Teketek Haber

HÜZNÜMÜZÜN BAŞKENTİ

HÜZNÜMÜZÜN BAŞKENTİ
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU( muhammedridvansadikoglu@gmail.com )
15 Mayıs 2021 - 20:19

Bir zamanlar Bağdat’ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün ahir zamanında epeyce bir zaman ayırarak sedef kakmalı ceviz ağacından çok güzel bir minber oymuş. O kadar çok emek vermiş ki minbere her gören onun güzelliğiyle büyüleniyormuş.

Bu “yürek teri” minberin nâmı almış yürümüş. Öyle ki Bağdat’a her gelen, marangoza gidip ‘şu minberi bize sat, falanca camiye götürelim’ diyormuş. Onun cevabı ise hep aynı, “bu minber Mescid-i Aksa’ya gidecek”.

Ahali şaşırıyor tabii, “İyi de Kudüs Haçlı işgali altında”.

Marangoz yüksünmeden hep aynı cevabı veriyormuş;

“Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü geri alsın, bu minberi de yerine oturtsun.”

Derken bu minber hikayesinin konuşulmadığı hiçbir şehir kalmamış.

Herkes minberin güzelliğini bire beş katarak birbirine anlatırken, aynı hikâyeyi yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk da işitmiş. Ama o, eserin güzelliğinden ziyade, müessirin vasiyetine kulak vermiş.

Aradan kırk yıl geçmiş ve o minberi durması gereken yere, Mescid-i Aksa’ya yerleştirmiş. Diller ise onu Selahaddin-i Eyyubi (rahmet olsun) diye anmış!

Evet, o minber Mescid-i Aksa’ya yerleştirileli yaklaşık bin yıl oldu.

Avustralyalı Yahudi Dennis Michael Rohan‘ın 21 Ağustos 1969’da Mescid-i Aksa‘ya girerek, Kıble Mescidi‘nin mihrabını ve sözünü ettiğim o bin yıllık minberini ateşe vermesinin üzerinden tam elli yıl geçmesine rağmen İsrail işgalinde bulunan Harem-i Şerif bugün yine yangın yeri.

İsrail’in ilk ve dünyanın üçüncü kadın başbakanı olan Golda Meir’in başbakanlık yaptığı o tarihte verdiği bir demeç aslında bugünkü aymazlığımızın tablosunu tam elli yıl öncesinden önümüze koyuyor;

“Mescid-i Aksa’da yangın çıktığı o gece sabaha kadar uyuyamadık. Sanıyorduk ki o gece tüm İslam devletleri güçlerini birleştirerek bir araya gelecek, ordularıyla üzerimize gelecek ve Kudüs’ü başımıza yıkacaklar. Ancak sabah olduğunda yersiz bir korku duyduğumuzu anladık. O gün farkına vardığımız başka bir şey ise bizim istediğimiz her şeyi yapabileceğimiz idi.”

Ne acı değil mi?

Yine bir Ramazan ayı ve yine kuduran İsrail. Yüksek perdeden hamasi kınamalarımız, gür sedalı sloganlarımız, lanet okumalarımız, göğe yükselen beddualarımız yeri göğü inletiyor. Konferans ve toplantılarımız, diplomatik iletişimlerimiz baş döndürücü bir hızda cereyan ediyor.

Ama yazık ki sadece konuşuyoruz!

İsrailiyat bütün dünyayı fiilen sömürgeleştirirken; bakir tüm alanlarını zapt ederken, dünyanın bütün coğrafyalarını işgal ederken; bütün medeniyetlerine, kutsallarına saldırırken ve tüm dünyayı seküler duyuş, yaşayış ve bakış biçimleriyle medyaları vasıtasıyla ayartarak zihnen sömürgeleştirip köleleştirirken sadece konuşuyoruz.

Siyasetçimiz, münevverimiz, tüccarımız, dervişimiz, esnafımız hasılı kim varsa (en başta kendi nefsim) konuşuyoruz, hem de hiç durmadan. Ama bu konuşmalarımıza dahil ettiğimiz çirkin yanımızı kapatacak zannettiğimiz nostaljik aksesuarlarımız, kusurumuzu daha çabuk ve daha çok ele vermekten başka bir işe yaramıyor. Çünkü bilmiyor konuşuyoruz, bilmeden konuşuyoruz, bilmediğimiz ne varsa konuşuyoruz.

