“Gökyüzünde bir sürü yıldız var. Saymayı denediniz mi hiç? Sadece kendi galaksimizdekileri saymanız bile 6000 yılınızı alır. Ayrıca bunun gibi bir sürü galaksi var. Bilim insanları 2 milyardan fazla olduğunu söylüyorlar.”
Amir Khan’ın P.K. filmi bu ifadelerle başlıyor. Bilim adamlarının tespitiyle “Dünyanın kâinattaki yeri, Büyük Sahra çölündeki bir kum tanesinden bir milyar kat kadar daha küçük” diyebiliriz sanırım. Gözlemlenebilir evrenin içinde bir nokta kadar bile yer kaplamayan Dünya ve bu zerreciğin içinde de bir ülke: Türkiye.
Bu zerreciğin içindeki mümbit bir coğrafyanın ferdi olarak bugünkü yazımda sevgiye, şefkate, rahmete, merhamete ve en çok adalete odaklı değerler silsilemiz içinde kronik muhalifliğimizi bir tarafa bırakmak adına bu kez olsun “güzel şeyler” yazmayı arzu etti kalemim. Zira aynalarımızı habire çöplüklerde dolaştırıp müzmin memnuniyetsizlik halimizin özlemini patavatsızlığımız ile cesaret addedip, “marifet, iltifata tabidir” gerçeğini atladık epeydir.
Öyle ya; zihin ve gönül dünyamızı kirleten yanlışlarımızı deşifre ederek kalem ve kelamımızla buluşanları “temiz bir akledişe” çağırıp; “iyi, güzel, doğru, adil ve hayırlı olanlara” işaret etmeye çalışsak da ‘akil’ kelimesinin “çözüm üretebilen kişileri” kapsadığını unutmamak gerekiyor.
Evet, eleştiri kültürümün odağında “sağlıklı akletmekten uzaklaşmak” oldu hep.
Çünkü kendimizle tanışmadan, kendimizi doğurmadan, farkımıza varmadan, içimize hicret etmeden yani içsel yolculuğumuzu tamamlayıp kendimizle olan kavgamızı bitirmeden; ariflerin “küçük kitap” dediği, bir ağacın bir çekirdekte dürülüp saklanması gibi başlı başına bir âlem olan “insanı” okumak; insanı okuyamadığımız zaman da kendisi için yaratıldığına iman ettiğimiz “büyük kitap” olan “kainatı” okumak da mümkün olmuyor.
Peki bu okumayı nasıl yapmalıyız?
Aslında başta kendi nefsim sanırım hepimizin belki de başaramadığı en önemli şey burası.
Zira ordan burdan şurdan değil, kendimizden başlamak zorunda olduğumuzu; merhamet istiyorsak ilkin kendimizin tüm yaratılmışa merhametli olmamız gerektiğini, adalet istiyorsak ilkin kendimizin her iş ve oluşumuzda adil davranmamızın olmazsa olmaz olduğunu, sevgi dilenciliği yapıyorsak ilkin kendimizin tüm mahlukata sevgi diliyle yaklaşmamız gerektiğini atlıyoruz.
Arifler kâinattaki en muhteşem ayet ve kutsal olan insanı, insan kılan yegâne sırrın gönlü olduğunu haber veriyorlar yüzyıllardır yazmış oldukları eserlerinde. İlahi hitapla “kullanın” denen aklı asli vazifesine döndürüp tefekkür nazarıyla baktığınızda hak da veriyorsunuz ‘yürek ülkesi’ne davet eden tüm bu yazılıp çizilenlere.
Öyle ya Kâbe, atamız Hz. İbrahim Halil’in (a.s.) yaptığı bir binâ ise; gönül Celîl olan Allah’ın nazargâhı. Neye nazargah ve kime mekan olduğunun şuuruyla okumaya başlamamız gereken ilk yer burası olsa gerek.
Bu uzun girizgahtan sonra “niyet ettim insan olmaya” diyerek başlayalım mı bu okumaya?
