Çaresizlik, endişe, belirsizlik, şüphe, umutsuzluk ve ruhsal çöküş.
Özellikle son üç ayımızı böyle tanımlayabiliriz sanırım. Sadece zihnimiz ve kalbimiz değil; hayalimiz, umudumuz ve ufkumuzun da yorulduğu bir süreç yaşıyoruz maalesef. Hızla değişen gündemimiz bir anda allak bullak oldu ve Corona virüsü gelip baş köşeye oturdu.
Özellikle virüs ülkemize girdiği andan itibaren özellikle yabancı kaynaklar olmak üzere sanırım 200 ün üzerinde makale okudum ve aslında tablonun bize sunulmaya çalışıldığı gibi sıradan bir salgın olmadığının farkındalığını elde ettim diyebilirim.
Şunu belirtmek gerekiyor ki dünyayı tehdit eden bu konunun tv ekranlarında virüsün arka planını anlatacak düşünce kuruluşları ve stratejistler ile tartışmak gerekiyor ama yazık ki onlar hala artık 7 yaşındaki çocuğun bile ezbere bildiği el yıkama tekniklerini anlatmakla meşgul.
Temizlik ve virüsün yayılmaması gerektiği konusunda bilgi tabi ki verilsin ama bu koca koca profların işi olmamalı kanımca.
Öncelikle dünyada hızla yayılan bu virüsün bir çok uzmanın anlattığı gibi gribal bir enfeksiyon olduğuna asla inanmıyorum. Her yıl normal gripten ölen insan sayısı mevcut salgının çok üstünde iken ülkelerin teyakkuza geçip seferberlik ilan etmeleri işin içinde bir bit yeniği olduğunu zaten ziyadesiyle gösteriyor.
Virüsün yayılma hızı, etkisi altına aldığı bölgeler, dibe vuran ekonomiler bunun öyle sıradan bir salgın olmadığının ayan beyan işareti olarak duruyor.
Verilerden hareketle de ben bunun biyolojik bir savaş olmasa dahi ilerleyen dönem adına bir nabız yoklaması, bir fragman olduğuna inanan biriyim.
Perde önünde görünen belki bir tiyatro gibi görünüyor olabilir ama ne yazık ki perde gerisindeki gelişmeler tiyatro değil, tamamen gerçek. Geçim telaşı içindeki insanların odak noktası farklı olduğu ve yazık ki hayal aleminde oldukları için bütün bu gelişmeleri sadece bir tiyatro olarak görüyorlar.
Özellikle filmler vasıtası ile yıllardır bu ve buna benzer konuların işlendiğini hepimiz biliyoruz. 2018 yılında çekilen “My Secret Terrius” Dizisinin 10.Bölüm, 53.Saniyesini izleyin ne demek istediğimi gayet net anlarsınız. Zira bugün yayılan bu virüsün tanımı orda çok açık.
2011 yılında çekilmiş “Contagion” adında bir Amerikan filmi daha var. Bu filmde de aynı şekilde bir virüs dünyada yayılıyor ve yaklaşık 6 ay sonra piyasaya aşısı getiriliyor.
Günlerdir okuduklarım, araştırmalarıma eklenen yakın geçmişteki tarihsel süreç Corona virüsünün şimdilik bir fragman olduğunu ama yeni dünya düzeninde kölelik sisteminin geleceğini haber veriyor. Yani aslında ikinci bir Nuh Tufanı’na doğru ilerliyoruz.
Peki nasıl?
Dünyayı güç kullanarak yönetme anlayışı geçmişten bugüne değişmez bir olgudur. Bu sadece Amerika ya da batıya özgü bir olgu değil yani. Küreselci ve müdahaleci bir ideolojiye dönüşen yanı ile kendi imajına uygun olarak güçlüyü oynamak ve gücü elinde tutmak için her türlü yolu mübah bulan Amerika’nın da tercihi bu olmuştur anlayacağınız. Beğenilsin ya da beğenilmesin sahip olduğu güç ve bunun beraberinde getirdiği etki alanı onu dünyanın her karesine hükmedebilir hale getirmiştir.
Daha önceleri arz etmiştim sanırım; üçüncü ve dördüncü endüstri devrimleriyle birlikte, “teknoloji” küreselleşti ve sınırları ortadan kaldırmayı başardı. Bu başarı; ekonominin de kültürün de ülkesizleşmesini sağladı ve zihinler ilk nefes aldığı toprakların dokusuyla ve ruhuyla varoluşsal bağlarını yitirerek küresel sistemin, güç odaklarının çıkarlarını koruyacak, pekiştirecek kadar ilkesizleşti.
