Sözün frenlerinin boşaldığı keder verici zamanları yaşıyoruz aynı çağın göğsünden süt emen insanlar olarak. Hemen herkesi içine çeken bu felaket aslında sözlerle ateşini harladığımız devasa bir yangın olarak hepimizi yakıyor ama ağzımızdan çıkacak herhangi bir sözü herkese duyurmazsak dünya eksik kalır sanıyoruz.
Oysa ki, konuşarak anlamı çoğaltmıyor aksine anlamsızlığı büyütüyoruz.
Zira merhameti, şefkati, muhabbeti ve daha da kötüsü hakikati olmayan sözlerin gün geçtikçe vahşileşen kör dövüşü içinde haklılığına inanarak keskinleştirilmiş kelimelerle vuruşan, birbirine ölümcül yaralar açan insanlarla dolu artık bu paslı zaman dilimi.
İtip kakmaya müsait sözler, deşip kanatılabilecek ayıplar, doğru hissettirebilecek yanlışlar, vurup kırmaya amade duygular, sığ lafazanlıklar ve bütün bunları aşan kişilik bozukluklarıyla ne kadar acı ki, “doğruyu bulalım” diye sürdürüyoruz bu sözel itiş kakışı.
Peki neden bunca lafazanlık?
Hepimiz dünyayı “kendimizle, kendi kelimelerimizle, kendi düşünce dünyamızla, kendi doğrularımızla” doldurmaya çalışıyoruz çünkü. Bu yüzden de her sözümüzün dünyada söylenen “en etkili söz” olmasını istiyor; her söylemimizle insanların aradığı ana fikrini bulmasını, oradan öteye hiç kimsenin geçmemesini bekliyoruz.
Hayır, hayır!
Aslında bunu yüksek sesle söylemiyor, dünyaya ilan etmiyoruz ama sinsi, zehirli, çürütücü ve ruh dünyamızdaki manevi dinamikleri yerle bir eden bu arzunun içimizin her köşesini adım adım işgal etmesine, bütün benliğimizi ele geçirmesine, uzun zaman içinde güç bela inşa ettiğimiz bütün insani değerlerimizi tarumar etmesine ses çıkarmıyor, engel olmuyor; kim bilir, belki de olamıyoruz.
Sözün şehvetine kapılarak sırf kendi Kâbe’mizi tavaf ettiğimiz, kendi egomuzu kutsadığımız için de insan olmak için bir arada tutmaya çalıştığımız hemen her şey metruk bir bina gibi kopuyor, çözülüyor, uzaklaşıyor birbirinden. Çok uzun sürecek bir yıkılışı, çöküşü, devrilişi günbegün yaşayarak üstelik.
Yaşı kırk ve üstü olan okuyucu kardeşlerim iyi bilirler;
Daha düne kadar ‘konuşulacak yer’ ve ‘susulacak yer’ diye bir ayrım vardı ve o günlerde bir insan için ‘susulacak yer’, ‘konuşulacak yer’den çok daha önemli bir şeydi. Bir mecliste, bir aile ziyaretinde, bir dost toplantısında anlamı olan şeyleri söyleyenlerin ortak özelliği, ‘susulacak yer’i iyi biliyor olmalarıydı. O yüzden az konuşurlar, söylediklerinde sözün hakkını verir, anlama mevzi kazandırırlardı.
Bugün ise ne yazık ki bir yerde iki dakika sabit kalamayan, sürekli bir hareket ihtiyacı içinde olan, sürekli kendini eğleyecek, heveslerini okşayacak, nefsine hitap edecek bir değişim arayan; neredeyse hiçbir sözü bitinceye kadar dinleyemeyen, etrafındaki hiçbir hikâyeye ve aslında hiçbir insana sahici bir dikkat ve ilgiyle bakmayan; buna yetecek sabrı olmayan insanların bütün o iri iddialarına rağmen aslında hiçbir anlama tam olarak kök salamadıklarını fark edeceksiniz.
Evet, o zamanlara rağmen bugünkü “modern” insan, dış dünyasındaki hareketi arttırmak ve sürekli hale getirmek isterken bilinçsizce içindeki dünyanın zenginliğinden vazgeçiyor yavaş yavaş.
Peki nedir çözümümüz?
Sanırım bir video konferansta söylemiştim “kendinizle kalabalık kaldığınız anları kaçırmayın” diye ve eklemiştim; “çok konuşmayın ki, diliniz sizi sağır etmesin!”
Neden?
Çünkü insanın bedeni koşuşturmaya, dili ise konuşmaya biraz olsun ara verdiğinde, zihni hemen harekete geçiyor. Etrafını görme, neler yaşandığını gözleme, hayatın sokak aralarına, hikayelerin derinliklerine, sözlerin enginliklerine nüfuz etme imkânını yakalıyor; bütün bunların tek tek ve beraberce ne anlama geldiği üzerine düşünmek mümkün olabiliyor.
