâ tabiri ise; uyku anında görülen hayali şekillerin enfüsi ve âfâki taraflarını ayırt edip bir ipucuyla onların ötesindeki gerçekliğe vakıf olmaya çalışmaktır.[63]İslam bilginlerine göre en eski rüya tabircisi Hz. Yakup ve Hz. Yusuf’tur.

Sünbülzâde; Lutfiyye de meşhur rüya yorumcusu İbn Şirin’den bahsederek yazmış olduğu eseri över. Şairin rüya tabirine bakışı olumludur. Fakat rüya tabir ettirirken ehil insanlara yaptırılmasını tavsiye eder.

Fenn-i ta’birde İbn-i Şirin

Yazdı çok nesne şîrîn

Sakın ammâ ki mu‘abbirlikten

Düşi azmışlarla birlikten

Lutfiyye, B.134-135

9.İlm-i Firâset

Firaset, insanların, diğer varlık ve olayların iç yüzünü keşfetme, gelecek hakkında doğru tahminde bulunma melekesi anlamına gelmektedir. Bu hususu işleyen ilim dalı ise ilm-i firâsettir.[64]

Sünbülzâde Vehbi’nin Lutfiyyesi’nde firaset ilmine değinilmekte ve bu ilim olumlu ifadelerle anılmaktadır.

Fenn-i ra’nâ-yı ferâset ne güzel

Bilesin hâl-i kıyâfet ne güzel

Lutfiyye, B.269

10.İlm-i Cifr

Cifr, şifre alfabelerinden birinin adıdır. Gelecekte meydana gelecek olayları değişik metotlarla öğrettiğine inanılan ilim dalıdır. Bu ilmin esası harflerin ve sayıların terkibi üzerinedir. Yani ebcede dayanır.[65]

Taşköprülüzâde bu ilmi, cifr ve câmi’a ilmi başlığı altında alarak levh-i mahfuzda yazılı olanın özet halinde bilinmesi olarak nitelendirir. Ona göre; cefr, levh-i kazâdan ibarettir ki akl-ı küldür. Câmi’a levh-i kaderdir ki nefs-i küldür. Cifr ilminin Hz. Ali tarafından tesis edildiği iddia edilmektedir. Hz. Ali, yirmi sekiz harfi en açık yolla cifr cildinde ortaya koymuştur. Onlardan özel ve belirli şartlarla hususi anlamlar çıkarılır. Bunlar arasında kaza ve kader levhinde olanlar bulunmaktadır. Geçmiş peygamberlerin kitaplarında da bu ilim vardır.[66]

Sünbülzade Vehbi, cifrle ilgili Divan’ında geçen aşağıdaki beyitte öğrenmenin önemine dikkat çekmektedir. Dünyanın hükümlerini okuyarak bulduğunu bu hükümlerin aklın cifr kitabında kayıtlı olduğunu ifade eder. Şair, bununla dünyanın sırrına ermenin ancak okuyarak çabalayarak akılla olacağını cifr gibi manevi çıkarımlara dayalı ilimlere bel bağlamamak gerektiğini ima yollu anlatmaktadır.

Tetebbu’ eyleyip ahkâm-ı dehri ‘âkıbet buldum

Kitâb-ı cifr-i ‘aklîde bu vech üzre muharrerdir

Divan, K.41/44

Sünbülzâde Vehbi, Lutfiyyesi’inde ise; cifr ilminin keramet sahibi kimselerin işi olduğunu onların ise bunu para karşılığı dahi olsa kimseye açıklamayacağını dile getirir:

Cifr ise ehl-i kerâmet işidür

Kim görür ehlin anun kim işidir

Anı eşhâsa ıyân itmezler

Akçe zımnında beyân itmezler

Lutfiyye , B.132-133

11.İlm-i Kırtasiye ve İlm-i İhfâ

Kırtasiye kâğıttan altın yapmak ilmi; ilm-i ihfâ ise birdenbire ortadan nasıl kaybolunacağını anlatan ilimdir.[67]