Ülkesizleşme ve ilkesizleşme yalnızca ekonomi ve kültürle mi sınırlı kaldı; hayır tabi ki! Aynı hızla zihnî bir ülkesizleşme, ilkesizleşme, yersizleşme ve yurtsuzlaşma da yaşandı.
Zihnin ülkesizleşmesi; kültürü ve değerlerinden kopuk bir neslin türemesi; varlık nedenini, yerini terketmesi, iddialarını yitirmesi; ilkesizliğin, dilsizleşmenin, yersiz-yurtsuzlaşmanın, yön ve yörünge yitiminin hayat bulmasıyla sonuçlandı.
Yani bu topraklarda yaptığımız tarihle ve yeşerttiğimiz medeniyetle de zihnî, ruhî irtibatını tastamam koparmış olan; beraberinde zihnî felçleşmeyi ve rûhî körleşmeyi de yaşayan bir toplum çıktı ortaya.
Batı’ya açılmak, lokal sınırların aşılması, küresel ölçekler kazanmak ve başka dünyalara ulaşabilmek, Gadamer’in deyişiyle “ufukların buluşması” gibi bir zenginleşme ve derinleşmeyle sonuçlanmadı; aksine Batı’ya açılmak, Batı’ya kapatılmakla son buldu.
Tarihte müslümanların geliştirdikleri tarihin tanık olduğu ilk küreselleşme tecrübesinde, İslâm medeniyetinin başka medeniyetlerden, başka medeniyetlerin de İslâm medeniyetinden beslenebildikleri verimli ve inşacı bir tablo göze çarparken; İslâm medeniyeti, iki asırdır ikinci büyük varoluşsal bunalımını yaşadığı için; andığım küreselleşme süreci, müslümanların ufuklarının genişlemesine değil, zihinlerinin, kültürlerinin, ekonomilerinin ülkesizleşmesine, ilkesizleşmesine, dolayısıyla İslâmî duyarlıklarının hızla aşınmasına yol açtı, açmaya da devam ediyor.
Bugün araç (özellikle de güç üreten araçlar) amaç hâline getirildi. İnsan amacını yitirdi, araçların kölesine dönüştü ve hayat mekanik, ruhsuz bir güç mücadelesi arenası olup çıktı.
İstediği kıvamı elde eden dijital dünyasının kurgucuları çocuk ile aile, devlet ile vatandaş, insan ile toprak, insan ile ruhu arasındaki bağı kopartıp tüm geçmiş tarihi ve kültürel birikimi de dejenere ederek zihinlere yeni bir format atmak ve yeni kavramlarla dünyayı/evreni, gerçekliği açıklamak ve kendi istekleri doğrultusunda algılatmak peşindeler.
Özellikle kültürel birikim önemli; zira bir toplumu ayakta tutan en önemli özelliği, kültürü. Yayılan virüsün yaşlıları hedef almasının sebebi de bu sanırım.
Zira hangi kültüre mensup olursa olsun bir toplumun yaşlıları o toplumun kültürünün karekodlarını taşırlar. Onların temsil ettiği, yaşadığı ve yaşatmaya çalıştığı değerleri toptan yok etmek toplumların kültürünün de toptan yok olması demek. Toplumun temel yapı taşı olan aile kültürünü engellemek, bağlarını kesmek yeni nesillerin kolaylıkla elde edilmesini sağlayacaktır.
Kökünden kopardığınız bir toplum göğe yükselebilir mi, tabi ki hayır! Yoksa insan sağlığını direk tehdit eden bir salgının sadece yaşlıları hedef almasını başka türlü aklım izahlandıramıyor. Yani adamlar gözümüzün içine baka baka tiyatro oynuyor. Tıpçıları ve mühendisleri birlikte çalışıyor.
Amaç; artırılmış sonsuzluk ve takas edilebilir kimlikler. Yeni bir insan, yeni bir dil, yeni devlet şekli, yeni sosyalleşme, robotlarla evlilik, biyometrik çip, kriptopara. Kağıt para yerine digital paranın hüküm sürdüğü yeni bir dünya. Hacklenebilir insan modeli.
2013 yılında hayatını kaybeden yazar ve diplomatik strateji uzmanı Aytunç Altındal hayatını kaybetmeden yıllar önce katıldığı bir programda “ABD çok gizli birim kurdu” diyerek bu kurumun “Hastalık Politikası” geliştireceğini ısrarla söylemişti.
