Giriş
Günümüzde ‘Şiir sanatı” anlamıyla sınırlandırılan poetika kavramı genel olarak; “herhangi bir şairin şiir sanatı hakkındaki derli toplu görüş, anlayış ve fikirlerini ihtiva eden yazı veya eseri”[1] manasında kullanılmaktadır.
Başlangıçta bütün güzel sanatları içine alıp ‘güzellik felsefesi/estetik’ anlamında Batı dillerinden dilimize giren ve aslı Yunanca olan poetika, bu manasıyla ilk defa Aristo tarafından kullanılmıştır.
Divan şiirinin poetik verilerine baktığımız zaman, bu alanda verilen ürünlere Şuarâ Tezkireleri’nde, Divan dibâcelerinde ve kasidelerin ‘fahriyye’ bölümleri ile poetik nitelikli Gazellerde rastlamaktayız. Şuarâ Tezkirelerinin ‘mukaddime’ bölümlerinde tezkire yazarları, şiir hakkında geniş mülahazalarda bulunduktan sonra şiirin faydaları üzerine dururlar. Şairlerle ilgili bölümlerde de şairin, şiirinin özellikleri ve sanatı üzerine durulur.
Divan dibâceleri, divanların giriş kısımlarıdır. Nazım-nesir karışımı olan bu bölümde divan sahibi şair, kendi şiir sanatı üzerine görüşlerini, niçin şiir yazdığını, şiirinin mahiyetini ayet ve hadislerle de desteklemeye çalışır.[2] Ancak şunu da burada ifade etmek gerekir ki dibâce bölümü olan divan sayısı oldukça azdır. Bu da bu geleneğin fazla yaygınlaşmadığını göstermektedir.
Divan dibâcelerinin en önemli yanlarından birisi, şiir ve şaire karşı İslâmiyetin birbirine ters gelen iki farklı tutumunu ortaya koymasıdır. Ali Şîr Nevâyî’den itibaren dibâce yazan şairlerimizin çoğunun bu konuya girerek şiirin ve şairin müdafaâsını yapma mecburiyetini hissetmeleri, İslâm dünyasının genel olarak bir kısım şiir ve şaire karşı menfî bir tavra sahip olmasıdır. Şairlerde bu duruma karşı iyi şiir kötü şiir ayırımı yaparak iyi şiirin ibrâsı yapılmakta ve ayet ve hadislerle bu iki şiir arasındaki farklılıklar ortaya serilmektedir.[3] Bu konu çalışmamızın ana temasını oluşturduğundan ilgili bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alınacağından, burada kısaca değinmekle yetineceğiz.
Divan şiirinin poetik metinlerinin genellikle divan ve dibâcelerde yer aldığı şeklindeki bir ortak görüşün ağırlığına rağmen, divan şairleri bu eserlerin dışında diğer müstakil eserlerinde de ara sıra şiir ve şiir sanatı üzerine olan görüşlerine yer vermişlerdir. Bunlar daha çok edebî bilgileri ihtiva eden eserlerdir. Edebiyat tarihimizde böyle bir esere ilk kez Ahmedî (ö.1413)’de rastlamaktayız. Onun, ‘Bedâyiu’s-Sihr fî Sanâyi’i’ş-Şi’r” isimli eserini örnek olarak gösterebiliriz. Ahmedî bu eserini Reşidüddin Vatvat (ö.1178)’ın ‘Hadâiku’s-Sihr’ isimli eserinden yola çıkarak kaleme almıştır. Eser muhteva olarak şiirdeki edebî sanatların örneklerle açıklanmasından ibarettir.[4]
Ahmedî’den sonra bu alanda kapsamlı olarak eser veren şairlerin başında Sürûrî (ö.1561) gelmektedir. Sürûrî, “Bahrü’l-Ma’ârif”, “Şerh-i Şebistan-ı Hayal”, “Sanayiü’ş-Şi’riyye”, ve “Şerh-i Kafiye” isimli eserlerinde şiir ve şiir sanatı ve terimleri üzerine durur.