Taşköprülüzâde, ihfâ ilmini insanın kendisini başkalarının yanında onların gözlerinden gizleme bilgisi olarak ifade eder. Kişi etrafındakileri görürken onlar kişiyi görememektedir. İhfâ, özel dua ve azâim ile ruhları etkileyerek gerçekleştirilir. Taşköprülüzade, velayet sahibi olanlar hariç bu ilmi öğrenmek isteyenlerin amaçlarına ulaşamayacaklarını söyler.[68]

Sünbülzade,  Lutfiyesi’nde bu iki ilimden de olumsuz ifadelerle bahsetmektedir.

İlm-i kırtâsı bilen bî-çâre

Ola mı akçeye pâre pâre

Lutfiyye, B.186

‘‘Kırtâs ilmini bilen kişi paraya parça parça ola mı?’’[69]

İlm-i ihfâyı da boş yere uğraşılacak ilim olarak gören Vehbi, sürmenin insanı gizleyemeyeceğini bunu iddia eden şeytan kisveli insanları ise yanımıza yaklaştırmamamızı öğütlemektedir.

Olma âvare-i ilm-i ihfâ

Kendini gözgöre itme rüsvâ

 

Aslı yokdur bilesin çekme ziyân

Hüdhüdi eyleme maktû‘-ı zebân

 

Sürme mahfî idemez insânı

Sürmeli anı diyen şeytânı

Lutfiyye, B.191-193

 

12.Nazar(göz değmesi)

Göz değmesi, kem nazar sahibi olan bir kişinin ruhundan ileri gelen etkidir. Kem nazar sahibi idrak ettiği bir hali ve maddeyi güzel bulur. Bu hususta da çok ileri gider. Böyle bir hoşlanma, güzel bulma halinden bir kıskançlık ortaya çıkar. Kıskançlıktan kaynaklı bu his içinde o maddeye veya hale sahip olma isteği yatar. O maddeyi veya hâli kendine mal edemeyince kıskançlığından dolayı onların ortadan kalmasını tercih eder. Göz değmesi doğuştan getirilen ruhsal özelliğin şartlar mevcut olunca sahibinin ihtiyarına bağlı olmadan ortaya çıkma durumudur.[70]

Şair, aşağıdaki beyitte övdüğü kimseyi dünyanın gözünün aydınlığı olarak nitelendirip onun Allah’ın koruması altında kötü nazardan muhafaza edilmiş bir şekilde olması için dua etmektedir:

‘Aceb nûr-ı basardır ol cihânıñ kurretü’l-’aynı

Masûn olsun hemîşe bed-nazardan hıfz-ı Mevlâ’da

K.4/49

SONUÇ

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki gizli ilimlere ait terimlere Sünbülzâde Vehbi’nin Divan ve Lutfiyesi’inde önemli miktarda rastladık. İlm-i kimyâ, sihir, tılsım, neyrenciyât, ta’vîr, ilm-i azâim, fa‘l, reml, tefe’ül, ilm-i nücûm, vefk, nüshakârlık, himyâ, rukye, ilm-i sîmyâ, ilm-i ta’bîr-i rüyâ, ilm-i firâset, ilm-i cifr, ilm-i kırtâsiye, ilm-i ihfâ, nazar gibi gizli ilimler Divan ve Lutfiyye’de karşımıza çıkmaktadır.