Kendimizle kalabalık kaldığımız bu yalnızlık anları o kadar bereketli ki insan o anlarda hatalarını görebiliyor, o anlarda açılan görüş menzili ile yanılgılarını keşfedebiliyor, o anlarda onu ısrarla kollamaya çalışan iç sesini duyabiliyor ve o anlarda ruhunun aslında ne kadar çıplak olduğunu fark edebiliyor.
O anların bereketi (ve bence rahmeti ile) nefsimizin elini güçlendiren bahanelerimiz sönüp gidiyor, kulağımıza fısıldanan dosdoğru hakikatlerle sonu gelmeyen mazeret arayışlarımız ciddiyetini kaybediyor gözümüzde.
Yani susmayı becerebildiğimiz, kendimizle baş başa kaldığımız o anlar yenilenmek ve tazelenmek için bir imkân, zihnimizin kapalı pencerelerini gün ışığına açmak için paha biçilemez kıymette bir fırsat kanımca.
Artık kölesi haline geldiğimiz elimizdeki cep telefonlarından başımızdan aşağı boca edilen enformasyon sağanağında türlü sebeple eğilip bükülen, bin bir beklentiyle abartıya bulanan iddialar; yaşanmadığı ve sırf söz olsun diye ortaya saçıldığı için tabiatı icabı samimiyetinden kaybeden sözler, bir yerlerden doldurulup avuç avuç ekranlara dökülen ifadeler, harf sayılarına sığdırılmaya çalışılan keskin uçlu kelimelerden uzaklaştıkça kendi duygularımız, düşüncelerimiz, hayallerimiz ve hikayemizle yeniden buluşabilme fırsatını yakalıyoruz çünkü.
Emin olun ki o anlarda hayatında birçok yerin boş kaldığını, giderek de boşalmakta olduğunu kederle fark ediyor insan. Yerini dolduramadığımız, dolduramayacağımız birçok sima, birçok ses, birçok duygu, birçok can, burnumuzu sızlatan birçok hatıra ile yüzleşiyor; birçok söylenememiş, yaşanamamış şeyle burun buruna geliyorsunuz.
Zira o anlar bir neşter görevi görüp nefsimize çizikler açarak kine, öfkeye, hırsa, düşmanlığa, nefrete ait kötü kanı ve müzmin iltihabı akıtıyor ve orda doğan boşluğa kendi varlığımızı yerleştirerek önüne gelen her şeyi öğüten bu dünya değirmenine sahip olmaya değil şahit olmaya geldiğimizi haykırıyor tüm benliğimize.
Bu dinginlik hali ile düşünemediklerimizi, onca koşuşturmadan düşünmeye vakit bulamadıklarımızı, zihnimizi bütün yakalayıp kendimizle konuşamadıklarımızı düşünmeye, idrak etmeye, anlamak için çaba göstermeye yöneliyoruz.
Artık neredeyse şuursuzca içinde dönüp durduğumuz döngünün bir anda durması; bizi yeniden en yalın, en kendinde, en sakin, en berrak haliyle “kendimize” mecbur kılıyor. Körleştiklerimizi bize yeniden görünür kılan, zihnimizi ve kalbimizi hakikatin ritmine geri çağıran ve hızımızı keserek alemin ahengiyle yeniden bütünleşmemize imkân veren bu lütuf şüphe yok ki Allah’ın kulları üzerindeki rahmetinin tezahürü.
Çünkü bu dünyaya gelirken “yalnız” olduğumuzu, bizi en çok seven insan(lar)ın dahi yerimize ölmeyeceğini, hesap anındaki mahcubiyeti dahi “bir başımıza” yaşayacağımızı yeniden idrak ediyoruz bu anlarda.
Öyle ya gürül gürül akan bir ırmağın dahi berraklaşabilmek için; akıntıların önüne katıp getirdiği kumdan, çamurdan arınması için zaman zaman durması, durulması, dinginleşmesi gerekmiyor mu?
Bu anlara fırsat tanımazsak eğer hayatımıza el koyan, günlerimizi tıka basa dolduran, adeta bize nefes alacak zaman bile bırakmayan bunca meşguliyetin arasında hangi birimizin iç dünyamıza, duygularımıza, hassasiyetlerimize ve yaşam hikayemize bakmaya mecali, dikkati, sabrı olacak veya olabilecek sizce?
Baş döndürücü bir hızla dönen bir zaman, hıncahınç insanla dolu karmakarışık bir dünya ve kendine benzemeyenin körü birbirine sağır milyonlarca insan yok mu yaşadığımız bu paslı iklimde?
Kalbimden zihnime dolan sorularla gelsem ve desem ki;
“Son izlenen videoları, son gülünen esprileri, son beğenilen yorumları, son yazılan dedikoduları, son gösterilen tepkileri, son edilen küfürleri” bilmesek ne kaybederiz sizce?