- yüzyıla geldiğimizde şiir üzerine yazılmış müstakil birkaç esere rastlamaktayız. Bunlardan en önemlisi ve bu alanda yazılmış belki de tek eser Haşmet(ö.1768)’in “Senedü’ş-Şu’arâ” isimli mensur eseridir. Eser dört fıkra ve hatime bölümlerinden oluşmaktadır. Haşmet, 1. Fıkra’da şiirin faziletlerini aklen ve naklen bazı deliller vasıtasıyla anlatmış, ayet ve hadislerden iktibaslarla da güçlendirmeye çalışmıştır. 2. Fıkra’da ise aruz kalıplarına uyan manzum ayetlerden ve hadislerden örnekler vererek, bunların şiir formuna yakınlığını göstermek istemiştir. Bu bölümde ayrıca Hz. Muhammed’in şiire verdiği önem ve bu konudaki teşvik ve caizeleri yer almaktadır. 3. Fıkra’da Hz. Muhammed’in çevresinde bulunan şairlerden ve Hz. Muhammed’in bu şairlere verdiği caizelerden bahsetmektedir. 4. Fıkra’da, dört halife, Hz. Fatma, Hz. Aişe, Hz. Hüseyin, Hz. Abbasve bazı âlimlerin şiir söylediklerini delilleriyle ortaya koymuştur. Hatime bölümünde ise Haşmet, yine şiirin mevzûniyetinin faziletinden, şiir kelimesindeki harflerin yerleri değiştirilince ‘arş’ ve ‘şerc’ kelimelerinin ortaya çıkışının kerametinden bahsetmektedir. [5]
Şunu da esefle belirtmemiz gerekir ki; Osmanlı şair ve edipleri, eserlerinde harikulâde sanatlar yapmışlar, fakat araştırmacılar onların isimlendirilmesi ve tasnifiyle pek uğraşmamışlardır. Osmanlı medreselerinde bir âlet ilmi olarak kabul edilen belâgat, dinî ve edebî metinlerin daha iyi anlaşılması gayesine bağlı olarak hayat bulmuş ve gelişimini daha çok Arap ve Fars edebiyatı dairesi içinde sürdürmüştür. Gerek yukarıda bahsettiğimiz ve gerekse burada isimlerine yer veremediğimiz belâgat kitapları genellikle çeviri yoluyla Türk edebiyatına kazandırılmış, ama bu eserler vasıtasıyla tam anlamıyla tam bir Osmanlı belâgatı ortaya konulamamıştır. Bu eserlerde verilen örneklerin büyük bir çoğunluğunun Farsça ve Arapça olması da bunun bir göstergesidir.
Vehbi’nin “Der-vasf-ı kelâm-ı mevzûn-ı belâgat-nümûn” isimli poetik mesnevisi:
Divanının “sebeb-i tertib-i divan” bölümünü bir reddiyeye çevirerek klasik şiirin hâmilik sistemine, “Sühan Kasidesi”yle de poetik tarafına ilişkin metinler ortaya koyan Vehbî’nin oldukça hacimli olan Divanı’nda şiir ve şairle ilgili pek çok görüşe rastlanmaktadır. Şair bu görüşlerini, klasik şiir geleneğinde olduğu gibi kasidelerinde ve gazellerinin genellikle makta beyitlerinde dile getirir. Onun özellikle “sühan” ve “kâğıt” redifli kasideleri, şiire ve şaire dair görüşlerini vermesi açısından önemlidir. Vehbî, Divanı’nda, şiir ve şairle ilgili terim ve kavramlar, genel olarak şiir, şair, kendi şiiri ve önceki dönem şair ve eserlerle ilgili görüşler yer alır.
Sünbülzâde Vehbî kaside ve gazellerinde dile getirdiği poetik görüşlerinin yanında bu görüşlerinin genel özeti ve tamamlayıcısı mahiyetindeki “Der-vasf-ı kelâm-ı mevzûn-ı belâgat-nümûn” isimli mesnevisiyle de farklılığını ortaya koymuştur. Divan şiir geleneğinde şiir sanatında dair görüşler dağınık halde olduğu halde, Vehbî yine bir farklılık yaratarak bir başlık altında şiir ve şair hakkındaki görüş ve düşüncelerini dile getirmiştir. “Belagatli ve vezinli sözlerin vasfı” şeklinde ifade edebileceğimiz 63 beyitlik mesnevisinde Vehbî kendi sanatından ziyade şair ve şiir üzerine değerlendirmelerini, tarih içinde yer alan değerli şairler üzerinden değerlendirmeler yapmıştır. Bu açıdan eseri iki ana başlık altında incelemek doğru olacaktır.