Siyasetçimiz insanlığın doğduğu bu kadim topraklarda eğitime, bilime, maneviyata hız vererek, bizzat ağacın kökünü sulayarak halletmesi gereken problemlere güç yetiremediği için konuşuyor. Münevverimiz bilmeyişini saklamak için konuşuyor. Konuya dair bizim bilmemiz gerekeni değil, kendi bildiği herşeyi ifade etmek için çırpınışından anlıyoruz hiçbir şey bilmediğini ve yazık ki ona emanet edilen ilmin hakkını eda edemediğini. Dervişimiz ne zaman ‘ol’maktan bahsetse, olamadığının katmerli itirafı oluyor dudağından dökülen sözler. Çünkü sözleri kalplere ulaşmıyor, sadece kulağa misafir oluyor.

Biz konuşmakla, beddualarla, sloganlarla tam yetmiş beş yılı geride bırakırken onlar karış karış işgal ettikleri tarih boyunca yükselmenin de alçalmanın da zirvesinin yaşandığı bu mübarek topraklardan Suriye’yi de kendi topraklarına katıp “Büyük İsrail” için geceli gündüzlü şeytana rahmet okutan planlarla çabalıyor!

Kendimizi adeta yırtarcasına boşuna demiyoruz hakkın gücü değil, gücün hakkı hâkim diye!

Güç dediğim şey para değil hayır, güç dediğim şey bilgi.

Öyle ya biz öğlene kadar yataklarımızda uyurken bilginin gücünü elinde tutanlar, yedi yirmi dört mesai yapanlar; bu bilgiyi teknolojik erklere dönüştürüp sadece zihinlerimizi değil anlam haritalarımızı da boydan boya işgal etmediler mi?

Elimizde köklerimize, bizi biz yapan değerlerimize, rahmetimize, merhametimize, birlik ve beraberliğimize, kardeşlik ve bağlarımıza ait artık doğru dürüst ne var söyler misiniz? Adım adım kalan kırıntıları da yok etmek adına birbirimizi yemiyor muyuz?

Yaklaşık iki milyar müntesibi ile bugün düştüğümüz bütün utanç verici hallere rağmen; şükür ki biz az ya da çok insanız ve şükür ki göğsümüzün sol yanında atmaya devam eden bir kalp taşıyoruz hâlâ. Zira ruhumuz üşümeye, içimiz yanmaya, gözümüz yaşarmaya, kalplerimiz derinden yaralanmaya devam ediyor. Kutsiyeti ayetle sabit kılınmış alemlere rahmet olanın emaneti olan o şehre, hüznümüzün başkentine saplanan hançer, elbette ki canımızı yakıyor.

Ama ne yetmiş küsur yıldır Filistinlilere Nazi katliamlarını aratmayacak ürperticilikte zulüm yapan zalimin zulmü yalan ne de Müslümanların zafiyetleri yalan; hepsi gerçek!

En yalın gerçek ise esaret altında olanın aslında Kudüs değil; vurdumduymazlığımızla, hamasetimizle, tembelliğimizle, cellatlarımızla duyduğumuz aşklarımızla, tefrikamızla, boydan boya işgal edilen anlam haritalarımız, gönül coğrafyalarımızla bizim esir olduğumuz!

Zira hepsi bir kova su dökse İsrail’i sel alacakken, vızıltıları İngiltere adasını sallayacakken rahatlarını ve saltanatlarını kaybetmemek için sus pus olanlar Kudüs’e “bizim” diyor!

Kabul etmek istemesek de bizim sıkıntımız ne İsrail ne Yahudi değil; her tarafımızı kuşatan İsrailiyattır. Zira “McdDonald’s” ta yemek yiyip, “Coca cola” ve “Nescafe” içerken, “Marlbora” sigarasını tüttürüp “Nestle” çikolataları yalarken, “Mercedes” ile gittiğimiz 7 yıldızlı “Müslüman otel”lerde “sefahat” içinde yüzerken, dolar ve borsayla birlikte “zikir” yaparken dışardaki Kudüs’e tabi ki kör kalırız!

Ne diyordu Allah(cc);

“… musibet sizin başınıza geldiğinde, kendi kendinize “bu nereden geldi” diye soruyorsunuz öyle mi? De ki: “O, sizin kendi eserinizdir.” (Al-i İmran, 165)

Peki, ezelî hakikatin, peygamberlerin getirdiği ebedî hakikat fikrinin kurucu şehri olan Kudüs nasıl kurtulur?

Elbette kendimizin farkına vararak!

İnanın dünya sandığımız kadar büyük değil ve yine inanın biz sandığımız kadar küçük değiliz!