“Bugün kimler kahvaltı sofrasının fotoğrafını paylaştı, kimler satın aldığı kitaplarının yanına havalı kahve fincanını koydu, kimler orta boy bir peribacasının önünde selfie çektirdi, kim tavuklara atsan yemez ifadelerine bir çuval popüler hashtag (etiket) ekleyerek ilgi görmeye çalıştı, kimler yakalayabildiği herkese sayfamı ziyaret edin diye yalvardı, kimler sahibinin uykusuz gecelerini vererek yazdığı romanını seyyar bilirkişi edasıyla ‘okunası’ veya ‘berbat’ bulup geçti” bilmesek yaşama dair ne yok olur sizce?
Aramızda her gün dönen, döndürülen çarkıfelek bu değil mi?
Hayatın kesişim kümesinde bütün bu fuzuliyatın dışında bir şey var mı avuçlarımızda?
Evet, insanlığın ekranlara bakmaktan önünü göremeden yürüdüğü bu körlemesine gidişat beni zihinsel olarak kıvrandırıyor.
Çünkü hemen her tarafta gözümüzün içine sokulan “yeni dünyanı düzeni” dedikleri şey; insanın kendisiyle buluşamaması, doğal olanın örtülmesi, ötelenmesi ve dalgalı hallerin süreklileştirilmesi esasına dayanıyor.
Sakin olan ve günde en az bir kez olsun kendisiyle buluşabilen insan ise bu yeni düzenin müşteri tariflerine uymuyor. Çünkü “yeni” olarak tabir edilen bu düzen; insanı kendi normallerinin dışında bir düzlemde uç duygularda yaşayan; haz ve hız peşinde koşan, ayartıcı tüm güçlere teslim, sinir uçları açıkta; dolayısıyla etkilere, etkilenmelere, yönlendirilmelere, güdülenmelere daha açık bir hal ve kıvamda istiyor ki kolaylıkla çekip çevirebilsin, istediği kalıba dökebilsin, istediği prototipe uydurabilsin.
Herkesi potansiyel müşteri gören ve kapital bir algı üzerine inşa edilen bu düzende maksimum kârlılık temelinde yükselen her türlü maddi, zihinsel, kültürel mekanizmanın sürprizlere açık olmayan, itiraz geliştirmeyen, kendini dalgalara bırakan müşteriye ihtiyacı var çünkü.
Merak etme ihtimalimiz olan her şey, ekonomik çarkları döndürmeye elverecek güdümlü hazırcevaplarla karşılıyor bugün. Serbestçe, kafa ve kalp gürlüğüyle o merakların peşinden gitmemize izin vermiyorlar. Bu sayede de ufkumuzu köreltiyor, arayışlarımızı kökünde kurutuyor, düşüncelerimizi seyreltiyor, duygularımızı sulandırıyorlar.
Bundan değil midir ki hemen her konuda çok rahat ayrıştırılarak diri tutulan öfke ve nefretlerimiz bu kara ticaret döngüsünün çarkları dönebilsin diye kışkırtılıyor sürekli.
Farkında mıyız bilmiyorum ama birilerini ötekileştirmeden hiç kimseyi sevemez haldeyiz artık. Çünkü ortaya koydukları olağanüstü çaba ile var olma hakkını elde edebilmek için başkalarının üstünü çizmemiz gerektiği zannını yerleştirdiler her birimizin içine ve sevgilerimizin içine bile bu zehirden kattılar.
Çünkü bugün dünyayı böyle kuralsız, ölçüsüz ve vahşi bir hale getiren teknoloji muktedirleri; malzemelerini sıradan insanın hayatından alıyor, bütün ölçüsüzlükleri sıradan insanın tarlasına çimliyor, kötülüğün olgunlaşma döneminde verdiği zararsız görünümlü pozları sıradan insanın zihnine kodluyor.
İnanın ki azıcık durmayı ve durulmayı becerebilsek, kendimizle baş başa kalabilmenin o hazzına erebilsek aslında hiçbir yere gitmediğimizi, gidemediğimizi fark edeceğiz.
Durduramıyor ya da yavaşlatamıyorsak en azından, belki de tutup koparmalıyız günün akışını herhangi bir yerinden ki, her şeyi yeniden görebilmenin, anlamayı deneyebilmenin, bir şeyleri yeniden başlatabilmenin, azıcık da olsa değiştirebilmenin küçük de bir imkânı olsun.
Madem ki acıktık her birimiz kendimize sormak lazım artık;
Madem ki elimizden kayıp giden şeylerin farkına varmamızı sağlayacak, madem ki gözlerimizi kaçırdığımız yerlere bakmaya mecbur edecek bizi, neden endişe ediyor ve korkuyoruz kendimizle buluşmaktan? Bu en çok ihtiyacımız olan şey değil mi?
Kendimizi hatırlamak değil mi bizi kendimize geri getirecek olan şey?
Hayatımızı geri istemiyor muyuz hepimiz?
Herkesin hikayesinden kendi hikayemize geri dönebilmek istemiyor muyuz?
Kapıldığımız her şeyi bir an durdurup yeniden, kendimiz gibi başlayabilmek istemiyor muyuz yaşamaya veya uyanmanın, silkinmenin, sarsılarak düştüğümüz yerden ayağa kalkmanın başka yolu var mı?
Siz siz olun kendinize uğramadan gitmeyin bu dünyadan!