a.Şiir:
Vehbî, mesnevisinde şiiri, dinî açıdan ve mana ve mazmun bakımından ele almıştır. Buna göre şiir, ilahi aşkın ifadesinden başka bir şey değildir ve şiirsel beyanlar saflığın, doğruluğun ve inancın en temel ifadeleridir:
Sühandır mantık-ı ‘aşk-ı İlâhî
Netîce istemez bu söz güvâhî (11)
Dünyadaki en saf, temiz ve masum bir duygu olan aşkın mayası da buna göre şiirden başka bir şey değildir. Bu bağlamda şiir âşıkların niyazı, maşukların da nazıdır:
Sühandır mâye-i ‘aşk ile mahlûk
Niyâz-ı ‘âşıkân u nâz-ı ma’şûk (12)
Şiirdeki ilahi boyutuna vurgu yapan Vehbî, peygamber efendimiz ve ashabından da örnekler vererek, şiir söylemenin –yazmanın- meşruluğuna da dikkat çekmek istemiştir. Tarih içinde Kur’andaki bazı ayetlerin tefsirinden hareketle şiir söylemenin caizliği tartışılmış olması ve bu tartışmanın da yüzyıllardır süregelmesi hasebiyle Vehbî de bu konuya girmeyi kendince gerekli görmüştür. Vehbî, şiirin; insanın yiğitlik, cesaret ve güç gibi duygularını uyandırdığını ve tahrik ettiğinden dolayı ashabın gazalarda şiir okuduğunu ve bunun bir gelenek haline geldiğini söyler:
Gelir eş’âr ile tab’a celâdet
Eder tahrîk âsâr-ı şecâ’at (9)
Gazâda şi’r okurdu ba’zı ashâb
O ‘âdetdir henüz âyîn-i i’râb (10)
Vehbî, şiirî ifadenin kökenine inerken Hz. Adem’e kadar iner ve onun Allah’a olan yakarışlarını (münacat) vezinli söz (şiir) olduğunu be dolayısıyla ilk şiirî ifadenin Hz. Adem’le başladığını söyler:
‘Aceb mi olsa nazm-ı bî-bahâne
Kemâl-i âdemiyyetden nişâne (21)
Ki mevzûn sad-münâcât etdi âdem
Cenâb-ı Hakk’a herkesden mukaddem (22)
Akabinde ise Peygamber Efendimizin şairleri koruyup kolladığını, şiir söylemenin hayırlı bir iş olduğunu ve özellikle Hasan bin Sabit’i kâfirleri hicvetmesini istediğini ve Nizami’nin de “şiirin peygamberliğin bir parçası olduğu” ifadesi ile pekiştirir:
Ederdi şi’re tahsînler o sultân
Degil mi şâ’irânı Ka’b u Hassân
Nizâmî hamsesinde bâ-sarâhat
Demişdir şi’r içün cüz’-i nübüvvet
Anıñ ma’nâsını erbâb-ı tahkîk
Bu vech ile ederler remz ü tedkîk
Ki ol Hassân-ı sâhib-nazm-ı mebrûr
Olunca hicv-i küffâr ile me’mûr
Gelip Rûhu’l-emîn eylerdi ilkâ
Dehân-ı pâkine sad-gûne ma’nâ (24-28)
Sünbülzâde Vehbî, gerek incelediğimiz mesnevisinde gerekse diğer manzumelerinde şiir üzerine yapmış olduğu tanımlamalarında ağırlıklı olarak ‘hikmet’ kavramına vurgu yapar. Türk şiirinde hikemi şiirin öncüsü olarak kabul edilen Nabî’ye olan hayranlığını da göz önünde bulundurursak Vehbî’nin hikemî şiir tarzını benimsemesini de anlayabiliriz. tarzın ‘bilgi vermek’ ve ‘nasihat etmek’ gibi pratik (didaktik-talimî) amaçlı olduğu ifade edilmektedir. Tartışmalardan anladığımız kadarıyla hikemî şiir yahut ‘şiir biçimli hikmet’, öncelikle ‘hikmetli söz söylemek’tir. Söylemde açıklık, anlaşılırlık ve sadelik söz konusudur. Çünkü