Hadi dönelim içimize! Evet, başta kendi nefsim ve itiraf edelim;

Oynamadan, eğip bükmeden, kıvırmadan, mertçe, delikanlı gibi. Ne derler diye düşünmeden, ‘ne desinler’in hesabına hiç girmeden. Olmak istediğimiz kişiymişiz gibi yapmayı bırakarak. Olduğumuz kişiyi kalbimizin aynasında seyrederek. Neysek, kimsek, kimin nesiysek işte o olalım bir beş dakikalığına;

Yetimin mahzunluğunun farkında mıyız? Hayır!

Mazlumun gözyaşı içimizi kanatıyor mu? Samimiyetle cevap verelim, hayır! Çünkü o an hüzünleniyor, dakikaları geçtim aradan saniyeler geçmeden unutup kendi yaşamımıza dönüyoruz!

Kahkahalarımız, bırakın uzağı aynı binada yaşadığımız insanların acılarına bigâne mi? Evet!

Kaçımızın, değil sadece Filistin’de; Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Arakan’da ve daha sayamadığım birçok coğrafyada ölen, öldürülen, işkence edilen, ırzına geçilen, insanlık onuru ayaklar altında çiğnenen kardeşlerimiz için uykusu kaçtı?

Kaçımızın bizzat gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz, vicdanımızla şahit olduğumuz dünyanın herhangi bir yerindeki aç çocukları görünce, mükellef sofralarımızda yemekleri boğazına takıldı?

Kaçımız dünya üzerinde zulüm gören her bir can için dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin -hiçbir şey yapamıyorsak bile- gecenin bir yarısı uykumuzu bırakıp ellerimizi açıp gözü yaşlı gönlü mahzun bir şekilde samimane dualar edebildik?

Toplumsal yaşantıda halimiz farklı mı? Ona da hayır! Zira en mühim meselelerde dahi bir araya gelememek yetmiyor artık bize. Aramıza ekilen fitne fesad tohumları ile ne yapıp edip en küçük farklılıkta bile kavga edebilmenin orijinal yollarını buluyoruz!

Sonuçta ne oldu?

İsrail’in dilediği gibi hareket edebilmesi için bütün şartlar inceden inceye gergef gibi örülerek, hem de gözümüzün önünde hazırlandı.

Söyler misiniz Allah aşkına, şu zulme Türkiye’den başka ses çıkarabilecek kim kaldı?

Hiç kimse değil mi!

Evet, zamanın Irak lideri Saddam diktatördü, zalimdi ama bu işe ‘hayır‘ derdi. Kaddafi deliydi belki ama bu işteki hinliği sezecek kadar aklı vardı. Esed ve Mübarek bile hiç olmazsa halkından utandığı için bu işlere tepki verecek kişilerdi ama bir bahar yağmuru silip götürdü hepsini. Esed’in bugün bir ülkesi yok, Mübarek çoktan tarih oldu! Katar’ın eli türlü hile ve hurdayla dünden bağlandı. Suud-i Arabistan başına “gelecek olan gelmesin” diye ılımlı İslam havariliğine soyunarak ABD’nin kanatları altına girmeye mecbur edildi.

Peki ne olacak derseniz?

Bence hiçbir şey!

Zira egemen güçler kötü adam rolünü, gözümüzün içine soka soka hakkını vererek oynayacak ve yeryüzünü haksızlığın, kötülüğün, zalimliğin fideliği haline getirmek suretiyle dünyanın kalan kısımlarında acziyet ve çaresizlik hislerini körüklemeye devam edecek.

Çünkü onlar kendileri gibi olmayan ve kendilerinden olmayan her yeri, her şeyi, herkesi yok edip dünyaya bir adalet getirebileceklerini sanıyorlar. “Ya bizimlesin ya onlarla” diye tırmandırılan fanatizm, insanlığı terörün karanlık koridorlarına hapsetse de bugün gördüğümüz tablodaki Filistin sokaklarını kana bulayan gözü dönmüş şiddet, dünyaya ekilmiş nefret tohumlarının Kudüs bahçesinde meyve vermesidir.

Bizde ise birkaç gün hamasi nutuklarımız, diplomatik ilişkilerimiz gündemde kalacak; sokaklar beddua ve sloganlarla inleyecek ama sonra unutulacak. Ta ki yeniden gündem oluncaya değin. Ama sadece biz unutacağız ve şeytan amacına ulaşıncaya değin şeytanlığını yapmaya devam edecek.

Beni yakan ateş herkesi yaksın” mantığıyla dünyayı ateşe veren birilerine ateşin de gül bahçesine dönüşebileceğini ve üzerinde yaşadığımız bu toprakların bu samimiyete şahit olduğunu, bu geleneği mirasçısı olduğunu hatırlatabiliriz evet ama önce kendimizi fark ederek! Zira insan önce kendi karanlığını tanımalıdır!

Farkında olabilme temenniyle!