Çünkü “niyet” önemli. Yaradanın hassas terazisinin ölçtüğü tek şey.
Kalbimizin derinliklerinden kopup zihin duvarlarımıza çarpa çarpa dudaklarımıza ulaşan ince bir dua olsun ilkin, secdelerimizde gözyaşlarımızla çiçek açan;
“Allahım! Beni dünyaya bir böcek veya bir hayvan olarak göndermek yerine muhteşem bir yaratılışla insan olarak yolladın. Hitaplarında işaret ettiğin “insan kalma” mücadelemde aciz, cahil ve güç yetiremez durumdayım. Bana razı olduğun kullarının, salihlerin, sıddıkların ve rıza makamına ermişlerin ulaştığı “insanlık” mertebesini nasip kıl. Nasip kıl ki yeniden dönebileyim senin rızana. “
İlk adımı atıp ağyardan temizlendik böylece.
Ağyar neydi sahi?
Allah’tan gayrı olan her şey. Mal mülk, makam mevki, hırs, talep. Dünyaya ait olan ne var ise aklınızda, hepsi ağyâr.
Ne diyor arifler:
“Gönlünden ağyârı çıkarıp at ki orada Hakk tecelli etsin. İçi tertemiz olmayan bir saraya padişah gelip oturmaz!”
Varlığı hikmet aynasından okuyabilen insan nihayetinde farketme ki tüm okumalar kişinin nefsine dönüyor ve dünya hayatı kendini bulmaktan ibaret.
İşte bu yüzden olsa gerek ki söz üstatlarının deyimiyle; gönlü, sahibine mekân eyleyebildiğimiz kadar insan; orada, O’ndan gayrısını bırakmadığımız kadar kuluz. Gönül ülkesini biricik iktidarına teslim edebildiğimiz kadar da varlığımızın bir anlamı var.
Öyleyse helal rızkın hesabını, haram rızkın ise azabını vaad edenin o iktidar sahibinin rızasına talip olarak diyebilir ki; çağırmak dilin, salih amel veya insan kalabilmek halin, iman ise kalbin işi.
Ama farkında mısınız bilmem biz işin sadece “çağırmak” kısmında kalakalmışız. Bilmek yetiyor sanıyoruz. Olmak semtimize bile uğramıyor artık.
Bu yüzden olsa gerek ibadetlerimiz bile kör topal, kırık dökük ve yara bere içinde.
Gecenin bir yarısına kadar tv veya internet başında vakit öldürerek uykuya kurban ettiğimiz, ne söylediğimizi bile anlamadan sırf ‘borç’ niyetiyle kıldığımız namazlarımız; ömrümüzü temizleyecek ama ‘ihtiyacından fazlasından geçtik’ asgarisini bile vermemek için kırk takla attığımız zekatımız; bırak iftar vaktine kadar sabretmeyi uykudan uyanır uyanmaz bir gıybete, bir haram nazara feda ettiğimiz oruçlarımız; ruhundan bile bihaber olduğumuz kelime-i şehadetimiz; kapı komşumuz açlıktan kıvranırken, akraba(ları)mız bankalara kölelik yaparken turistik bir gezi haline getirdiğimiz umremiz; “yemeğinizin kokusuyla dahi komşunuza eza etmeyiniz” nebevi ikazına rağmen aç, yoksul, yaşlı, hasta, gebe düşünmeden envai çeşit sofralarımızı sergilediğimiz sosyal medya hesaplarımız; tevazu peçeli kibrimiz, bizi yiyip bitiren hırsımız, ihlas libaslı riyamız, paçalarımızdan din akarken(!) ahlaktan nasipsizliğimiz de hep bu yüzden maalesef.
Kin, nefret veya acziyet üzerinden vicdanını susturamayan akıl en sonunda nefsani bir ‘erdem’ icat ederek onu yoldan çıkarmayı başarıyor bir şekilde. Şeytanın soldan saldırılarına karşı bir şekilde dirensek de sağdan gelenlerin karşısında yıkılıyoruz böylece.