o, bir milletin ortak dehasının ürünüdür. Bu bakımdan bir dünya görüşüdür. Bu tarz Feridüddin Attar’la başlamış, Fuzulî ve Bağdatlı Ruhî’de sürmüş, Nabi ile doruğa çıkarak esas kimliğine kavuşmuştur. Şairimiz Sünbülzade de Nabi’nin ardılıdır. Düşüncenin anlatımında ‘muğlak biçimi (sebk-i Hindî)’ terk etmek, düşünceyi bir takım söz ve sanatlarla süslemeden, fikri fikir olarak ifade etme biçimini seçmektir. Yani değişim, şiirsel düşüncede, 17.yüzyılda makbul ve yaygın olan düşüncenin muğlâk ıstıraplı anlatım biçiminden (sebk-i Hindî), anlaşılır ilmî/hikemî anlatımına geçiştir. Yani ‘anlaşılması zorlaştırılmış bir anlatımdan anlaşılır bir hikmet önerisi veya tavrına’ geçiş olarak görünmektedir. Bu anlaşılır hikmet tavrı/önerisi, 19.yüzyıl Türk düşüncesinde temel ve tümel bir tavra dönüşecektir. Çünkü Nabi, aynı zamanda ‘köhne dâstânlar’dan, ‘efsane-i Mecnun ve Leyla’dan usandığını söyleyerek bir ‘eski (köhne, köhen)’ eleştirisi yapmaktadır. Şiiri bilime uygulama tarzı, Nabi’den önce cılızdır (sızıntı), ama Nabi ve Sünbülzade ile birlikte bir ‘çığır’a dönüşmüştür.[6] Nabi’nin bu alandaki tesiri, 18.asrın başından sonuna kadar, bir iki şair hariç, bütün şairlerde kendisini gösterir.
Şairler, her zaman şiirde hikmet olduğuna inanmış ve bu tutumlarını da Hz. Peygamber’in “mine’ş-şi‘ri le-hikmet” (Şiirde hikmet vardır) hadisine dayandırmışlardır. Şair, fasih ve güzel söz söyleyen kimselerin, mana cevherini tartan kimseler olduklarını ve onların lisanının hikmet hazinesinin kilidi olduğunu söyler:
Sühanverdir güher-senc-i ma’ânî
Kilîd-i genc-i hikmetdir lisânı (19)
Vehbî, yukarıda zikrettiğimiz şiirle ilgili hadise telmihte bulunarak, âlemlerin övünç kaynağı Hz. Peygamber’den olunan rivayetle beyâna sihir, şiire de hikmet dendiğini belirtir:
Olundu Fahr-i ‘Âlem’den rivâyet
Beyâna sihr denmek şi’re hikmet (23)
Şiiri oluşturan şekli unsurların yanı sıra, şiirde mana ve anlam da daima şairler tarafından ön planda tutulmuştur. Vehbî de şiirde manaya ağırlık verilmesi gerektiğini düşünür. Şairler, sözün kadirini bilen hüner denizidir ve onların nazmı mana ipliğine dizilmiş cevher gibidir:
Sühan kadrin bilir bahr-ı hünerdir
Ki nazmı silk-i ma’nâda güherdir (4)
Şiirin şekil olarak fazla bir şey anlam ifade etmediğini, şiire güzellik veren o şeklin ve sanatların aslında içinde bulunan mananın vermiş olduğu güzellik ve estetiğin bir yansıması olarak düşünen şairler, sadece manada lezzet bulur. Çünkü o tatlılık ve şirinliği şekerde bulmak mümkün değildir:
Bulur ehl-i sühan ma’nâda lezzet
Ne mümkindir şekerde ol halâvet (14)
b.Şair: Vehbî mesnevisinde şair ve şairliğin vasıfları üzerinde daha ayrıntılı tafsilatlarda bulunmuştur. Vehbî şairliğin ilahi boyutuna yoğunlaşarak, edebi literatürde de genel bir kanı olarak görülen ve hemen her şair tarafından da dillendirilen, şairliğin bir Allah vergisi makam olduğu görüşünü tekrar eder ve bunun da herkese kolay nasip olamayacağını söyler:
‘Atâ-yı şâ’iriyyetdir Hudâ-dâd
Aña mazhar degil her âdemî-zâd
Sünûhât olmasa nazm-ı müsellem
Ederdi kesb ü tahsîl anı ‘âlem
Egerçi herkes ister ola şâ’ir
Hudâ feyz etmese ammâ ne kâdir
Odur bî-şübhe vehbî-i İlâhî
O râha olamaz bîgâne râhî (35-38)
Şairler almış oldukları bu ulvi yetenekle birlikte kalp gözlerinin de açılması ile birlikte (mükaşefe) dünyaya, olaylara ve eşyalara farklı bir açıdan bakarak normal insanın göremeyeceği, bilinmeyen sırları, hakikatleri (gayb) ortaya çıkarırlar. Bu özellikleriyle şairler gayb âleminin tercümanıdırlar:
Lisân-ı gayba şâ’ir tercemândır
Zebân-dân-ı hakâyık şâ’irândır (20)
Kalplerinin de ayna gibi saf ve temiz olmasından dolayı hakikatleri bütün çıplaklığı ile yansıtırlar:
Kulûb-ı şâ’irân kim pür-safâdır
Hemân âyîne-i ‘âlem-nümâdır (17)
Divan şairleri duygusal bağlamları aşk potasında eriterek şiir geleneğinin bir parçası haline getirmişler ve bu üsluba tasavvufî unsurları da ekleyerek ilahî bir meziyete doğru ilerletmişlerdir. Aşk, Divan şiirinin ana konusunu teşkil eder. Şairler, şiir yazmayı büyük bir aşka bağlarlar.[7] Şiiri bir sevda, şairi de bir âşık olarak görürken, şiirdeki hissiyata da dikkat çekmektedirler.
Hayâl-i nâzenîndir şâhid-i hûb
Ne lâzım şâ’irâna gayrı mahbûb (15)
Divan şairleri bu görüş çerçevesinde bir şairin gönlünde aşk olmadıkça şiir yazılamayacağını, şiirin kaynağının aşk olduğunu sıklıkla vurgularlar.
Vehbî, mesnevisinin önemli bir bölümünü bir devletin, milletin kültürel belleği olarak şairlerin varlığının önemine vurgu yapmıştır. Tarihten devlet adamı şair ilişkilerinden örnekler de vererek bir saltanatın yükselmesinde ve gelişmesinde şairlerin rolünün büyüklüğünü de ifade etmeye çalışmıştır. Hüseyin Baykara -Ali Şir Nevayi, Şah Sencer-Enverî, Selman-ı Farisi-Melikşah ilişkilerinin yanında Hakanî, Frdevsî, Vassaf, Molla Câmi, Rudegî, Nizâmî gibi şairlerin etkilerinden de bahsederek, bir devletin yücelmesinde ve yükselmesinde şairlerin vazgeçilemez unsur olduğunu belirtir:
Mülûk-ı kadr-dânân bî-nihâyet
Gürûh-ı şâ’irâna kıldı ragbet
Ki şâhânıñ o sınfa i’tibârı
Olur mülküñ medâr-ı iftihârı
Belî devletlere şâ’ir gerekdir
Velîkin şâ’ir-i mâhir gerekdir (53-55)
Padişahlar, sultanlar asıl şöhrete şairlere rağbet etmeleriyle, onlara rağbet etmeleriyle ulaşırlar:
Bu gûne şâ’ir-i üstâda ragbet
Selâtîne olur bâdî-i şöhret (62)
Sonuç:
- yüzyılın önemli şair-düşünürlerinden biri olan Sünbülzâde Vehbî, özellikle felsefi yönünü şiirlerine yansıtmış bir şairdir. Şiir anlayışı bakımından hikemi üsluba dahil edebileceğimiz şair, divan şiiri geleneği içerisinde bu üslubun Nabi’den sonra gelen önemli temsilcisidir.
