Ali Canib Yöntem’in Hayriyye ile Lûtfiyye’yi ele alıp karşılaştırdığı makalesinden de bazı paragrafları nakletmek istiyoruz:
“Eski tarihlerimiz -Naîmâ Tarihi müstesna- son derece basit sathî şeylerdir. Geçmişteki içtimaî hayat ve içtimaî ahlâkı bunlardan öğrenmek mümkün değildir. Bu sebeple uğraşılan devrin, örf ve âdetini, zihniyetini tarih kitapları dışında kalan eserlerden öğrenebiliriz. Avrupalı seyyahların kaleme aldıkları hatıralar ve emsalleri ilk plânda olmak şartıyla yerli eserlerden Evliya Çelebi ‘Seyahatnâmesi’, Seyyid Vehbî’nin Surnâmesi, Haşmet’in ‘Velâdetnâme’si hemen akla gelenlerdir.
Nâbî’nin ‘Hayriye’si ile Sünbül-zâde Vehbi’nin ona nazîre olarak vücuda getirdiği ‘Lütfiye’si, bize devirlerinin zihniyetini, örf ve âdetlerini ifade etmeleri bakımından az önemli değildirler.
Hayriye ve Lütfıye, frenklerin ‘genre didactique’ dedikleri nev‘e girecek edebî eserlerdendir. Bir hakikati telkin etmek gayesiyle kaleme alınmış yazıların umûmuna didaktik eserler denilir. Bunlar bedîî vicdanımıza doğrudan doğruya hitap etmeyebilir. Edebî neviler arasında sayılmaları, bir milletin zekâ ve kültür derecesiyle yakından alâkalı oldukları içindir. Garp memleketlerinde yazılan edebiyat tarihlerinde bu nevi eserlerin yazarlarına yüksek mevki verirler. Muvaffak bir didaktik manzûme kaleme almak kolay bir iş değildir; ince bir zekâya, derin bir vukûfa muhtaçtır. İki Lâtin şairi, Lucrecius ve Vergilius bu nev’e giren eserleriyle dâhî sayılmışlardır. Meşhur ‘fable’lerin sahibi La Fontaine’in Fransız Edebiyatındaki müstesnâ yeri herkese malûmdur.
Hayriye ve Lütfiye böyle yüksek değerde manzûmeler değildir. Ziya Paşa’nın Hayriye için:
Nâbi de bu yolda pehlevândır;
Hayriyyesi fazlına nişândır.
Ol hüsn-i edâ o hüsn-i ta’bîr
Eyler işiden kulağı teshîr.
San’at ile eylemişdir ol pîr
Asrındaki hâl-i mülki tasvîr
Zulm-i vüzerâyı söylemişdir
Hâl-i fukarâyı söylemişdir.
deyişinde doğru ve yanlış cihetler vardır. Hayriye, o devir için, sahibinin ‘fazl’ına şahadet eder. Fakat edebî bakımdan öğülecek bir hususiyeti yoktur. Tarihi aydınlatmak noktasından o ve naziresi olan Lûtfiye aslâ ihmal edilemez. Her iki manzûmede telkin edilen ahlâk yüksek, menfaatbilmez bir ahlâk değildir. Müstebit bir muhitin icap ettirdiği ‘neme lâzımcı’ bir ahlâktır.
Hayriye ve Lûtfiye -bütün eski eserlerimizde mutâd olduğu gibi- Allah’a hamd ü senâ ile başlar. Nâbî bu hususta sözü uzatır, İslâm’ın şartlarından namazdan, oruçtan, hac’dan, zekât’dan ayrı ayrı “matlab”lar hâlinde bahseder. Vehbi sözü kısa keser. Her iki eser ‘ilm’in lüzumunda ‘remil’, ‘nücûm’ gibi yalancı ilimlerin mânâsızlığında müttehittir. (…)
Bu hususta Vehbi sözü daha uzatır: Vefk gibi, üfürükçülük gibi, sonra eski kimya ve simya gibi şeylerin boşluğunu anlatır. Vakıâ arada:
İ’timad eyleme pek hendeseye,
Düşme ol dâire-i vesveseye
gibi garabetler de gösterir amma bu gibi sözler için bile:
Ma‘rifetdir sözümüz yok ammâ
Bile gitsin anı mi‘mar-ı binâ
yolunda tamirlerde bulunmağı ihmal etmez.
Nesep ve asalet gibi şeylerle öğünmenin mânâsızlığında iki şair müttefiktir. (…)
Hayriye ve Lûtfiye’nin önemleri, yukarıda işaret ettiğimiz gibi devirlerinin tarihlerini aydınlatan, bize ahlâkî ve içtimaî manzaraları gösteren kısımlarındandır. Meselâ Hayriye’nin ‘Matlab-ı Dağdağa-i paşayî’ bahsi pek dikkate değer. Önce oğluna îtidalden ayrılmamasını, masrafın îrâda uygun olması lâzım geldiğini söylüyor, sonra şunları anlatıyor: (…)
Bu bahis çok mühimdir. Bugünkü dille biraz anlatalım:
‘Vezirlerin çoğu, yarın başına neler gelebileceğini düşünerek ölümü tercih eder. Aynı zamanda dairesinin masrafı onu zulüm yapmağa zorlar. Çünkü zulüm yaparak şuna buna saldırmasa para bulamaz, dairesi halkını besleyemez. Mansıbı rüşvetle aldığı için borca batmıştır. Fakat vezirlik debdebesine halel getirmemek iktiza eder. Maiyeti halkı hep hilekâr ve hırsız… Muharebe olur, asker lâzımdır. Askere de para vermek şarttır. Vezir, dairesinin batak idaresi içinde iflas ettiği için parayı halktan toplamağa mecburdur, fakat kimse gönül rızasiyle on para vermez, işte o zaman zulüm, işkence başlar. Gerçi Padişahın fermanında vezire ‘Nizâmü’l-mülk’ unvanı verilmiştir amma o hüküm sürdüğü yerleri virâneye döndürür. Bu rezalet hiç bir memlekette yoktur,
bize mahsustur. Memleketi adaletle idare lâzımdır, o zaman ne düşman kalır ne eşkiyâ…’
Lütfiye’de de aynı bahiste aşağı yukarı bunlar anlatılır:
Ehl-i câhın hele hiç râhatı yok,
Düşünüp azlini emniyyeti yok.