Nefsimize uydukça da dünyevileşmiş aklımız Rabbimize yakın olduğumuz vehmi içinde rahatlarken vicdan(lar)ımızın da sızlaması imkânsız hale geliyor ve arzın beşeri dertlerinden arşın ulvi tefekkürlerine uzanamıyor; dilimizden düşürmediğimiz vahiyle dirilemiyoruz.
Bu nedenle de gök gürültüleri addedeceğimiz dünya musibetleri ardınca gelen rahmet yüklü yağmurlar yürek ülkemizde sevgi, şefkat, rahmet, merhamet ve adalet yeşertmiyor; aksine her emeği kırıp geçiren ‘tufan’ halini alarak namazımıza, orucumuza, zekatımıza, haccımıza ve artık hemen her yılki umremize rağmen; etrafımıza sevgi, saygı, nezaket, hak, hukuk, şefkat, merhamet ve adalet yaymak bir yana kırıp geçiriyoruz bu var olması gereken değerleri.
Duamızı nasuh bir pişmanlıkla edip ağyardan temizlendik diyelim.
Peki bitti mi? Hayır tabi ki!
Harama nazar etmeyen; bakışıyla dahi incitmekten korkan; başkasının ayıbı, kusuru, hatasını ve dahi gözündeki çapağı görmek yerine kendi gözündeki dal budağa, yanlış ve kusurlara odaklanan, emredilenle meşgul olan; nimet olarak verileni külfete çevirmeden Rabbin yaratma kudretini seyre dalan bir göz lazım sonra.
Başka?
Abdest nurunu zayii edecek işlerden uzak duracak; yetim başı okşayacak, ihtiyaç sahibinin elinden tutacak; düşmüşe kol kanat gerecek, yolda kalmışa hami olacak, fukaranın karnını doyuracak, kimsesizin kesi olacak kısacası dünya hayatında etrafındaki herkese cenneti inşa edecek bir ele ihtiyacımız var.
Yalandan, gıybetten, dedikodudan, incitmekten kaçan; hakkı tavsiye eden; zikirle, ilimle,güzel sözle, hiçbir şey bilmiyorsa bile sükut ile meşgul bir dil sonra.
İlim ile abdest almış temiz bir akıl; üstü açık, kirlenmemiş, görüp akledebilen ve tanımasa bile dil, din,ırk, renk, mezhep, cinsiyet gözetmeksizin her yaratılmışın yarasıyla kanayabilen ve o yarayı sarmayı görev addeden bir vicdan da olmazsa olmazımız.
Ne kaldı geriye?
Kendisine cennet verilmese ve buna layık olamasa dahi, elinden iyilik yapmak, mahlûkata faydalı olmaktan başka bir şey gelmeyecek veya cenneti garantilese dahi oraya girerken yanındakine yol verebilecek; kötülerden olmaya kabiliyeti olmayan; bir tacir zihniyetiyle ne sevabı cennet arzusuyla işleyecek, ne günahtan cehennem korkusuyla kaçacak; cennet ve cehennemin tek sahibine duyduğu sevgi ve o sevgiden mahrum olma korkusu ile istese de günah işleyemeyecek, istemese de her halini ibadet zevkine bürüyecek bir gönle ihtiyacımız var artık.
Ama “akıllı” bir gönül olmalı bu. Cehalet engelini aşmış, feraset kapısını aralamış, basiret nasibine ulaşmış, marifet şerbetini yudumlamış olmalı.
Dünya için yapıldığı hissi veren en sıradan işlerini dahi “Rabbim beni görüyor” idraki içinde sağlam ve halis niyetle ahiret azığı yapabilecek kadar akıllı olması şart çünkü.