Kabul etmek istemesek de karşımızda 21.yüzyıl dijital dünyasının kavramları ile yeni bir oyun kuran “organize bir akıl” var.
29 Haziran 2019’da, Çin Halk Cumhuriyeti Ulusal Halk Kongresi Daimi Komitesi aşı yönetimi ile ilgili ÇHC Yasasını (Aşı Hukuku) kabul etti. Bu, biyometrik çipin aşı ile ilk kez Çin’de uygulanacağını gösteriyor.
Biyometrik çip ne peki?
Birleşmiş Milletler tarafından yürütülen ID2020 organizasyonunda blockchain tabanlı ilk dijital kimlik tanıtılalı epey bir süre oldu. Dijital para birimi bitcoinin de altyapısında kullanılan blockchain teknolojisiyle oluşturulan kimlik, gizliliği ve güvenliği korurken aynı zamanda kişilerin her yerde takip edilmesini de sağlayabilecek.
Dünyada yaklaşık 1.1 milyar insanın kimlik veya benzer bir belgeye sahip olmadığını açıklayan Birleşmiş Milletler, özellikle mülteci sorunuyla birlikte bu konuya yoğunlaşmış ve çalışmalara başlamıştı.
İlk prototipi tanıtılan dijital kimliklerin, kimlik sahibi olmayan kişiler için oluşturulması ve böylece bu insanların da (sözüm ona) eğitim alma, sağlık hizmetlerinden yararlanma, oy kullanma gibi temel haklardan faydalanması sağlanacak.
Organizasyonun nihai hedefi ise 2030 yılına kadar hangi uyruktan olursa olsun herkesin dijital ortamda bir kimliğe sahip olmasını sağlamak. ID2020 eğer bu hedefini gerçekleştirirse ilerleyen yıllarda, vize başvurusu gibi kişisel bilgilerimizi farklı ülkelerle paylaşmak zorunda olduğumuz durumlarda sayfalarca belge taşımak yerine sadece yetkililerin dijital kimliğimize erişmesine izin vererek işlemleri daha kolay bir şekilde sonuçlandırmak mümkün olabilecek.
Konuya ilişkin haberi; https://id2020.org/ linkinden görebilirsiniz.
Tüm bunları alt alta topladığımızda ise tablo netleşiyor;
Bir avuç yahudi pagan, 8 milyar insanla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Şimdilik virüsle korku saldılar ve pek çok ülkeyi zihnen ele geçirdiler. Bu korku imparatorluğunun gayesi “digital bir peygamber”in varlığını kabul ettirmek.
Yabancı bir siteden aldığım yorum aynen şöyle;
“Yüce Rab, robotlar için de bir peygamber gönderir elbet. Ol der; ve o an hemen yeni nesil hyper 45 çekirdek mikroişlemcili süper yüksek frekans robot bir peygamber oluşturuverir değil mi. Yüce Rab insanlardan bıkmış; artık robotlara hitap edecek çünkü”
Küreselciler, dünyayı teslim almak için hazırladıkları projelerden biri olan ve adına “corona” dediğimiz ”covid 19”la deneme testi yapıp dijital hayata geçiş öncesi gerekli şartları oluşturma planı yaparken olaylar kontrol dışına çıkıp bambaşka bir duruma evrilme ihtimali var mıdır bilmiyorum; ama bildiğim bişey varsa şu an sırada bu hızla yayılan virüsün aşısı gelecek gündeme. Corona aşısı diye yapacakları aşının içinde zaten nanoçip olacak ve id2020 nin projesine uygun olarak dijital olayı başlayacak böylelikle.
Lafın özü; bu virüsün tıbbi yönü yanında 21.yüzyıl dijital dünyasının dijital kimlik, biyometrik çip,digital para gibi kavramların anlamlarını ve bu alandaki çalışmaları bilmeden yorum yapanlar havanda su dövmekle meşguller.
Yakından takip ettiğim Prof Dr. Selim Şeker “En zararlı Kanserojen Radyasyon yayan teknolojiler 3G, 4G ve 5G teknolojileridir; ülkemizde 5G’ye geçiş acilen durdurulmalıdır” diye bas bas bağırıyor ama 10 yaşındaki çocuk kadar gündem olamıyor maalesef.
Zira koronavirüsün belirtilerinden birtanesinin solunum sorunu olduğunu biliyoruz, ancak 5G’nin 60GHz frekans bandında oksijen molekülleri ile birleştiğini ve insanlarda solunum sorunu yarattığını bilmiyoruz.