Vehbî, divanında şair ve şiir üzerine yapmış olduğu poetik görüşler bakımından da diğer divan şairlerine nazaran araştırmacılara oldukça zengin malzemeler sunmuştur. Üzerinde inceleme yapmış olduğumuz 6 numaralı mesnevisi, bir bütün olarak poetik bir metin olması bakımından da önem arzetmektedir. Zira divan şiir geleneğinde poetik görüşler bütün olarak değil de dağınık olması, Vehbî’nin bu manzumesinin önemini daha da artırmaktadır. Manzumenin içeriğine bakıldığında kendi şairliği ve şiirinden ziyade genel olarak şair ve şiir üzerinde değerlendirmelerde bulunmuştur. Ancak yapmış olduğu tespit ve değerlendirmelerin içinde yeni ve farklı görüşler ya da tespitler bulunmamakla birlikte, önceki yüzyıllarda da söylenegelen tespitlerin bir özeti şeklindedir.
DER-VASF-I KELÂM-I MEVZÛN-I BELÂGAT-NÜMÛN
[mefâ’îlün / mefâ’îlün / fe’ûlün]
1 Nice vasf etmeyem ol şehriyârı
Müsellem husrev-i Şevket-medârı
2 Ki hem şâhenşeh ü hem nüktedândır
Sühan-dân-ı kerîm ü kâmrândır
3 Bulur ehl-i dili tab’-ı selîmi
Müreccah Baykara’ya her nedîmi
4 Sühan kadrin bilir bahr-ı hünerdir
Ki nazmı silk-i ma’nâda güherdir
5 Sühan-dâna ‘aceb mi etse ragbet
O şâh-ı ‘âlem-i mevzûn-tabî’at
6 Ki mevzûn olduguyçün serv-i ra’nâ
Göründü gülsitânda kadri a’lâ
7 Çü vezn etdi ser-efrâz ol nihâli
Nice mevzûn-kelâm olmaya ‘âlî
8 Sühan bir gevher-i ‘âlî-bahâdır
Ki eyler bî-ciger merdi bahâdır
9 Gelir eş’âr ile tab’a celâdet
Eder tahrîk âsâr-ı şecâ’at
10 Gazâda şi’r okurdu ba’zı ashâb
O ‘âdetdir henüz âyîn-i i’râb
11 Sühandır mantık-ı ‘aşk-ı İlâhî
Netîce istemez bu söz güvâhî
12 Sühandır mâye-i ‘aşk ile mahlûk
Niyâz-ı ‘âşıkân u nâz-ı ma’şûk
13 Deger bir mısra’-ı berceste mazmûn
Benim ‘indimde yüz biñ genc-i Kârûn
14 Bulur ehl-i sühan ma’nâda lezzet
Ne mümkindir şekerde ol halâvet
15 Hayâl-i nâzenîndir şâhid-i hûb
Ne lâzım şâ’irâna gayrı mahbûb
16 Verirken neş’e-i rengîni mazmûn
Ne hâcet ehl-i tab’a câm-ı gül-gûn
17 Kulûb-ı şâ’irân kim pür-safâdır
Hemân âyîne-i ‘âlem-nümâdır
18 Olur elbette üstâd-ı sühanver
Mahal-gûy u zarîf ü nükte-perver
19 Sühanverdir güher-senc-i ma’ânî
Kilîd-i genc-i hikmetdir lisânı
20 Lisân-ı gayba şâ’ir tercemândır
Zebân-dân-ı hakâyık şâ’irândır
21 ‘Aceb mi olsa nazm-ı bî-bahâne
Kemâl-i âdemiyyetden nişâne
22 Ki mevzûn sad-münâcât etdi âdem
Cenâb-ı Hakk’a herkesden mukaddem
23 Olundu Fahr-i ‘Âlem’den rivâyet
Beyâna sihr denmek şi’re hikmet
24 Ederdi şi’re tahsînler o sultân
Degil mi şâ’irânı Ka’b u Hassân
25 Nizâmî hamsesinde bâ-sarâhat