Bu terimler, divanda ya şiirin muhteva yapısını oluşturan asli unsur ya da benzetme unsuru olarak kullanılmıştır. Şâirin gizli ilimlere yönelik bakış açısını Divan’da geçen beyitlerde bulamayız. Çünkü O, gizli ilimlerle ilgili terimlere Divan’da yalnızca malzeme unsuru olarak yer verir. Lutfiyye ise; nasihat içerikli bir eser olduğu için gizli bilimlere ait unsurlar değerlendirmeyle eserin bünyesine girmiştir. Sünbülzâde, Lutfiyye’de nasihatın gereği gizli ilimleri bilmenin faydalı olup olmaması noktasını kritize etmiştir. Bundan dolayı Sünbülzâde, Lutfiyye’de rüya tabiri, cifr ve firaset ilmi dışındaki ilm-i nücûm, ilm-i vefk, ilm-i sihr ve nüshkârî, nârenciyyât, ilm-i kimyâ, ilm-i simyâ, ilm-i ta‘vir, tılsımât ve himyâ, ilm-i ihfâ, ilm-i kırtâsiyye gibi gizli ilimleri olumsuz sıfatlarla anmıştır. Şair, genel itibarıyla Lutfiyye’de gizli ilimlerin öğrenilmesini tavsiye etmemekte ve faydasız görmektedir. Sünbülzâde Vehbi’nin olumsuz olarak eleştirdiği gizli ilimlerle ilgilenenler azgınlık, akılsızlık, yalancılık gibi kötü sıfatlarla dile getirilmektedir. Ayrıca şair, onları boş hayal, kuruntu peşinde koşmakla itham etmektedir.

* Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü e-mail: meflatun@gazi.edu.tr

[1] İlyas Çelebi, Havas İlmi, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XVI, s.517.

[2] Mahmud Erol Klılç, a.g.e.., s.142-147.

[3] Mahmud Erol Kılıç, a. g.e., s.147.

[4] Mahmud Erol Kılıç, a.g.e.., .s.146; Muhammed b.İshak en-Nedîm,a.g.e.,s.794-795.

[5] Muhammed b.İshak en-Nedîm, el-Fihrist, (Çev.Mehmet Yolcu vd.), İstanbul, 2017, s.790-791.

[6] Mahmud Erol Klılç,  Hermesler Hermesi İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce,  İstanbul, 2010, s.146.

[7] İlyas Çelebi, a. g. md., s.518.

[8] Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Mevzuatü’l-Ulûm, (Sad. Mümin Çevik ), İstanbul, 2011.

[9] Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s.136-147.

[10] Yusuf Çakar, Gizli Bilimler, İstanbul, 2008; Zeki Tez, Gizli Bilimlerin Serüveni, İstanbul, 201; İlyas Çelebi ,a. g. md; Agah, Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, İstanbul, 1984; Mahmud Erol Kılıç, a.g.e..; Hüseyin Güftâ, Divan Şiirinde İlim, Ankara 2004.

[11] İbn Haldun, Mukaddime (Haz. Süleyman Uludağ), İstanbul, 1993.

[12] Agah Sırrı Levend ,a.g.e.., s.189.

[13] Emre Dölen, ‘‘Kimya’’, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXXVII

[14] Sean Martin, Simya ve Simyacılar, (Çev.Eylem Çağdaş Babaoğlu), İstanbul, 2009, s.40.

[15] Mahmud Erol Kılıç, a.g.e..,s.139-140.

[16] Mahmud Erol Kılıç,  a.g.e.., s.138

[17] Muvaffak Eflatun,‘‘ Altının Peşinde-İlm-i Kimyâ ve Risâle-i Terkîb-i Câbir Bin Hayyân-’’, Türk Kültürü Araştırmaları Dergisi, C. V, S.1,s.3.

[18] Emre Dölen, a. g. md.

[19] Mircea Eliade, Asya Simyâsı, (Çev. Mustafa Küpüşoğlu), İstanbul, 2002.

[20] Muvaffak Eflatun ,a. g. m., s.4.

[21] Süreyya Ali Beyzâdeoğlu, Sünbülzâde Vehbî Lutfiyye, İstanbul, 1996, s.53-54.

[22] İsmail Parlatır, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Ankara, 2009, 1510-1511.

[23] İbn Haldun, a.g.e.., s.898.

[24] İbn Haldun, a.g.e.., s.898.

[25] Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâliyyat, İstanbul,1985,s.181.