Belki etbâ’ı ider zevk ü safâ
Kendinin çektiğidir cevr ü cefâ
Lütfile âlemi memnûn idemez.
Herkesin hâhişi üzre gidemez.
Bâhusûs oldı zamâne gaddâr,
Söylenir hakkına yüz bin güftâr.
Böyle mihnetle geçer eyyâmı,
Düşünür kim ne olur encâmı…
Vehbi’nin de bu hususta anlattıklarını gene bugünkü dille hulâsa edelim: ‘Vezirler, mansıplarının verdiği sarhoşlukla yatarken birdenbire elindeki saadet kadehi düşer, kırılır. Esasen çoğunun himmeti kıttır. Rütbesi arttıkça azameti çoğalır. Eski ahbabını unutur. Onlarla konuşmaktan âdeta utanır, yanına girse de yüzüne bakmaz. Elinden geleni esirger. Mansıpta iken etrafını dalkavuklar alır. Kendini âleme rezil eder, başına bin türlü belâ gelir. Elinden fırsat gidince nâdim olur. Fakat tekrar eline fırsat geçer geçmez eskisinden beter işler yapar.’
Vehbi bunda sonra oğluna şu nasihatte bulunur:
İffet erbâbı selâmet buldı,
Gûşe-i azlde izzet buldı.
Hıfz iden ırz u vekâr u şânın
Kârının görmedi hiç husrânın.
Gıpta itme bakıp ehl-i câha
Düşme ol ka’rı bulunmaz çâha.
Mutavassıt ola hâl ü mâlin
Ötesin pek arama ikbâlin…
Nabî ile Vehbî arasında -bilhassa zamanın tesiriyle- bazı telâkki farkları da görülür. Meselâ Nâbî, kendisinin de mensup olduğu hâcegânlık yolunu tercih eder. Bunu bugünkü dille şöyle anlatabiliriz:
‘Kadıasker bile olsan medrese yolunu tutma. Önce bir çok zamanın zarûretle geçer. Müderrisken yıllar geçer terfi edemezsin. Sonra ihtiyarlarsın. Bin müşkülle bir kadılık koparırsın…”
Nâbî, bundan sonra şunları söylüyor:
Elliden sonra olup ehl-i sefer
Haremiyle Haleb ü Şâm’a gider.
Eyler aksâ-yı bilâda seferi,
Sorma yollardaki havf ü hatarı.
Varsa da mansıba râhat mı görür,
Başı kavgâda selâmet mi görür.
‘Yaşayabilirse yetmiş yaşında İstanbul’a gelir. Anadolu kadıaskeri olur. Fakat rahata erer sanma. Bir de bakarsın, Rodos’a sürülür. Bunun için, oğlum, sana hâcegânlık mesleğini tavsiye ederim. Herkesten itibar görürsün. Terbiyeli ve alçak gönüllü de davrandın mı senden mesut adam olmaz.’
Vehbî, bunun aksini söyler. Der ki: ‘Nâbî hâcegânlığı metheder. Vaktiyle bu mesleğe çok rağbet edildiği için mensupları çoğalmış, bu da zilletlerine sebep olmuştur. Hepsi gırtlağına kadar borca girmiştir. Alacaklısından bucak bucak kaçar… Gene en iyisi medrese tarîkıdır. Gerçi mensupları biraz fakirâne yaşarlar. Fakat hiç olmazsa padişah öteki meslek erbabı gibi sık sık kafalarını uçurmaz…’
Umûmî hüküm ve tasvirleri itibariyle Nâbî çok muvaffak olmuştur. Vehbî de daha münferit bahislere, psikolojik tahlillere, tip tasvirlerine girişmiştir: Esnaf hakkında anlattıkları, evlenmek hususunda öğütleri, hizmetçilere dair söyledikleri, o devrin züppelerini tasvir eden ‘Der men‘-i istılâh-perdazî’de anlattıkları ayrı ayrı tahlile değer şeylerdir.
Bütün bunları söyledikten sonra her iki eserin telkin ettiği ahlâk hakkında kısaca deriz ki: Nâbî ve Vehbî eserleriyle yüksek bir ahlâk değil (opportuniste) bir ahlâk telkin etmişlerdir. Her ikisinde de çocuklarını azme, cidâle, menfaat bilmez gayelere doğru sürüklemek himmeti yoktur. Ahlâk noktasından nasihatleri uzun bir ‘sakın haaa’dan ibarettir.”[1]
[1] Prof. Ali Cânip Yöntem’in Eski Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, haz. Ahmet Sevgi- Mustafa Özcan, İstanbul 1996, s. 417-422.