Demişdir şi’r içün cüz’-i nübüvvet
26 Anıñ ma’nâsını erbâb-ı tahkîk
Bu vech ile ederler remz ü tedkîk
27 Ki ol Hassân-ı sâhib-nazm-ı mebrûr
Olunca hicv-i küffâr ile me’mûr
28 Gelip Rûhu’l-emîn eylerdi ilkâ
Dehân-ı pâkine sad-gûne ma’nâ
29 Gelir mi enbiyâdan gayra Cibrîl
Eder mi vahyi sâ’ir nâsa tenzîl
30 Bunu remz eylemiş işte Nizâmî
‘Ayândır ‘ârife bu sırr-ı sâmî
31 Senâ-yı Rûdegî’de yazdı Vassâf
Bilenler ol mahalli eyler insâf
32 Ki ol üstâd-ı dânâ-yı sühan-dân
Biñ altûna yazıp bir nazm-ı zî-şân
33 Edince tâ ki âgâz-ı terâne
Şitâbân etdi şâhî mûliyâna
34 Eder tab’-ı selîme böyle te’sîr
Kelâm-ı dil-pesend-i hûb-ta’bîr
35 ‘Atâ-yı şâ’iriyyetdir Hudâ-dâd
Aña mazhar degil her âdemî-zâd
36 Sünûhât olmasa nazm-ı müsellem
Ederdi kesb ü tahsîl anı ‘âlem
37 Egerçi herkes ister ola şâ’ir
Hudâ feyz etmese ammâ ne kâdir
38 Odur bî-şübhe vehbî-i İlâhî
O râha olamaz bîgâne râhî
39 Degil mi fahre şâyeste bu ‘unvân
Ki derler şâ’ir-i üstâda sultân
40 Kimi Husrev kimi Hâkânî olmuş
Sühan iklîminiñ sultânı olmuş
41 Eder dîvân ile izhâr-ı şevket
O şâhân-ı ekâlîm-i belâgat
42 Olur ârâyiş-i eş’âr-ı rengîn
Medâr-ı hüsn-i âsâr-ı selâtîn
43 Sühanverler olur şâhâna Vassâf
Kadîmî böyledir âyîn-i eslâf
44 Senâ-yı şâ’irândır mülke revnak
Ki anlar hüsn-i ta’bîre muvaffak
45 Henüz nazm-ı bülend-i Hâce Selmân
Okundukça Melikşâh’a verir şân
46 Olur el-ân rûh-ı Şâh Sencer
Fürûg-ı Enverî ile münevver
47 Yazıp Şehnâme Firdevsî-i üstâd
Riyâz-ı nazmı kıldı cennet-âbâd
48 Niçe ta’bîr-i cân-bahş anda meşhûd
Anıñla zindedir ezkâr-ı Mahmûd
49 Hüseyn-i Baykara bezminde Câmî
Degil mi neş’e-bahşâ-yı müdâmî
50 Bilip kadrin ‘Alî Şîr-i Nevâyî
Nevâ-yâb eyledi ol hoş-nevâyı
51 Bakılsa cümle âsâr-ı selefden
Olur bî-şübhe meşhûd u mu’ayyen
52 Ki olmuş her düvelde ehl-i ‘irfân
Bu gûne mazhar-ı envâ’-ı ihsân
53 Mülûk-ı kadr-dânân bî-nihâyet
Gürûh-ı şâ’irâna kıldı ragbet
54 Ki şâhânıñ o sınfa i’tibârı
Olur mülküñ medâr-ı iftihârı
55 Cihânı geşt edip nazm-ı sühan-dân
Eder evsâf-ı şâhı dehre i’lân
56 Senâsı vird olup cümle zebânda
Kalır bâkî hem evrâk-ı zamânda
57 Belî devletlere şâ’ir gerekdir
Velîkin şâ’ir-i mâhir gerekdir
58 Ki ola dil-pesend eş’ârı meşhûr
Güher-veş nazm-ı pâki dürr-i mensûr
59 Bile ez-cümle târîh-i cihânı
Rüsûm-ı tavr-ı eslâf-ı şehânı
60 Ola hem münşî-i üstâd-ı dânâ
Gehî nazm u gehî nesr ede inşâ
61 Kelâmın kim işitse ola ‘âşık
Diye işte bu sözdür şâha lâyık
62 Bu gûne şâ’ir-i üstâda ragbet
Selâtîne olur bâdî-i şöhret
63 Mülûk etdikçe hüsn-i i’tibârı
Sühan-dânıñ olur peydâ hezârı