Kampanyasına imza vermek için http://chng.it/tGmS6mrn linkini tıklayabilirsiniz.
Sonuç olarak;
Virüs vakasının ilk haftalarında “Çinliler ölsün gebersin; Doğu Türkistan’daki müslümanlara zulmettikleri icin gazaba uğradılar diyenler” bugün Umre’den dönen müslümanların da aynı kaderi paylaştığını ve dünyanın diger ucunda kesilen bir ağaçtan dahi herkesin sorumlu olduğu bir sistem içinde yaşadığını anlıyor.
TV’lerde virüsün arka planını anlatacak düşünce kuruluşları ve stratejistler nerede, ne yapıyor bilmiyorum ama yeni dünya düzeninin dayattığı, nedenleri ve sonuçları hazırlanmış zihin istilası ve esareti üzerine düşünmek ve kafa yormak zorundayız.
Bu salgın ne kadar can alır bilmiyorum ama https://www.infowars.com/bill-and-melinda-gates-foundation-others-predicted-up-to-65-million-deaths-via-coronavirus-in-simulation-ran-3-months-ago/ linkinde (ki haber 24 Ocak 2020 tarihinde yapılmış) öngörüler 65 milyon cana mal olacağı şeklinde.
Peki Allah buna neden müsaade ediyor derseniz?
Bu şeytanlar batıl davalarında o kadar samimiler ki Allah onların bu samimiyeti hürmetine onlara galibiyet nasip ediyor. Onların sapkınlıklarındaki samimiyeti dualarının kabulüne vesile oluyor.
Geçmişte insanlar ‘toplumsal bağımsızlık’ için savaşmışlardı bugünkü savaş ise artık ‘bireysel bağımsızlık’ adına ve şu an tohumundan, internetine, sosyal medyasından ekonomik baskısına kadar istisnasız herkes cephede.
İşin daha kötüsü ise bu gidişi durdurmak ve tersine çevirmek bir yana; henüz durumu doğru tespitten bile uzağız. Müthiş bir enerji var; ancak, bu enerji doğru mecralara akıtılamadığı için içten içe çürüyor ve yazık ki çürütüyor. Bir şeyler yapmak adına yola çıkanların kahır ekseriyeti ise bu kalabalığın akacağı mecralar oluşturmak yerine işin kolayına kaçıp bu kalabalığın sayısını daha da artırmaya odaklanmış halde.
Çünkü sorunumuzun, “güce sahip olamama” sorunu olduğunu zannediyor; neredeyse ikibuçuk asırdır, güce, güç üreten araçlara sahip olduğumuz zaman bütün meselelerimizi halledeceğimizi düşünüyoruz.
Çözüm ne peki?
Ölçümüz, insanın iç ve dış dünyasını anlamlandıran, hayata anlam, değer, derinlik ve ruh katan hakikat olursa başarabiliriz. Ben buna tüm zerrelerimle inanan biriyim. Zira güç ve güce tapma; sekülerleşme, konformistleşme, ruhsuzlaşmadır.
Nasıl bir hakikat?
Herkes için, her kesim için güven adası olduğumuz, olmamız gerektiği hakikati.
Çünkü dünyayı maddî ordularla değil, ceddimizin bin yıl boyunca yaptığı gibi manevî ordularla; her hâl ve şartta hakikatin izini süren, hayatın her alanında hakikatin, adaletin, hakkaniyetin inşa edileceği, herkes için güven adası sunabilecek manevî güçle fethedebilirsiniz.
İşte bu yüzden muhtaç olduğumuz bu hakikate ulaşmanın, bu sürece dur demenin yolu; toplum, coğrafya, inanç ve kültür karşısında özne olduğumuzun farkına varıp yeniden sorumluluk almaktan; birlik, kardeşlik ve bütünleşme ortamını korumak ve pekiştirmekten; farklılıkları kaşımamak, asgarî müştereklerimiz üzerinde yoğunlaşmaktan geçiyor.
Çünkü; içinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Tanıyamadığınız bir çağı hem değiştiremezsiniz, hem de değiştirme iddiasında bulunamazsınız. Bunun için de çaplı insan yetiştirmeye, insan yetiştirebilmek için de güçlü, köklü, ufuk açıcı eğitim modelleri inşa etmeye; toplumun suyun kaynağındaki gibi bir manevi zihne, zemine ve zamana kavuşması için gecelerimizi gündüz etmeye ihtiyacımız var.