Yarın huzura vardığında azığı olmayana bir şey verilmeyeceğini, azığına güvenenin halinin bile harap olacağını; bu nasipdârlıkla aldığı her nefese layık olamayışının hüznü, hakkını veremeyişin ezikliğiyle iki büklüm olacak; yaptıklarına karşılık bir mükâfat beklemek edepsizliğine düşmek bir yana; iyilik yapabilenlerden ve hayırda kullanılabiliyor olmanın mükâfatların en büyüğü olduğunu bilerek bu pişmanlığına şükrünü katık edecek kadar “akıllı” olması lazım üstelik.
Yanlış bir iş yapan gördüğü zaman, ‘Rabbim bana verdiği nimetleri ona vermiş olsaydı belki de o benden çok daha iyi bir insan olurdu; onun imtihanı bana verilseydi belki de ben ondan daha beter bir hale düşerdim’ diye düşünerek, karşılaştığı herkesi kendisinden daha iyi bilecek; yine bir başkasının yanlışına vakıf olduğu vakitlerde, ‘şayet bu kusur bende de olmasaydı onu bu insanda görebilmem mümkün olmazdı’ şuurunda; bir başkasında gördüğü her yanlışta kendisinde düzeltilmeye muhtaç bir hal olduğunu fark edecek, kâinatta en ufak bir noksan göremeyecek kadar kâmil olma derdine düşecek şuurla yoğrulması da şart bu gönlün.
Kendisini bu bakışla daima kötülerden bilecek; “kötülerdenim” şuurunun iyilerden olmaya uzanan yol olduğunun, kötülerden olmaya aralanan kapının “iyilerdenim” zannına kapı açacağının da farkında olması lazım bu gönlün.
Başına bir musibet gelmediği, hastalık yahut dertle sınanmadığı, elinde ona ait olduğunu sandığı her şeyle imtihan edilmediği vakitlerde ‘acaba ne hata ettim ki Rabbim beni kendi halime bıraktı’ korkusuyla yüreği titreyecek; kendisine bir nimet kapısı açıldığı vakit ‘yoksa iyiliklerimin karşılığı bu dünyada mı veriliyor’ tedirginliği ile ödü patlayacak kadar da uyanık ve diri olması gerekiyor bu gönlün.
Yaratılmışlara nasıl muamele ediyorsa yarın hesapta da kendisine öyle muamele edileceğinin farkında; ancak yarın bana iyi muamele etsinler muhasebesi ile değil; güzelin yarattığına çirkin muamele edilmez bilinci içinde “insan kalma çabasını” kendisine mülk, yüreğine yük etmesi de gerekiyor ayrıca.
Evet evet…
Bugün zulüm karşısında susan dilim ve bir türlü yerinden doğrulamayan ellerimin yarın aleyhimde yapacağı şahitlikle mazluma yardım etmek yerine ona vermeye çalıştığım aklımla da yüzleştirileceğimin bilincinde olarak; bu gözü, eli, kulağı, ayağı ve nihayetinde gönlü kelimelerin gücünde mi, tesbihlerin tıkırtısında mı, gafletin kucağında mı, arifin sükutunda mı, aşıkların nazarında mı, gecelerin koynunda yahut da gündüzün keşmekeşinde mi inşa ederim bilmiyorum.
Ama kendi adıma bulamadıkça huzursuz, olamadıkça mahzun, bazen bulmak diye bir şeyin olmadığını bilmekle, bazen olmak diye bir şeyin sonunun olmadığını sezmekle şaşkın; her şeyin içimizin dışındaki başka bir yerde bulmayacağımı anlayacak kadar dolanmış biriyim kendimi bulma yolculuğunda.
“Mazeretleri azaltmayan bilgi, ilim değildir” düsturunca kim bilir diyor aklım; rahmet bu belki de… Cahilken talime, suçluyken tövbeye, zalimken adalete yönelebilmek.
Öyle ya rızkın en basit tanımı bedeni besliyor, en geniş tanımı ise ruhu. İşte o an gökten inen yağmurun bedenin ihtiyaç duyduğu rızıklara vesile olmasına benzer şekilde İlahi hitap da ruha gıda oluyor belki de.
Kendini bulabilene selam olsun.
Müebbet Muhabbetle.