[26] İbn Haldun, a.g.e.,  s.899.

[27] İbn Haldun, a.g.e., s.899.

[28] İlyas Çelebi, Tılsım, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2012, C.41, s.91.

[29] Süreyya Ali Beyzâdeoğlu, a.g.e., s.49.

[30] Mütercim Âsım Efendi, Kâmûsu’l-Muhît Tercümesi, (Yay. Haz.Mustafa Koç-Eyyüp Tanrıverdi), İstanbul, 2013, s.1063.

[31] Süreyya Ali Beyzadeoğlu, a.g.e., s.50.

[32] Süreyyâ Ali Beyzâdeoğlu, a.g.e.., s.55.

[33] Âgâh Sırrı Levend, a.g.e.. ,s.228.

[34] İlyas Çelebi, a.g.e.., 1997,s.518.

[35] Yusuf Çakar, a.g.e., s.56.

[36] Kur’an-ı Kerim Sa’d 38/37.

[37] İbn Nedim , a.g.e.., s.792.

[38] İlyas Çelebi, Ruh Çağırma, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2008, s.201.

[39] Murat Bardakçı, Habertürk Gazetesi, 16 Nisan 2017 Pazar.

[40] Süreyya Ali Beyzâdeoğlu, a.g.e.., s.50.

[41] Sennur Sezer, Osmanlı’da Fal ve Falnameler, İstanbul, 1998, s.9.

[42] Halil Ersoylu,’‘Fal,Falnâme ve Bir Çiçek Falı:Der Aksâm-ı Ezhâr’’,Türkiyat Mecmuası,1997,C.20,s.200-201.

[43] Sennur Sezer, a.g.e.,s.43-44.

[44] Yusuf Ziya Sünbüllü, ‘‘İlm-i Tefe’ül ve Tefe’ül-nâme(Kur’ân Falı)Üzerine Bir Değerlendirme’’, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Kış 2008,s.386.

[45] İlyas Çelebi, ‘‘Fal’’, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,1995,C.12,s.139.

[46] Kur’ân-ı Kerim, Fetih Suresi, 48/1.

[47] Tevfîk Fehd, İlm-i Ahkâm-ı Nücûm, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 22, İstanbul, 2012.

[48] İbn Haldun, a.g.e., s.956

[49] Âgâh Sırrı Levend,  a.g.e., s.197.

[50] Âgâh Sırrı Levend, a.g.e. s.197-198.

[51] Metin And, Minyatürlerle Türk İslam Mitolagyası,İstanbul,1998.

[52] Metin And, a.g.e., s.351-359.

[53] Âgâh Sırrı Levend,  a.g.e., s .202.

[54] Yusuf Çakar, a.g.e., s.240.

[55] Bülent Kısa, Havâssın Derinlikleri, İstanbul,2005,s.156-157.

[56] Ahmet Talat Onay, Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü,(Haz.Cemal Kurnaz),Ankara,2007,s.303.

[57] Yusuf Çakar, a.g.e., s.59.

[58] Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, a.g.e., s.333.

[59] İbn Haldun, a.g.e. ,s. 909.

[60] İbn Haldun, a.g.e. s.909-910.

[61] Mahmud Erol Kılç, a.g.e. ,s.141.

[62] Hasan Avni Yüksel, Türk-İslam Tasvvuf Geleneğinde Rüyâ, İstanbul, 1996. s.133.

[63] Hasan Avni Yüksel, a.g.e., s.92.

[64] Süleyman Uludağ, Firâset, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 13, İstanbul, 1996.

[65] Ahmet Mermer-Neslihan Koç Keskin, Eski Türk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü, Ankara, 2016,s.37.

[66] Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, a.g.e, s.1032-1033.

[67] Âgâh Sırrı Levend, a.g.e., s.229.

[68] Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, a.g.e., 337.

[69] Süreyya Ali Beyzâdeoğlu, a.g.e, s.55.

[70] İbn Haldun, a.g.e., 906.